21 Ekim 2010 Perşembe

VE ÖĞRENECEKSİN ZAMANLA DİĞERLERİNİ

"Federico,
Görüyorum işte dünyayı,
Ceddeleri, sirkeyi,
istasyonlarda uğurlamaları,
duman kalkınca ve dönünce hissiz tekerlekler
hiçbirşeyin ve kimsenin olmadığı
diyara doğru
ayrılışları, taşları, rayları..
insanlar dert çıkarmadan duramazlar,
kendini koyuvermişler,
endişeden tırnak ağacı olanlar,
onun bunun sırtından geçinen eşkiya eksilmez.
İşte hayat böyle Federico, işte bunlar,
sana dostluğumun delikanlıca kederinden
sunabileceğim şeyler.

Zaten
biliyordun
bunların
nicesini

ve öğreneceksin zamanla diğerlerini.."


Pablo Neruda



Ben bir “hiçim”, zaten az sonra söyleyeceklerimi size bir yaşayan yetişkin söylese inanma ihtimaliniz olmazdı. Çünkü bir yetişkinse ve yaşıyorsa muhtemelen yapacak çok daha önemli işleri vardır! Değil mi? Çalışması gerekir, koşması, kahkaha atması, saatini kontrol etmesi gibi hayati işlevlerden söz ediyorum. Hayat ozanı, keramet taslayıcı, mitos yaratıcı varlıklar gibi davranmalı, paradoksal keyif meselesi dünyayla kutsal bir bağlantıyı en güçlü anlamıyla bir re-ligio’yu tapınma ve dogma olmaksızın-akaitsiz bir inanç olarak- yüceltmeli. Hatta yeri gelmişken bir yığın değeri parodileştirerek uzaklaştırma gerekir yaşam çemberinden. Yalan söylemesi, doğruymuş gibi yapması gerekir. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşaması – yaşıyormuş gibi yapması – gerekir.


Çünkü yaşıyorsanız meşgulsünüzdür.


Ya da insanların narsistik dünyaları içinde giderek artan oranlarda kilitlenmesi ve sistemin yarışmaya yönelik beklentileri içinde sürüklenip gitmesi. Yaşamak böyle bir şey mi acaba? Kim demiş?


Eğer balıkların tümü aşılı olsaydı deniz hep fırtınalı olurdu ve iki paralel çizginin belirsizliğinde siz ve yaşam denilen kavram hayal ya da “masal ”olurdu.


Erdem ulumalarının yoğun atmosferinde gönülde yer açmak ve böyle bir yerin varlığına inanmak. İnsan olma onuruna bu yakışır.


Varoluşçuların “being there” deyimiyle açıkladıkları gibi, insan ancak birileriyle ya da şeylerle, yani “dünyasıyla var olarak” kendisini algılayabilen ve yaşamına anlam verebilen varlıktır. Mestane ya da Akil olmak tercihi (ya da: an) meselesi!


“Harabat ehliyiz mestaneyiz biz
Alemin nadan biganeyiz biz
Vahdet şarabı içmek istersen
Bizden iç meyhaneyiz biz”.


Dedim ya ben bir hiçim, yani meşgul olacağım hiçbir şey kalmadı, bu suni, sahte düzene, riya dolu oyunlara, sahte gülücüklere, sahte çabalara, suni koşuşturmalara, temelsiz stratejilere dair de bir şey, hiçbir şey söylemeyeceğim artık. Satranç düzleminde içi boş hamlelere seyirci olmak yoruyor kalbimin gözünü.


Yitirdiğimiz değerlere, yiten şeylerin ardından kalan boşluğu doldurmak için giriştiğimiz o korkunç ve sonuçsuz feryatlar, figanlar, koşuşturmaca ve karmaşaya, karmaşayı düzenli hale getirmek ve boşluğu unutturmak için kullandığımız ya da üzerimizde uygulanan tüm stratejilere dair de hiçbir şey yazmayacağım artık.


Ya da bir “ölü , “ öldürülmüş” olarak, bunu hatırlayıp, haddimi bilip sizin gibi susabilirim..
Esas konuşulması gerekenden bahsetmeye gerek yokmuş gibi ..unutmak için her gün saatlerce çalıştığınız boşluğunuzu size hatırlatabilirim!Ama ben kimim ki?


Susabilirim, ki “ölüler” genelde böyle yapar.. oysa bizim susuşumuz, gerçekten trajik sandığımız trajik değil, yıllarca trajik sandığımızdan kaçmak için yaptıklarımızın trajik olduğunu anlamamızdandır..


ikiyüzlü, üçyüzlü, çok yüzlü hiç olmadım..


Hatırladıklarımın, arenada izlediklerimin hepsi değilse yarıdan fazlası yalan! İnanın: yalan!
“Yetiştirildim, eğitildim ve “s a t ı l d ı m”” budur işte bütün mesele! (ironik benlik nihayet patladı).
Üzgünüm, hepimiz birer kuklaya dönüştürüldük, hatta “Hay”ı da “öldürdüğünüze” göre iplerimiz yüzlerini bilmediğimiz ama emellerini bildiklerimizin elinde artık. Masum doğmuş olsanız da her trajiği tadan gibi düzeninizi kurtarmak için insanı, adaleti bile hor görenleri sadece izliyoruz.
Herşeyi “MIŞ” gibi yapmanın hafifliği sarmış dört bir yanımızı, j.m’nin dediği gibi “dekora dönüşmüş ortamda, mekanlarda gerçekliğini yitiren, sonra aynı hakikatleri tekrar, bu kez ağır aksak aramaya meyilli bir hayatı tercih eden sözde postmodern ama kendi kuyruğunu ısıran balıklar olduk! Sahte zevk deryasının “meraksız” balıkları olmak da var, sayıları hiç de az değil…Ama bu naçiz ten der ki, kendiniz için de olsa bir şey yapın, böyle bir şey kaldıysa, yeter ki umutsuz olmayın, öyküleriniz, şiirleriniz, resimleriniz, kağıt cinsinden söz kaleleriniz, o en kutsal yapraklar, kitaplarınız, dergileriniz gür bir nehir gibi aksın daima, sözün, yazının kutsaniyeti adına. Bilmeliyiz, yara, görünmeyen tuhaf yaz(g)ının ruhunda açılmış. Dert de sizsiniz derman da.”
Bu sözler, sözcükler bana Milan Kundera ve o efsane yapıtı “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı yapıtının taşıdığı ana taslak ve düşünceyi de anımsattı bir yandan.


Yaşamın bir rastlantılar dizisinden oluştuğunu, ama onun bu kadar önemli olan şeyin, insanların bu rastlantıları nasıl yaşadıkları ya da yaşayamadıkları olduğunu kahramanlarının yaşam öykülerinde dile getiriyor. Kitaptaki karakterler, kendilerini kendi dünyaları içinde algılayarak olmayı ya da olmamayı sonuçlarının getireceği sorumluluğu kabul ederek yaşıyorlar.


Yazımın başından beri söylemek için can attığım nokta: “olmak” ile “yapmak” arasındaki o büyük fark. Kendi yaşamımızda bu denklemi ne kadar kavrayabiliyorsak o kadar “varız”.

Sen sır tutmayı iyi bilirsin
tarihin başlangıcından beri
bilirsin bütün kentlerden, zamanlardan denizlerden geçmeyi

Söyler misin ?
hangi kuvvet Gece ile Karanlığa aynı yemini ettirdi.

Sufi.


NOT: Bu yazı daha önce Sivil Fanzin 2 ve Borges Defteri sayfalarında yayınlamıştır. 


                                                                    Fatih Mika