29 Ocak 2013 Salı

MERCEK



Albümler,
Çerçeveler,
Saklı yaraların acısıdır.

Bizler nedensizce
Fotoğrafçının komutu üzerine
Kameranın merceğine bakarak
tatlı tatlı gülümseriz.

Hakihaiku



                                                                       Hakihaiku

27 Ocak 2013 Pazar

GRİ GÜNCE


                     gri günce  10

Donmuş karanlıktan uyanan devasa gizillik azgınlaşıp; o fısıltıları perçemlerinden tutup, -azimle kasvetli derinliğe düşürüp- yavaş yavaş kapanıyordu. Kendini paralayan ışıklar birer birer boğulup yok oluyordu. Yine de kıyıda bu kıvılcımı tutuşturan, bu perçemlerle şenlenen bir ışık seli bu fısıltıyı çoğaltıyor ve küçük suspus evlere düşürüyordu. Bu evler de kendilerini sakınmadan sunuyor ve vefasını şehrin içine doğru yaygınlaştırıyordu. Böylece derin azgınlığa yedirilen o yitik kızıl yolcular vefalı levhalarda anlamını bulup tüm şehre yerleşiyor, melankolik ezgisini bu rastlantılarla ölümsüzleştiriyordu. Tutuşan evler derme çatma gözlerle, aksayan dar yollarla uğulduyor; minik, çilekli kekleri andıran sundurma çatılar, beşik çatılar, kırma çatılar açığa çıkıyor ve derinleşen alınlarını -o ahşap- yıllanmış, kıvrımlı yüzeylerini -nemlene nemlene melezleşen- sergiliyorlardı. Kızıl tufana boğulan bu çatılar aynı rengin uyumsuz şekillere düşkünlüğünü bükülerek; büyülü büzgülere kesilerek henüz sökülmemiş, karanlığa yedirilmemiş göz göz pencerelerden; hafifleyen ışıkları ılık tınılarıyla sezilip kuşanılmış o kadim vaade sözceliyorlar.

   Kararlı bir ses pes dalgalarla duvarlara çarpıyor ve oraya yansıyan gölgelere gömülüyordu. Gölgeler de bu yansıyan sesten, odadaki karakterlere daha silik, buna rağmen gıdıklayan tuhaflıklarla gerisin geri çarpıyor ve, ve kendini duyuran diğer sözcüklerin yeni çatlamış, canlı dolanışında  ister istemez duyulamaz hale geliyor, fark edilmeden oradaki eşyalarda kendilerine damarlar bulup orayı gömü yeri gibi kullanıyorlardı. Kısık ışıkta bir gölge oyunu sahneleniyordu ve oyuncular bu oyunu yeni repliklerle daha karmaşık hale getiriyordu. “Nerde miydim?” diyordu biri. “Ne önemi var... Uzun mu uzun bir yolculuk işte. Kinik bir yolculuk.” Yol aldıkça uzayıp durdum. Geride bıraktığım yol, tekrardan önümde beliriyordu. Doyumsuz bir yoldu da, içimi delen açgözlü bir yol. Delik, bir yumağa örülüyordu ve o yumak tekrardan uzayıp; deliği azdırıyordu. Karanlıkla bastıran bir yol, belli ki bununla yolcuya dolan bir yol... Ne kadar sürdü, bilmiyorum. Yer yer bilincimi yitirir gibi oluyordum; varacağım yeri şiddetle hazırlayan belleğim beni hepten bulandırıyordu.

      gri günce  11

Denizi düşünüyordum, onda beni sakin kılacak bir dalgayı kollar gibiydim. Ama dalgalar durmadan çoğalıyordu ve milyonlara varan köpüklerle yüzeyimde patlıyordu. Durmadan yeni dalgalarla beslenen köpükler kımıldamama olanak bırakmıyordu. Sonra bu köpükler farkedilmez oldu, hafifliğini dayatır oldu ve o anda sakinleştim. Bir aracın içinde hızla yol alıyordum. Gözüme takılan uzam, gözümü alan ağaçlar, dağlar, tarlalar; hızla sökülüyor, köpüklerin yerini alıyordu ve onlarda hemencecik kayboluyordu. Onlar da uzayıp belirsizleşiyordu ve birden önüme eskiyen imgeleriyle atılıyorlardı. Ölebilmenin atılımı, bir levhada darbelendiği halde kendini anıtsal kılan sanılı atılım. Olduğum yerde, dağılmadan, kendime olan yakınlığımı yitirmeden; uzayıp duran, sökülen, sökültü olan kıvrıma geçiyordum, ama asla onun kendi kıvrımı olamıyordum. Zihnimde belirli tümcelerle bu uzamı işleyip duruyordum. Elimde pek bir şey yoktu, ama olanı çoğaltmaya ayartmayı da iyi biliyordum. Beliren aymaz sökükleri onarıp hemen emeğimin karşılığını alıyordum. Bir aylaklıkla beslenen, tembellikten ileri gelen güçlü, anlaşılmaz duygular. Elimi bir işe değdirmeyi çok gören, beni yumuşatan ve gereksindiğim olmazsa olmazları kendi baskın cömert doğalarında çeviren duygular. Ben ne işlerle sınandım, ne işlerle duygular edindim, ama nerde onlar, hani onlar?

   Bilmediğim şeylerin yokluğunu sessizce, kanıksamadan ağırlıyordum. Ya da ses etmeden, kanıksanmadan ağırlanıyordum, yine de birbirimizde çoğalamıyorduk. İki taraflı bir açıklıkta birbirimizi hoş görerek -yer yer hafif tedirginlikle de olsa- açığa çıkarmaya çalışıyorduk. Yine de birbirimizi hızla yitiriyorduk ve kısıla kısıla bizi besleyen, sağlıklı kılan yalnızlığa çekiliyorduk. Ya da ''oluşa gelmeye'' yakalandık. Hatta o an; o ilk karşılaşmada birbirimizde açığa çıkan o çakımda kalıba dökülmeden hızla uzayan, yiten şey; -bir renk, aslı olmayan bir yansıma gibi- düşüncemizin içine savrulup, ondaki kesinliğe sokulup oracıkta geçici bir kayboluşa da yakalanıyordu. Gülümsüyordum. Bu gri, soluk deneyimden; şehvete benzer bir şiddetle, bozulmayla sınanmıştım.
Gri

                                                                Charles Schenk

24 Ocak 2013 Perşembe

ÖTELEME-ÖTELENME/ SONSUZ MANİFESTO


  • öteleyen, kendini de öteleyendir
  • Öteleyen, ayın öteki gözüne çarpandır
  • öteleyen, korkandır
  • korkan, öteleyendir.. öteler
  • öteleyen, kendinden de ötelediğinden de kurtulayamayandır
  • öteleyen, bilmek istemediğinde öteler
  • öteleyen, olmak istemediğinde öteler
  • öteleyen, ötelemediğinde olacağını sanrılar
  • öteleyen kaçarsa kurtulacağını sanrılar, kendinden de ötelediğinden de
  • öteleyen, koşarak kaçandır
  • koşarak kaçan öteleyen, farkındasızlığını farkında olarak besleyendir
  • koşarak kaçan öteleyenin farkındasızlığı, inanmak üzere kurguladığı sanrısıdır
  • farkında olduğu o kısacık anda koşarak kaçan öteleyen, farkındasızlığına özlem duyandır
  • öteleyen, farkındasızlık özlemini koşarken yakalamaya başlayandır
  • ne kadar öteleme ihtiyacındaysa, o kadar uzun ve hızlı koşandır öteleyen
  • öteleyen, ötelediği sürece sürekli koşmak zorunda hisseden ve yapandır
  • öteleyen, ansızın durduğunda, geçici hafıza kaybına uğrayandır
  • öteleyen, uzun süre durduğunda hafızasını yenileyendir
  • uzun süre duran öteleyen, tekrar koşma ihtiyacı duyacak ve koşacaktır
  • öteleyen, koşarken şarkı söylemeyi unutandır
  • ötelenen, üst dudağı titreyendir
  • öteleyen, alt dudağı titreyendir
  • bedenine söz geçiremediğinde ötelenen ötelenmiştir
  • ötelenen, tekrar tekrar kendine bakandır ötelendikçe
  • ötelenen, tekrar tekrar öteleyene bakandır ötelendikçe
  • öteleyen, önce ötelediğine sonra hep kendine bakandır
  • ötelenen, ötelendikçe sarpa sarıp durandır
  • ötelenen, sarpa sardıkça anlayandır
  • ötelenen, ötelendikçe anlayandır
  • ötelenen, dura dura telleri sarandır
  • ötelenen anlasa da fark etmez..yine ötelenecektir
  • ötelenen, kutsal diyaloglardan kaçmayandır önce
  • ötelenen, kutsal diyalogların kutsallığını öteleyenden kaçacaktır sonra
  • ötelenen, paradoksun ta kendisidir, yaşayan..
  • ötelenen, bir çok şeyden emin olmayandır, olmayacaktır da..
  • ötelenen, hafızasını sürekli yenileyendir
  • ötelenen, sürek avındadır..
  • ötelenen, şarkı söylemeyi unutmazsa, ötelemeyecektir
  • ötelenen, sevgisizlikten bile usanmayandır
  • ötelenen, ötelendiğini hemen kabule yanaşmayandır
  • öteleyen, öteleneni koşulsuz kabule yanaşmayandır
  • ötelenen, öteleyeni koşulsuz kabule yanaşmayandır
  • ötelenen, sarhoşluğunu kabule yanaşandır(öteleyeni kovalama)
  • öteleyen, sarhoşluğunu kabule yanaşmayandır(öteleneni öpme)
  • hem öteleyen hem ötelenen, hem öteler hem ötelenir
  • hem öteleyen hem ötelenen incinir
  • bazen hem öteleyen hem ötelenen fark etmez gibi yapar, istemez, umursamaz gibi yapar
  • bazen hem öteleyen hem ötelenen gizlenir(virgülleri sev, tek noktalılardan arın..)
Üç ton kara

22 Ocak 2013 Salı

QUARTET RECENSENDUM



“Aldırmayacak kadar çok mu?”

Çoktu. O an için en zayıf yanı ile öfkesini bileyen ve bunu yıllardır yapan adam için çoktu. Sigarasından bir nefes daha çekti.

“Bilmem, aldırmamak istemiyorumdur belki de. Kötü olmayı ben de istemiyorum. Ama insanlar durmadan sevgimi kullanıyor ve sonra bana bir bokmuşum gibi davranıyor. Aldırmasam, bunun, yani aldırmamanın bir zayıflık göstergesi olduğunu düşüneceklerinden korkuyorum belki de. Yaptıklarını yanlarına bıraktığımı düşünmeleri, bu düşünce ile mutlu olmalarının bir anı bile beni deli ediyor. Birine kötülük yapıp ondan sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatınıza devam edemezsiniz. En azından benim dünyamda."

“Ama bir yandan da yapmak istemiyor gibisin, değil mi?"

“Bilmiyorum. Baraj kurmaya çalışıyorum öfkeme. Hızla gidip çarpacağı, çarpınca küçük parçalara ayrılacağı bir duvar. Yine de barajı aşıp aşmayacağına söz veremem.”

“Anlıyorum.”

Korkuyorum, demek yerine bu sözcüğü seçmişti. Biliyordu ki kimi insanlar anlaşılmadıklarını düşündükleri için tehlikeliydi. Kimileri de gerçekten anlaşılmadıkları için. Ne olursa olsun, onca zamana rağmen karşısındaki adam hakkında bir fikri olmadığından, anladığını belirtmek yumuşak bir nokta bulmasına yardım edecek zamanı kendisine verecekti. Ya da korkusunu - bir daha – bastıracak zamanı.

“Peki sevdiğin insanlar mı bunlar?”

“Artık değiller. Hiç olmaycaklar da. Ne gelecekte ne anılarda. Ve hiç olmamış olanlar da var aralarında. Ama bir zamanlar kesinlikle diyebileceklerim de.”

Sesi buz gibiydi. Bir köy evinin tahta kapısı tipinin şiddetine dayanamamış menteşelerin zorlanan gıcırtısına bir anda eklenen yüksek sesle ardına kadar açılmıştı. Orada – karşısında bir şeyler üşüyordu sanki.

Belli etmeden ellerini ovuşturdu kadın. Hızlanan kalbini yatıştırmak için derin bir nefes aldı. - Adam her şeyin farkındaydı -

“Demek ki içinden geleni yaptın yapacaksın, öyle mi?”

“Yaptım. Yapacak mıyım, bilmiyorum. Sorun burada sanırım. Artık yapmak istiyor muyum, istemiyor muyum? Dayanılmaz bir hırsla istiyorum ve büyük bir hüzünle istemiyorum.”

Bir an durdu. Soğuk kelimelerin arasına giren bu ani duruşun yarattığı daha derin ıssızlığın karşısındakini nasıl korkuttuğunu sezdi. Neden sonra:

“Sevdiğim insanlar olup olmadıklarını neden merak ettin?”

Bu sıradan, iç güdüsel bir soru muydu, yoksa keskin ve soğuk bir beynin kurduğu planın ani, yoklayıcı sorusu mu? Her ikisi de tehlikeliydi. Yine de cevaplanması gerekiyordu. Çok duraksamıştı.

“Karşılıklı olup olmaması önemli çünkü. Onlar da seni sevmiş olabilir. Yani, birkaç yanlış davranış onların seni sevmediği ya da seni kullandığı anlamına gelmez. Bence bunu dikkate almalıydın, ilerisi için de almalısın.”

Buz çölünde bir çingene dans ediyordu. Adam sigarasını söndürürken düşündü bunu. - Çingeneyi düşündüğüme göre artık o benim çingenem - Tek bir jest ve mimik dışarı vurmadı bu dansı. Ne kadar aciz ve cahil, dedi içinden. Uzun süredir düşünüyordu bunu. Uzun süredir uzun süren her görüşmede bu düşüncesini güçlendiren kalıplar görüyordu. Masumiyeti yalnızlığındandı, yalnızlığı olmasa o da diğerleri gibi olurdu: Kapıyı açıp sokağa çıktığı an her şeyi alıp satmaya hazır bir duygu pazarlamacısı.

Fakat kapıyı açmıyordu. Bu tüm cahilliği ve acizliğine rağmen onu masum kılan şeydi. - Cahillik ve acizlik öncüllükte yer değiştirebilir demek ki. Onlar bu değişme ile değişmezler ama. Demek ki masumiyet için gereken değişim bunların değişimi değil -

Bunları düşünürken dikkatini tam sağında masanın öte tarafında kahvesini yudumlayan kadından ayırmamıştı. Korktuğunu biliyordu. Onu korkutuyordu. Fincanın geniş ağzını siper edip kendisine attığı meraklı ve endişeli bakışların farkındaydı. - Benden bir şeyler bekliyor. Bugün kapalıyız. -

Sohbetlerinin zaman içinde onun entelektüel gururunu okşayan psikanalize dayalı garip bir hava içine girdiğinin farkında idi. Bu yüzden ele vermemişti. Fakir bir beyin, diye düşündü. Şeytanla oyun oynayacaksanız Faust'u okumuş olmalısınız, dedi içinden bir ses. Buz çölüne doğru savrulan bir ses.

Kadına baktı, sezdirmedi. Susuyordu. Kadının çoğalan korkusunun, merakının ve okşanmasını istediği entelektüel gururunun kadını yeniden konuşturacağını biliyordu.

- Sağdan sola dört harf, utku!-

“Sence de öyle değil mi?”

Biraz daha susmak gerçekte neyi istediğini ele verecektir, diye düşündü. Hep böyledir. Bekledi.

“Ama cevap vermelisin bana.”

İnsanlar. Soru şeklinde servis ederler olumlamanızı istedikleri görüşlerini. Evet ya da hayır için tüm cevaplar hazırdır. O zaman dikkate alınacak bir şey yok ortada. Naif ve içten rolü yapan bu poh pohlayıcı sorudaki gizli onay isteğini karşılamak anlamsız.

Keskin bir rüzgar. Çöl. Buz tanecikleri gün ışığı ile bir oyun oynuyor. Renk bulup değiştiren şey ışık. Buz taneleri sadece bir yüz. Gelip geçici.

Rüzgar. Sessizlik bir çok şeyi büyütebilir, çoğaltabilir. Kimi duyguların leş kokuları gibi. Belki beden değil ama mavi cehennem ateşi ile yoğrulmuş insan ruhu her yerde pis kokuyor. Ölü ya da diri. - Bu esrimeden memnun olmak için vakit yoktu. Daha önemli bir şey vardı. -

Kadını masumiyetin küçük aralığında tutmak için korkuyu kullanmak istemiyordu. Ama mecburdu.

Yakınındaki pakete uzanıp bir sigara aldı. Yaktı.

“Plan çok zaman aynıdır.”

“Plan?”

Çok hızlı tepki vermişti. Gereğinden hızlı. Birkaç saniye, belki üç-dört, makuldü; altı-yedi ise geç. Ama çok hızlı tepki vermişti. İyiydi bu. Masumiyet aralığı genişlemişti. Bir nefes daha çekti sigaradan.

“Daha önce konuşmuştuk.”

Herkes neredeyse, nüans farklarıyla, aynıdır. Perçinlenmek, göğüslerini oksijen yerine onlara suni teneffüs yapan şeytani gururları ile doldurmak ister. Kabarmak. Ellerinin altında iğneleyebilecekleri bir kedi gibi zayıf bir karakter isterler. - Burada olanların bununla bir ilgisi var mı? Elbette. -

Adeta avını bekleyen sekiz dişli bir kapan gibi.

Bu düşüncelerinden bahsederek planı tekrar anlatmaya girişebilirdi. Ne varki kadının cahil gururu konuyu saptıracaktı kuşkusuz.

Bir kibrit parlamasının aralığında tayfun hızıyla geçirdi bunları aklından.

“Tetiği ne zaman çekeceğime ben karar veririm. Plan budur.”

“Tüm katiller böyledir. Yani zamanı onlar belirler. Kurbanın bundan haberi olmaz.”

Şimdi çayırda iki tavşan vardı. Banyosuz filmlerin karanlık ve mor gölgeleri içinde yıldızının tek kanadı kırık eski bir film makinesinden hafsalasına yansıyan iki tavşan. “Kurban..” dedi. Ne soru vurgusu ne de kabullenmemeyi gösteriyordu sesi.

“Hedef, diyelim o zaman.”

Acele ediyordu. Ortada bir hata yoktu. Ama korku vardı. Korku varken ne yoktu? Sigarasını söndürürken daha açık sezdi bunu. Onu rahatlatmak için kendi paragrafına döndü.

“Ben soğukkanlı bir katil değilim. Sevmediğiniz biri size kötülük yaptığında bu kötülüktür. Sevdiğiniz biri yaptığında ise kötüden de öte bir şey olur bu. Neden açık. Herhangi bir kutsal nedenden ya da düşünce fedailiği ile öldürmüyorum. Kişisel bir mesele mi, hayır. Zevk asla. İnkar etmiyorum bir kahve içimi kadar bir keyif var. Ama o kadar. Ancak ben bir anda öldürmüyorum. Ben, ben olarak öldürmüyorum.”

Portakalı yemek için kabuğunu soymalısın.

“Ah, hatırladım. Sen aciz ve sığınmacı bir şekilde onlara yaklaşıyor, peyk oluyordun onlara. Onları çözümlüyordun. Dost ve düşmanlarını öğreniyor düşmanlarına düşman, dostlarına dost oluyordun. Kendini tanıtıyordun. Değil mi?”

Masumiyet korunabildiği kadar samimiyetsiz bir kullanışlığa da sahip kuşkusuz. Yine de, diye düşündü ve “Onlarla konuşuyorum. Hemen önce. Tetikten.”

“Şunu kesinleştirelim mi: dostlarını mı öldürüyorsun?”

“Hayır.”

Bu sözde soru cümlesinin cevabıydı sadece. İkinci tavşan arayı açıyordu. - Demek ki Mikail böyle şeylerle uğraşıyordu: tavşanlardan birinin daha hızlı koşması!

Bardağı eline alıp boş olduğunu anladığı anda kadının kirpiklerinin ucuyla attığı bakışın diğerlerinden uzun sürmesi rahatladığını gösteriyordu.

“Ben dostlarım, tanıdıklarım gibi ayrımlar yapmam. İnsanlar ve ben.”

Çevresindeki elektronik aletlerin çeşitliliği ya da daha renkli kıyafetleri olduğu için modern sayılan insanın aslında on beşinci yüzyıldaki züppe, cahil ve gururlu bir soyludan farkı yok. Küstahlığın açtığı kapıyı ahmaklık kapatıyor hala. Ya da tam tersi. Anlatılabilmesi mümkün ne çok şey bu nedenden dolayı analatılamayacağı için heba oluyor. Bir tür pervasızlık bu. İşte şimdi de masumiyet korku feveranı ile aynı noktaya geliyor.

Bu sihir. Geride kalan tavşan kızıl bir tilkiye dönüşüyor. Sık ağaçların olduğu yere koşan tavşanla arayı kapatıyor. İnce, gergin bacaklarının pirinç seçen bir elin parmakları gibi açılıp kapanışı yavaşlıyor oysa. İleride, öndeki tavşan seyrek çalıların oraya ulaştı. Tazı pirinçleri tane ile taşıyan bir elin parmaklarının dikkatinde başını öne verdi ve durdu. Tavşan çalıların oradan ağaçların arasına girip kayboldu.

Horozu yavaşça indirme zamanı. Her sürek avının haini avcıdır. Bugün bereketsiz bir gündü.

Sigara paketini ve kibriti hızlı bir hamle ile trençkotunun cebine indirdikten sonra kalktı. Düğmelerini iliklerken “Bugünlük bu kadar.” Düğmelerle cümle eş zamanda bitti. Kadını masanın diğer tarafında tam karşısına aldı her zamanki gibi başı ile nazikçe selamladı. Geriye çıktı. Sandalyeyi düzeltti ve denize bakan pencerenin önünde kadını kurgusal düşünceleri ile başbaşa bıraktı.

Odadan koridora, koridorun sonunda sol taraftaki merdivenlere ölçülü adımlarla ilerledi. On üç basamak. Merdivenlerin onu ulaştırdığı sofayı geçip bahçeye açılan kapıya geldi. Bahçeye çıktı. Kapıyı özenle kapattı. İki tarafı adını bilmediği çiçeklerle bezenmiş bahçeyi katetti. Dış kapının mandalını kaldırırken geriye döndü, baktı. Yola çıktı. Kapıyı kapatırken tekrar baktı. Mandalı yerine oturtunca iskeleye inen yokuştan inmeye başladı. Bir sigara yaktı.

İskeleye kadar yirmi iki dakika. Saatine baktı. Vapura yirmi beş dakika.

Çevresine, insanlara ilgisiz yürüdü. Bisiklet binen balon etekli kadını görmedi. Faytondaki almanları. Elele yürüyenleri de.

Karakol. Kritik nokta. Sakin.

Hala orada oturuyor olmalı, pencere kenarında. Polisler sakin, sohbet koyu. Vapura on dakika. Sol taraftan. Kafeler, lokantalar.

Meydandan tekrar sola. İskele.

Küçük büfeden bir paket sigara, yeni bir kibrit. Önlem.

Gişe. Kadıköy bileti.

Çığırkanın sesi yükseliyor. Beş dakika. Bilet kontrolü.

Arka taraftaki ahşap sıralar. Siren.

Vapur sireni.

Sular köpürüyor.

Sırtını geceye veren herkes acı çekmiştir, demeliydim. Ya da...

Artık önemi yok.

Çingene, el sallıyor!

Yine geleceğim, yine.....

Cinham Mavi

                                                                   Franco Cianetti

19 Ocak 2013 Cumartesi

GÖLGE AVCISI


I.

sen gelince, gölgem beni bırakıp başka şehre gitti
dünyayı boşluğumda patlayan bir yuvarlak sandım
tırnağımla ezberledim kayanın şeklini
kıymetini bildim göğsüme damlayan zehrin
uykuma saplanınca geceye attığım bıçak
güneş, kökü boyundan büyük ağaçlara bıraktı sütünü
suya sakladım bildiğim her şeyi
doğduğu yerde ölemeyen ırmakları
yolunu kaybeden akdeniz tüccarlarını
kendini emziren kadın peygamberleri
günün cesedini, camın terini, neşesini sabahların
aklımı karanlığın usulca çökmesine sakladım
hep gizlendiği oyuktan uzattı başını rüya

II.

gölgemi arıyorum şimdi
sen gelince huysuz bir hayvana dönüşen gölgemi
kabus uyumanın bedeliyse eğer
bir gölün durgunluğuna açıyorum gözlerimi
neden böyle uzun sürüyor kanın kudreti
neden hep cehenneme gidiyor devletler
neden yansıması yok denize bakan aynaların
sıkışmış çölün kıskacına
seyrederken uzaklaşan atlıları
kendime yeni tanrılar yaratıyorum sanrılardan
düştüğüm yerlere inanıyorum en çok
biliyorum; kıpırdarsak kırılırız
ve sesimizle kapatırız kuyunun ağzını

sen gelince, gölgem beni bırakıp başka şehre gitti
ben arafta kaldım

Kahverengi

                                                                   Sanne Sannes




15 Ocak 2013 Salı

ÜÇÜNCÜ HARF: CEYDA


Bir kadın sizin hem cennetiniz hem de cehenneminiz oldu mu hiç? Her gece gözlerinizi onunla kapatıp, sabah uyandığınızda gözlerinizi açmadan evvel, yanınızda olmasın diye dua ettiniz mi? Onu en çok istediğiniz anlar, aynı zamanda onun çok uzaklarda olmasını dilediğiniz anlar oldu mu? Her akşam, evinizin balkonundan sokağa ve uzaklardaki denize bakarken, sevdiğiniz kadın köşeden dönüp de kadrajınıza girdiği anda, onun başka bir evin kapısını çalmasını beklediniz mi? Altı yıldır her gün bu soruları kendi kendime sormakla geçiyor ömrüm. Altı yıldır cenneti ve cehennemi bir arada yaşıyorum Ceyda’yla.

Her insan, hayatına giren bir sevgilinin, onun bütün ilkleri olmasını ister. Ceyda benim bütün ilklerimdi. Onu 15 yaşındayken tanıdığımda, onun göğsünde yaşlanacağımı biliyordum. Çünkü ne ellerim eldi onu tanıdıktan sonra, ne saçlarım saç, ne de düşlerim düş… Beni yıllarca havada bir toz zerresi gibi savuran rüzgâr, sonunda getirip onun avuçlarına bırakmıştı. Hiç tanımadığınız bir şehirde, size daha önce duymadığınız ama çok yakın gelen şarkılar söyleyen bir kadın tanırsanız eğer, o şehrin gökyüzünü kırpılmış yıldızlar süslüyor demektir artık. Üstelik körfezden yükselen lağım kokusu, yerini sabahın kokularına bırakmıştır.

Ceyda benim her şeyimdi ama son altı yıldır bacaklarım oldu. Bacaklarımı o sarı limanda bıraktığımdan beri, artık onunla yürüyorum aşınmış yollarda. Oysa en çok, bir buz tabakasının üstünde yürümeyi isterdim onunla. Dengede durmaya çalışarak, tam düşeceğim anda onun kollarına tutunarak… Ama o kadar başarılıyım ki artık bu konuda. Tekerlekli sandalyemin üstünde, hiç sarsılmadan yürüyebiliyorum artık buzların üstünde. Artık düşerim korkusuyla benim ellerim gitmiyor onun kollarına. Tam tersine onun elleri oluyor sandalyenin soğuk demirlerine yapışan.

Babam hiç istememişti Ceyda’yı. Tanıştığımızın dokuzuncu ayında, onu Aydın’a, babamın evine götürürken, babamın yüzünde belirecek olan ifadeyi görebiliyordum. Yol boyunca konuşmamıştık Ceyda’yla. Buna rağmen tedirginliğimi, endişelerimi anlamış, ‘dilersen vazgeçebiliriz hâlâ’ demişti inmemize yakın. Susmuştum. Susmuştum ama babam nasıl karşılarsa karşılasın, annemin aramızda bir denge kuracağını, babamı bir şekilde ikna edeceğini biliyordum. Hayattaki en büyük yanılgım bu olmuş oysa. Hayatının geri kalan kısmında ne annem babamı ikna edebildi ne en ufak bir yumuşama belirdi babamın kalbinde. Ceyda’yı tanıdığı gün nasıl öfkeyle benim üstüme yürüdüyse, ölene kadar geçen zaman boyunca hiç konuşmasa da aynı öfkeyi hissettirdi bana.

Sıcak bir ağustos akşamı, babam kalp krizi geçirip hastaneye yattığında, Ceyda’yı ikinci kez götürmüştüm Aydın’a. Ceyda yol boyunca ağlamıştı. Sanki bir şeyleri ispat etmek ister gibi, ne olursa olsun Ceyda’dan vazgeçmeyeceğimi anlatmak istiyordum babama. Onun için yanımdaydı. Onun yüzüne bir kere daha baksın, beni ne kadar mutlu ettiğini görsün istiyordum. Babamı son görüşüm oldu bu. Hastanenin o soluk ışıklı odasında, annemin saatler süren dil dökmesinden sonra benimle konuşmaya razı olmuş ve tek bir cümle çıkmıştı ağzından: “Seni asla affetmeyeceğim Güner.”

Onun ölümünden sonra, uykularımı bölen, hayatımı katlanılmaz kılan bu cümlesi oldu hep. Ceyda kaç defa gitmeye niyetlendi, engel oldum. Annem, sararmış bir ot gibi sallanıp duran o kadın, babamın ölümünden sonra toparlayamadı bir türlü. Ne kadar yanıma almak için çırpınsam da, ne babamın mezarını ne de ölümüne bağlı olduğu toprağını bırakabildi. Olduğu yerde yaşlanıp duran bir ağaç gibi, bütün dertlerini içine attı. Buna rağmen hiç kızmadı bana. Ceyda’yı hep kendi kızıymış gibi benimsedi.
Sonra yedi yıl önce, hayatımı berbat eden o kaza çıkıp geldiğinde, Ceyda bir kez daha gitti Aydın’a. Annemin Aydın’dan ilk ayrılışı oldu bu. Hastaneye gelip de beni bu halde gördüğünde, hayatına girmiş iki erkeği de sonuna kadar kaybettiğini biliyordu. Başımda kalmak için diretti, istemedim. Sık sık bu şehre gelmek istedi, vazgeçirdim. Ama istisnasız her gün Ceyda’yla konuştu. Ona yalvardı, teşekkür etti, dualar yakardı. Bense kazadan sonra aylar boyunca kovdum Ceyda’yı. Ceyda her defasında ağladı, bağırdı, odalara kapandı. Ama asla bırakmaya yanaşmadı beni. Başlarda bütün bunları bana acıdığı için yaptığını düşünsem de, zamanla bu düşünce yerini bağlılığa bıraktı. Aydın’a gidip de babamın tepkisiyle karşılaştıktan sonra hayatımdan çıkmayı isteyen Ceyda, kazadan sonra ben gitmesini istememe rağmen yapmadı bunu. Sanki bir çocuğa bakar gibi baktı bana. Yaralı bir hayvanı sağaltmaya çalışır gibi okşadı beni.

Ona veremediklerim, veremeyeceklerim, yanımızdan hızla geçip giden dünya, varlığımızı ciddiye almayan hayat… Ve yarım kalmış, asla tamamlanamayacak olan onlarca şey. Ceyda benim cehennemim. Kendi yanışıma da ortak ettim onu. Kendimle beraber onu da tükettim. Tıpkı babamı ve annemi tükettiğim gibi. Kendi bedenimi saran yangını, sonunda ona da bulaştırdım.

Ama aynı zamanda cennetim de o benim. Her akşam, işten çıkıp da evin kapısını açtığında, bana cennetin kapılarının da açıldığını hissediyorum. Ve her gece, yatağa yatıp da, bacaklarını benim tutmayan bacaklarıma doladığında, tek beden olmanın nasıl bir şey olduğunu anlıyorum.

Cehennemde cenneti yaşıyorum ben. Yaşamak denirse buna…

Aşkî

                                                       Katerina Sokova

10 Ocak 2013 Perşembe

HAYATA TRENSES'ÇE BİR BAKIŞ



Çok Dertliyim…

Çok dertliyim sivil. Bizim patron benim odamdaki masamın karşısına yeni bir masa, bilgisayar ve doğal olarak bir koltuk koydu. Bunlar da ne demeye kalmadan, bana yeni çalışma arkadaşımı tanıştırdı. Daha adamı görür görmez " amanın" dedim " sivil sözlüğün allahı tuttu beni." bir insan entel olur da, it gibi yakışıklı bir entel olur mu anacım . O gün bu gündür, derdim pek çok ummana mı dökeyim, haydarpaşanın merdivenlerine yüz mü süreyim bilemiyorum. Allahım hem sakallı, hem yakışıklı ( bir göz var, göz değil gözistan) hem de üst düzey entel. Olabildiğince çekiciliğimle bütün gün ağzımın suyu akarak kendisini izlemekten trenyoldaki yeni ürünlere bile bakamadım allah seni inanndırsın sivilcim. Akşam iş çıkışı taarruza geçtim hemen. Çıkıp,birer kahve içelim mi bi yerde diye cilveli cilveli sordum. Entelim ciddiyetimden bir gıdım taviz vermeden " olmaz eve gideceğim " dedi. Kanlı gözyaşlarımı içime akıtarak ama vakarımdan bir an bile ödün vermeden " illa gideceksin madem, hoşuma gitsene" dedim. O arkamdan şaşkın şaşkın bakarken kıvırtmayı ihmal etmeden orayı terk ettim. O gün bugündüğr onun o entel sakalları, gözleri, çantasındaki kitapları ve öğle tatiline çıkarken boynuna astığı savaş muhabiri kılıklı fotoğraf makinesi aklımdan çıkmıyor. 

Offfffffffffffff offfffffffffffffffffffff sivil offfffffffffffff

Entelle Aşk

İyi ki bi 8 mart dünya emekçi kadınlar gününde bana kitap aldı. İkide bi okudun mu okudun mu diye sorup duruyor. A benim güzel gözlü dantelim, sen okudun mu o aldığın kitabı? foucault sarkacı mıdır nedir, iki sayfa okuyayım diyorum. Beynim foucault neyse kimse onun sarkacına binip sallanmıştan beter oluyor. Ne biçim kitap ya. Daha ilk sayfanın 13,5. Satırında kendimi zehirlemek istedim fakat bu denli şahane bi yaratığa nasıl kıyacaksın yapma etme diyerekten kendimi ikna ettim de kurtuldum allah sizi inandırsın bi tanecik gözlüklülerim. Dün sabah yine sordu okudun mu, sarkaç tuttu, başım döndü bayılmışım güzel gözlü saçaklım ama okucam merak etme, dedim. Oku oku çok seveceksin demez mi, ah benim makus talihim ben senin gibi bi dantele aşık olcak trenses miydim, bana hediye diye parfümler, pırtlantalar, prada çantalar dururken kalın kitap alacak bi saçaklıya vurulacak yarı filozof yarı ilahe bi afet miydim ha diye çemkirecekkken, onun o güzel gözlerinden yansıyan ışık başımı döndürüyo ağzıma gelenleri geri yutup, sözlüğü nasıl ezberlediysem bu kitabı da okucam senin için diyorum içimden. Ama and olsun ki o umberto eco mudur nedir o gözlüklüyü bulursam çok fena yapıcam demedi demeyin saçaklılar.

Yalnızlığı Giyinmek

Sanki saçaklı, gözlüklü bi de üstüne sakallı bi güzel gözlüye kendi kendime ve kendimle aşık oldum diye yalnızlıktan çıkmışım gibi ne zamandır giydiremedim o şaşalı yalnızlığımı. Çok ihmal ettim. Bu soğuklarda dondu yavrucak. Ama haftasonu aşk acımı dindirme çabalarım sonucu edindiğim çok güzel, çok pahalı ve çok alımlı giyitlerle ona yaptığım bu haksızlığı telafi edicem iğne oyalarım. Siz de yararlanırısınız bu arada. Az güzel görünün ne öyle saçaklı saçaklı. Kış modası yalnızlığımızı giydirmeye çok uygun renkleri kesimlerle dolu olduğundan işimiz kolay gözlüklülerim. Öncelikle uzun etek modası ve envayi çeşit çizme çeşitliliği en önemli avantajımız. Yalnızlığımızı yollarda gezdirirken eteklerimizi savura savura meydan okuyabiliriz kalabalıkların hoş boşluğuna. Etekte koyu renk hem kolay kombinasyonlar için iyidir hem de çabuk kirlenmez. Aaamaaaaa o koyu renkler mutlaka vücuda yapışan mümkünse boğazlı kazakların parlak renkli olanları seçilerek, zıtların savaşımı izleminimi yaratmak suretiyle hareketli hale getirilmelidir. Çizmede topuk boyu tercihe bağlı. Hobitseniz yüksek topuk işe yarar, benim gibi selvi boyluysanız da sizi ulaşılmaz gösterir. En iyisi biz topuklu giyidirelim zavallı yalnız ayacıklarımıza. Kısa kabanlar iyidir fekat yarasa kol modasını sevmiyorum bi kere yarasa itici bi zevat. Kolu bile ıyykkk dedirtiyor. Normal kol iyidir. Renkte etek rengi dikkate alınmalı ve tez- antiteaz- sentez süreci etek kazak kaban üçlüsüne uyarlanmalı. Kabanın cepleri mutlaka yanda olmalı ki ellerimizi cebizmize sokup yürürken bize romantik ve gizemli bir hava verebilsin. Çanta ayakkabıyla uyumlu olmalı zıtların çekiciliğini abartmanın manası yok. Hüzünlü bir parfümle tamamladığınız kıyafetinizle sokaklara taşabilir. Yalnızlığınızı şık şık dolaştırabilirisiniz. Çok güzel oldunuz, tebrikler.

Hala Bön Bön Mağara Duvarına Bakanlar…

Patron yine iş seyahatinde entelim karşı masada ben kendiminde yayıldıkça yayılıyoruz. Sözlüğe bakındım, alışveriş sitelerini dolandım, sıkıldım. Arada bi de güzel gözlümü dikizlemekteyim tabi. Yine elinde kalın bi kitap, yine beni gördüğü yok. Napsam napsam derken, yerimden kalkıp yanına gidip, popomu masasının köşeciğine yerleştirip buna bakmaya başladım. 2. Dakikanın sonunda nihayet varlığımı fark edip kafasını kaldırıp, noldu trenses diye sordu. Böyle bana noldu trenses diye sorarken gözlerinde hep tedirgin bi bakış yakalıyorum, sanki bi şey yapacağım. Neyse , ne okuyosun diye sordum. Kitabı gösterip platon'un mağara söylencesi üzerine yazılmış bi yazı dedi. Platon'u duymuştum, benim gibi bi filozof o da saçaklılarım. Ama mağarası olduğunu bilmiyodum. Mağarası mı varmış bu elemanın dedim. Saçaklım bi gülümsedi, ay bi fena oldum, istersen anlatayım sana dedi. Anlayabileceğimi düşündüğü için içim ona karşı minnetle doldu birden. Başımı salladım, başladı anlatmaya. İşte bi mağara varmış da bütün insanlar bu mağarada yüzleri bi duvara bakacak şekilde bağlanmışlarda. Arkadan yanan ateşin etkisiyle arkadan geçen başka insanların ve şeylerin ( herkes bağlıysa niye arkadakiler bağlı değil sorumu duymazdan geldi bu arada) gölgesi duvara vuruyomuş da, bu duvara bakan elemanlar da o gölgeleri gerçek sanıyomuşlar da. Çünkü bu sabileri daha bebekken oraya zincirlemişler de ( ne berbat insanlar var ya niye bağlıyosunuz bebeleri oraya bi kere dicektim susup isyanımı içime attım). Sonra bu elemanlardan biri zincirlerini kırmış da ( o böyle tatlı tatlı anlatırken anacım benim gönlümün zincirleri de kırılmaz mı hiç), zincirini kıran eleman dışarı kaçmış da önce gözleri kamaşmış bi şey görememiş de sonra gözü ışığa alışınca ( duyusal uyum deniyo aslında buna da ses etmedim artık bunu nerden bildiğimi bilmediğimden) gerçek dünyayı görmüş de. Mağaraya dönüp öteki şapşallara bakıp durmayın bu duvara bunlar sadece gölge gerçek başka diye anlatmaya çalışmış da ama ötekiler duvara bakmaktan memnunlarmış da ( aklıma avmlerde vitrinlere bakan günümüz şapşalları geldi o esnada) o adamcağız kendisine inanmayan sümsüklere boş yere laf anlatmaya çalışmışlar da. Bi güzel anlatıyo böyle saçaklılar allah sizi inandırsın kalbimin yağları diyetsiz erimekte. Sonunda sustu güzel mi sence diye sordu gülümseyerek. her ikimizi de şoka sokan cümleyi o zaman kurdum işte: " platon'u diğer düşünürlerden farklı kılan tıpkı nietzsche gibi bir yüzünün edebiyata dönük oluşu bu . Mağara söylencesini değerli kılan bu özelliğinin yanı sıra; insanın gerçeklikle ilişkisini ironik bir dille anlatabilmiş olması belki de. " güzel gözlü saçaklım koltuğunda düşüyodu nerdeyse. Ben de noluyo bana ya içime aylak mı girdi noldu diye bi paniğe kapıldım sormayın gitsin. Sonra anladım ki bi dönem bu gözlüklüyü etkilemek için sözlükte yazılan her şeyi ezberlemiştim ya, ordan aklımda kalmış ağzımdan öyle döküldü. O hala şaşkın şaşakın bana bakarken ama dedim değişen bi şey yok saçaklı bak sen hala duvardaki gölgelere bakıyosun, ne diyosun ya dedi. Kitabı işaret ettim bak bu kalın kitaplarda senin gölgelerin, sonra kendimi işaret ettim gerçekliği göremiyosun bi türlü. Hala bön bön mağara duvarına bakıyosun sakallı naber diye bitirdim sözümü. Ağzı bi karış açık kalmış güzel gözlü sakallı saçaklım en sonunda bazen seni hiç anlamıyorum, dedi sonunda. Masasından şık bi hareketle atlayıp ileri kırıtma tekniklerini uygulayarak masama dönmeden önce, anladığında da çok geç olcak sakallı dedim. Bilgisayarımı açıp trendyoldaki yeni sezon kıyafetlerine baktım. Saçaklım da bütün gün garip garip bana baktı. Hayat işte iğne oyalarım.


Aşk Taarruzdur

Bu üçrenk denen saçaklı ordusunun bi üyesi olan mavi saçaklısı dedi bunu bana. Düşündüm düşündüm, doğru valla iğne oyalarım aşk taarruzdur ve ben şahane hatta nefes kesici bi savaşçıyım. Her daim taarruz halinde olan aşıkane varlığım yılmadan bıkmadan güzel gözlü, gözlüklü, sakallı ve saçaklı dantelime saldırı halinde. Fekat noluyor? nasıl oluyorsa oluyor bu saçaklı hedefe kilitlenmiş atışlarımdan korunmanın bi yolunu buluyor, kaçıp kurtuluyor. Tıpkı bi balık gibi tam avcumun içinde derken bi bakmışım, kayıp gitmiş. Bütün bunlar neden olabilir diye düşündüm ve buldum sonuçta. Anneler size sesleniyorum özellikle oğullarınızdan güzel gözlü ve bi saçaklıya dönüşme eğilimi olanlara adam gibi eğitim verin. Öğretin onlara: aşk taarruzdur ve hattı müdafa yoktur, sahtı müdafa da yoktur. Müdafaya kalkışmasınlar, boşuna uğraşmayıp, hemen teslim olsunlar. Özellikle de karşılarında trenses varsa, beni uğraştırmasınlar. Bu ne ya, cephane kalmadı alla alla.

Kovdum Seni Bu İlişkiden

Kovdum denilince kovulsa ya. Niye kovulmuyor. Sen kovsan o niye gitmiyor? nereden kovdun diye soruyor pis pis sırıtarak, kalbinden mi, zihninden mi, beyninden mi, ruhundan mı ? al işte bi saçaklıya aşık olursan olcağı bu. Patronun sümsük oğluna desem, şşşt sümsük kovdum seni bu ilişkiden. Peki ben gideyim bari, der. Bu saçaklı zor sorular sorup aklımı mikser gibi karıştıraraktan dengelerimi sarsarak beni aşka eleştirel bi bakışa zorluyor. Aşka eleştirel bakış da ne demeyin danteller. Ben kendimi bildim bileli dogmatik kabulllenişleri sevdim. Bi de kendimi.

Safizm

Madem ki böyle bi felsefe kurduk saçaklılar ( ay inanmıyorum ya bi felsefe kurdum bi felsefe kurdum bi fel ..) o zaman nolmalı bi kere bu felsefenin ( ne güzel felsefe diyorum ya) adını unutum bi şeyi olmalı. Neydi o ya. Hah arsüman, yok hargüman, ııh pansuman hiç olamaz.üfff neyse bi şeyin şeyi olmalı. İşte o şeyi yazıyorum şimdi.

1. Safizm anlamamayı anlamanın karşısına koyan felsefi bir sistemdir sefiller.
1. Anlayınca noluyo ki yine aynı dünya yine aynı sen bilgeliğinin bi trenses vücudu kadar enfes bi şekilde vücud bulmasıdır.
1. Kitap mı kalın kafam mı kalın sorunsalına kafam deyip işin içinden çıkma bilgeliğidir. Bi adamın ustrası vardı ,işte ondan daha keskindir. (adamın adını hayatta aklımda tutamam kusura kalmayın) 

1. Anlamıyo olmanın güzelliğinize hiçbi zeval getirmeyeceğini bilerek şen şakrak yaşamanın aydınlık yoludur. Anlamak için canını dişine takmaktan kafasında saç kalmamışlara sempati ile yaklaşır. 

1. Noldu şimdi, ne, nasıl yani, anlamadım ki bi şey diyebilmenin dürüst ve çocuksu neşesidir. Anlıyomuş gibi yapmaktan daha erdemlidir ( erdem ne onu da anlamadım ama burda şık durdu) 

1. Bi safist güzel giyinir, yalnızlığını giydirmenin inceliklerine doğuştan sahiptir. 

1. Safizmin temel sloganı anlamasak da güzeliz ama siz hala sakallı, saçaklı bi de gözlüklüsünüz naber'dir.

1. Her safist bu temel (üfff neydi ya o argüüüüü...) şeyleri bilir, yaşar ve mutlu uyur.

Bu kadar, herkes anladı mı sefiller?

Üç renk Seçki

Çıktığını duyunca danteller hemen koştum istiklale. Koştum derken, kırıtarak ağır ağır yürüdüm yani. Neden ben koşmam kırıtırım. Neyse buldum bi kitapçı dükkanı. Kalın kitaplardan uzak durmaya imtina ederek etrafa bakındım fekat bu çokrenk mi beşrenk mi yok piyasada. Hani ayol ünlüydü bu kitap nerde, yok derken dükkanda çalıştığı her halinden belli olan saçaklı bi oğlan bana doğru yaklaşmaya başladı. Boynuna sardığı salkım saçak şeyler yüzünden yüzümü buruştururken bu gelip, aradığınız bi kitap var mı diye sordu bu esnada bunun burada ne işi var bakışlarıyla bacaklarımı dikizlemekteydi. Dedim şu renkli kitaptan istiyorum. Bu anlamadı galiba burunu havaya kaldırıp düşünür gibi yaptı. Sanki koklayarak bulcak kitabı. Hani şu seçki dedim nihayet anladı gözlüklü, aaaa tamam şimdi getiriyorum diye sırıttı. Kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum saçaklılar her yan kalın kitaplarla doluydu ve hepsi üstüme yürücek gibi geliyodu bana. Şu kitabı alsam da çıksam diye düşünürken oğlan geldi. Aldım ve kendimi dar attım sokağa. Sonra açtım bi baktım. Bi kapak. O nasıl kapak öyle, o nasıl renkler, o nasıl bi masal. Valla bu renki saçaklılar benim resmimi koysalar ancak bu kadar etkileyici olurdu diye itiraf ettim. İçini açtım baktım, aaaa bi sürü yazı. Kitabı elimde şöyle bi tarttım kalın da sayılabilir. Şimdi ben bunu gece uyumadan önce okumaya kalksam kaçıncı dakikada sızarım acaba, diye düşünerek şirkete gittim. Neyse odaya girdim bizim güzel gözlü, sakallı ve kalın kitaplara aşık kafasına ömrümü verdiğim saçaklı elimde kitabı görünce aaa bu ne trenses dedi. Bak dedim bunlar renkler yazmışlar da yazmışlar. Aldı eline baktı , karıştırdı. İlginç bi çalışma dedi. Tanıyo musun bunları dedi. Ne tanıması saçaklı, ne işim olur benim bu rengarenk iğne oyalarıyla dedim. O da niye aldın o zaman deyince aklıma başka bi şey gelmedğinden, senin için ayol deyip masasına atıp kaçtım. O şaşkın şaşkın bana bakarkene üffff ya şimdi bi daha mı gircem o kalın kitap dolu yere diye düşünmekte ve kaderine lanet okumaktaydım. Bi de bu üçrenk seçki çıktı başıma sanki az derdim var da. Offf ya.


TRENSES

Üçrenk’ten çok önemli not: Trenses gönderdiği yazılarda herhangi bir düzeltme yapılmasına kesinlikle izin vermemiş, düzeltme de neymiş saçaklılar  benim düzeltilmeye ihtiyacım yok bi kere, her halimle şahaneyim, demiştir…






8 Ocak 2013 Salı

ARTIK YALNIZ BAŞIMA




1.


Yüzüne bakayazdın yüzülmüş yüzümün. Küçülen hayat pek tatsız. 
Yüzünde aniden çoğalan atlı arabalar; büyütecek ne var bunda
Yolculuklar, dereler, tepeler hep engellerle geldin
sağır kapılar, sağır hırsların dönüşüp durduğu 
gözlerimi al
ışığımı da
beni hayat gibi oku, hayatı ben gibi
sakin
bir devrim günü gibi sakin

2.

Artık yalnız başıma bir okuldan uzanamıyorum devlete. 
Bir evden denizlere… 
Her şeyden çıkarak, akıl kın olsa, keskin bir kılıç kesilip. Keskin sınırlar kendini boğar a 

3.

Haliç konuşur 
hem hayat
hem şehir
Yüzün çoğalır atlı arabalarda; 
solan bir kardeşliğin görüş birliği
Bir başka devlet mümkün 
Bütün baharlar bunu ister 
İnsan daima boynundan bağlanır hayata; 
ölümüne…

4.

Çok canım yandı, unuttum. 
Dur durak bilmedin, çiçekler açtın güzel, atlar oldu aklın göklere.
Yün çorap, atkılar… Yetmedi güneş oldun… Gözün yandı, göğün, gönlün… Bir deniz yandı; bahçe bitkileri…
İçin soldu, soğudu, öldün
Küllerimden yeniden, ı-ıh…
Unuttum ben

Ortalık Kırmızısı

                                                                Tomio Kinoshita

4 Ocak 2013 Cuma

MAVİ YOLCULUK




Ben seni defter arasında kurutup saklamak isterdim ama sen tercihini musluk suyunda yüzmekten seçtin.

_Kadın uyandı sabahlığını giyindi ve her zaman yaptığı gibi 7:45’te fanusun suyunu değiştirmekteydi.  Mavi balığı 12’li bardak setinin en şık bardağına koydu, fanusun suyuna musluk suyunu boca etti, mavi balığı fanusuna geri koydu, biraz da mürekkep damlattı.  Ona sordu, bugün günlerden neydi? Bu sitemi kimeydi.

Kadın dedi: Bizi de sonuçta salıncaklarda, sevgilimiz sallamadı Emma.  Ayaklarımız sallanmamıza gayet sevgi dolu yaklaşmaktaydı,  rüzgar da destekçi olunca sorun kalmadı, Emma, ah güzel isimli kadın, seni Tanrıdan bile kıskanıyorum, nasıl yaratmış olmalı seni,  doğduğunda kaç yaşındaydın ya da o kaç yaşındaydı, kadınlara yaş sorulmaz derler ama ikinizden biri bunu söylerse ortalama bir yaş frekansı edineceğim, güzelliğine dair endişem yok, sen korkma.  Anneni hiç tanımadım ben, sokağa hiç çıkmamış bir kadındım, söylesene Emma, Tanrı seni nasıl yarattı, acıdı mı canı. Korkarmış annen caddedeki kısmet çektiren falcı tavşandan, bir fal bakarmış bir fal bakarmış taaa İranlardan duyulmuş ünü benim yalanım değil, komşu Fernando Jose Altamirano Del Castillo Rasalinda hanım söyledi.  Adını bilmiş tavşan kısmetinde, annende korkmuş tavşanın kırmızı gözlerinden, nerde kırmızı gözlü bir çocuk görse etrafında yedi kez döner hava durumu sunmaya başlarmış.
Ya ben, ben mi?  Hobilerim arasında merdiven inip çıkmak, ateşi bulanı bulmak istemek gibi şeyler var başka ne olabilir ki burası yukarıya beş arşın aşağıya dört arşın yana üç arşın diğer yana iki arşın uçuruma 8 kilometre bir apartman dairesi. Kendi içinde toplamı bile kare köküne eşit değil anlayacağın. Zaten dişilik sadece kadınlara özgü bir şeydi, sen öldükten sonra piramit pastayı buldular, firavun pastanesinde. Birde ben, affet ama gözümü dikip benim dediğin yıldıza fazla baktığımdan gözüm kaldı onda yıldızın bir gece de hayatı kaydı,  kutsal emanetine bakamadım. Tanrı yüzyıllardır kendine seslenmeyenlerin dualarını kabul etmediğinden bana göre hep aynı dua üzerinde çalışıyor, ona sorar mısın ortak bir dua olarak hangi sözcükten başlamalıyız dilek dilerken. Burada bilmediğin bir akşam var,  bilemeyeceğin bir sabah ciddi yazılmış bir mektup, özenle tükürülüp yalanacak bir zarfla,  postada adresi lüzumsuz bulunup kaybolacak bir sokaktan geçiyor,  konuyla alakalı değil ama neden Tanrının erkek olduğunu düşünüyoruz bende o aptallardanım.

_Mavi balık sabah şiirini özlemle bitirmekteydi. Kadın mektubu sabahlığının cebine sıkıştırdı ve mavi balığı uzun bir yolculuğa yollamaya karar verdi. Mavi balık orada renk renk çeşit çeşit balıkla tanışacaktı. Sifonun sesi mavi balığın anılarını canlandırdı…

Ve biz aslında siyah bir güne doğacağız çocuklar gibi şen şakrak,
Gece aydınlık olacak tepesinde tomurcuklarla bağıracak
Geçmişi asla eskimeyen kadınlardık ya biz,
Sevdikçe çoğalan bir iklimden geçiyor doğum lekemiz.
Ve biz aslında siyah bir çocuğun bembeyaz dişleriydik,
Ayrık otu misali.
Eklemlerimizde çocukluk aşkları gündelik.
Ve biz aslında o günleri hiç mi hiç görmedik.

_Kadın gözyaşlarıyla uğurladı onu, söz verdi mavi balığa, mektubunu en kısa zamanda postalayacaktı.

Not: “ Bu yazıyı yazarken hiçbir canlıya zarar verilmemiştir.”

ŞemsAzure

                                                             ŞemsAzure-Mavi Balık

2 Ocak 2013 Çarşamba

KRİNEİN'DEN EPOKHE'YE





Başına toplanmışlar. Üç beş kişi ya var ya yok. Bir de yerdeki tabii. Yerde yatanın gözleri kapalı ve dikkatle bakıldığında bile nefes alıp almadığı anlaşılmıyor. Yüzündeki ifade ölü, yatışından ise umulmadık bir canlılık yayılıyor. Bacakları başında birikenleri, bir anda çil yavrusu gibi dağıtacak ani bir sıçrayışa hazırlanırcasına kıvrılmış. Ellerinden birini destek almak istermiş gibi yere yapıştırmış, diğer eli yumruk. Neye yumruk belli değil, kavgaya belki ya da saklamaya.

Kalbi durmuş, diyor ayaktakilerden biri, yüzünde noktayı koymaya hevesli bir ifadeyle. Tam karşısındaki kuşkulu bakıyor, kontrol etmeli ve emin olmalıyız, diyor sesi duyulur duyulmaz. Kimse kıpırdamıyor. Tam bu sırada hava titriyor, esinti yerdekinin saçlarından bir tutamı yüzüne kapatıyor ve hareket yerdekinin fısıltısını hiçbirinin kulaklarına ulaşmasına izin vermiyor.

( bir kalbe sahip olduğuma inanmama yeteceği bulabileceğimden emin olabilseydim…)

Acısı yok, diyor o ana kadar hiç konuşmamış biri. Gözlerini yerdekinin saçları arasından görülen yüzüne dikmiş, acı çekmiyor. Kimse diğerinin acısını duyamaz, itirazı kuşkuyu bir maske gibi yüzüne giyinmişten geliyor. Her acı, onu duyana aittir. Cılız kalabalık kendisine benzeyen cılız bir tartışmaya tutuluyor. Önce her kafadan bir ses çıkıyor acıya dair. Yatışındaki fiyakayı kanıt sunuyor biri acının varlığına, ağzının kıvrımındaki haz izi işaret ediliyor buna karşıt olarak; acı aforizmaları savruluyor havaya. Yokçulardan biri, bakın bakın diyor, ne gölgesi var ne ayak izi. Aynı anda şiiri anımsıyorlar. Biri tutup okuyacak, "gölgen yok senin, ayak izlerin yok / Neden mi? acılar barınmamış ki sende / Mutluluk yok mutsuzluk yok" diyecek oluyor, hep bir ağızdan konuşan acı bilmişlerinin sesine karışıp gidiyor ağzından dökülen dizeler. Acı var mı yok mu tartışması uzadıkça, bilincin belirlediği kavram canavarlaşacak ölçüde besleniyor.

( acının bir tür iktidar-sızlık olduğunu bilebilecek güçte olabilseydim…)

Ters yönden bir esinti, yerdekinin yüzüne kapanmış saçlarını savuruyor öte yana. Ayaktakiler sus pus oluyorlar. Gözler yüze dikiliyor. Huzur var yüzünde işte, diye atılıyor son noktacı. İtirazcılar boş durmuyor elbette. Tek tek çatışmanın bıraktığı izleri gösteriyorlar kanıt diye. Huzur belli bir amaca doğru hareket etmekten çok bir durağa gelmek gibidir. Bir boşluğun üstesinden gelmekten çok, bir son durum, bir tamamlanmadır diye anlatıyor sesi gür çıkan. Bu yüzde dur durak göremiyorum, diye bitiriyor sözlerini. Yakından bakmak için eğiliyorlar yüze doğru.

(‘yüreğin buruşuk kâğıt gibi sıkılması’nın bir gün sona ereceğine inanabilseydim…)

Şu alnındaki çizgi, diye gösteriyor içlerinden biri. Bu çizgi anladığını gösteriyor; anlamış biri bu. Şu anda cehennemde olmalı, diye atılıyor beriki. Hepsi birden dönüp ona bakıyorlar. Neden sonra biri itirazını sunuyor. Hayır, diyor. Hasarlı biri. Hasar anlayamamaktan kaynaklanır. Eli yerdekinin şakaklarındaki çizgiyi işaret ediyor. Sesleri yükseliyor yine. Anlamak ve anlamamak üzerine cümleler gönderiliyor karşılıklı. Kimi sahibine ulaşıyor, güçsüz kalan kimi de yerdekinin üzerine düşüp, onu kaplayan bir örtüye dönüşüyor.

( anlam’a eklenebilecek harfleri bulacağımdan şüphe duymasaydım…)


Susmayı becerememiş biri olduğu fikri çıkıyor birinden. Çenesindeki gerginlik ve aralık dudakları işaret ediliyor. Şüpheci yerdekinin yüzüne yaklaştırıyor yüzünü. Özleminin kurbanı olmuş bu, diyor. Susmak özleminin kurbanı olmaktır, bilmez misiniz? Susma üzerine büyük bir gevezelik baş gösteriyor hemen.

( susmanın “her şeyi açıkta bırakır”lığından bunca ürkmeseydim…)

Saat geç oldu, diye bildiriyor orada dikilmekten ve söz yarıştırmaktan bıkmış biri. Bir yerlerde ise henüz erken, diye atılana öfkeyle dikiyor gözlerini. Yerdekini ne yapacaklarını tartışmanın sırası gelmiş olmalı ki, onu kendi haline bırakmakla göz önünden çekme seçeneği konuşuluyor uzun uzun. Sonunda seçeneklerden hangisinin daha akıllıca olacağı konusunda asla yeterli bilgiye sahip olamayacakları için eylemsiz kalmaları gerektiğini savunanların sesi diğerlerini bastırıyor. Eylemsiz kalmanın, orada dikilip yerdekine bakmayı sürdürmek anlamına gelip gelmeyeceği sorunu hepsinin içini bulandırıyor.

(“ sis her şeye harika bir güzellik katar”a rastlamamış olsaydım…)

Yerdekinin yumruk yaptığı elin parmaklarının yavaşça açılmaya başladığını ilk gören kuşkuyu meslek bilmişlerden biri oluyor. Telaşla diğerlerini uyarıyor. Sözleşmiş gibi hızla uzaklaşıp, gözden yitiyorlar. Açılan avuç, ayasında sakladığı bir çift zarı üzerinde yattığı kaldırıma yuvarlıyor.

( her tür düşünce zar atımıdır, diyor Mallerme. O’dan yana attığım zarlar boşluğa savrulurken içimden yineliyorum defalarca: her tür düşünce zar atımıdır. Ve aslında şansa hiç güvenmiyorum. Bu böyle oluyor, zihnimdeki zarları savurmaktan başka umar bulamıyorum.) 



Zarlardan birinin adı krinein, diğerininki ise epokhe.


ÜçRenk Kırmızı



                                                                      Jean Fautrier