27 Temmuz 2011 Çarşamba

ADRESSİZ YOLCULUKLAR

bilmezdim
yaşayanların neler sakladığını yeryüzünde
ne yazsam?
yarım kalmış emzirilen çocukları mı?
uzak sofralara oturmuş gençliğimi mi?
ellerim kanıyorken
adressiz yolculuklarda,
yüzümü süremediğim yelkenler olurdu aklımda
kaç hazırlık yaptım da gidemedim,
şehirlede kaybettiğime sakladım
söyleyemediklerimi..,

leylak
                                                               Ümmühan Yılmaz

19 Temmuz 2011 Salı

NE OLDUK


Ne oldu? Hayırdır neden geldiniz?
Haa, anladım bizi kutlamaya geldiniz.
Yok, inanın biz bir şey yapmadık
Kafelerde oturduk,çaylar içtik.
Oturduk biralar içtik. Birbirimize aynalar tuttuk görünelim diye uzayda.
Sesimizi seslere benzetip birbirimize anlamlar, yeni anlayışlar sunduk
Ama biz yapmadık.
İnanın biz yapmadık.
Yaptığımız ne varsa içimizden bir kopuş tu.
Ölçüsüzlüğün ve zamnasızlığın derinliğinden bir kopuş
Parça
Parça,
Bira bardağına doldurduğumuz bakışlarımız dı.
Yok hayır
Bunları da biz yapmadık. Hem yaptık diyelim
Ne çıkar. Kutlanacak ne var. Biraz aykırıyı, biraz
Yalnızlığı sevdik.
Yalnızlık ise bir yolun en ucunda bizi bekleyen vefalı bir dostumuz du hep
O bizi bekledi. İnanın biz bir şey yapmadık.
Bazen oldu tanrıya biraz yaklaştık. Yaklaşmanın en uzak biçiminde.
Bazen oldu seviştik. Sevişmenin en düşmanca halinde.
Ama derseniz ki biz yaptık hayır. Tüm yaptığımız.
Biraz olsun kendi adımıza yaşamak tı. Yaşamaları birleştirip
Cümleleri biraz inceltmekti.
Biz inceldik..
Bazen de koptuk..ama biz yapmadık. Biraz daha yaklaştık.yaklaştık.
Sonra adlarımızı değiştirdik başka adlar altında başkalarına yaşadık.
Onlar da başkları adına yaşadı.
Ama affedin ne olur biz yapmadık.
Korktuk. Evet, çok korktuk.
Yüksek binalardan, haber bültenlerinden, gazete manşetlerinden.
Belli etmedik. İçimizden korktuk.
Bazen oldu, saklamayalım sizden oldu işte.
Yüzler yüzleri bakışlar bakışları itti karanlığa.
Sözler sözleri itti.
Olanlar olanları itti.
İşte biz hiçliğe karıştık, yeni bir varlık deryasında
Uyanmak için. Fakat zaman bizi itti.
Her şey bir uzun rüyaydı bitti.

düşleri düş gibi bulanık-beyaz-

ruhu bir yangın yeri

şüpheli sözcüklerden sarmaşıklar sarmış tüm bedenini

halbuki bir sözcük sözcük olmadan önce

kaç yıl kaç güz kaç acı yaşamıştır.

bir duruş ki yüreğindeki -tam ordaki-

uçmaya hazırlalanan bir kuş gibi



yaşanmış hayat parçaları bir bütünlük

oluşturmuyorsa

ve daha sessiz günler geçtikçe daha solgun bakıyorsa

nedendir? nedendir? soruları arşa kadar yükselip

geri dönüyorsa

bırak girdabına -o yeninden yeniden doğan anka kuşuna-

sorma daha fazla

üzülme üzülme

ölmek yok bize -ölmek hiç olmadı-


'Siyahlı kadın, yanan mumların üzerine uzattı ellerini: (1) ”

Yeryüzündeki bütün kedilerin,

aynı anda ağladığı bir gündü

Ben,

durmus saatime vurdum –kolumdaki-

bir daha vurdum, vurdum –ruhumdaki-

çalışmadı.



Sen

Dönen bir dünyada durdun –şimdideki-

Bir daha durdun durdun –geçmişteki-

Geçmemişteki bir anda

Her şey durdu.



Biz

Kendisiyle yarışmaktan yorulmuş

Ve,

Ölmüş bir kaplumbağanın

Ruhunu kaldırdık işte o zaman

Son

Su

za..

sen ve ben.. bir cenazeyi kaldırdık. “Cenaze Kaldırıcısı Adem (2) ” de

bizimleydi.



(Ben: tam bir ego-ist.

Sen: siyah deri montlu bir yalnız.)



(1:Tehlikeli oyunlar, Oğuz Atay)

(2:Cenaze kaldırıcısı Adem, Edip cansever)


Dünyanın içindeyim.
Ne kadar da uzağım halbuki dünyaya
Bana bir şiir yaz. Gökyüzünün hüznünü anlatsın.
Bir şeyler yaz sıcaklığı kutupları eritsin..

Odamın içindeyim.
Ne kadar da uzağım aslında buraya
Bana bir şiir yaz, masayı, yatağı, eşyaların sessizliğini anlatsın
Bir şeyler yaz bütün odaları ve koridorları bir yere bağlasın.

Kendimin içindeyim.
Ne kadar da uzağım halbuki kendime
Bana bir şiir yaz. Ruhun ölümsüzlüğü anlatsın
Bir şeyler yaz okuyanlar ağlasın.

Kelimelerin içindeyim.
Halbuki ne kadar da uzağım onlara.
Bana bir şiir yaz. Kelimelerin soluk alıp verişini anlatsın
Bir şeyler yaz, okundukça yen yeni anlamlar kazansın...

(İşte tam o zamanın sonsuzluğa yansıdığı bir anda suların, çağlayanların sesi birleşip birden kayıp düşler ezgisini çalmaya başladılar, bir de belli belirsizi bir keman sesi geliyordu. -Kimin çaldığını asla öğrenemeyeceğimiz, havayı titreştirip ruhu okşayan bir yalnızlık melodisi dedi yanımdaki ağaçlardan biri. Ona inanamadım. Artık nedense kimseye kolay kolay inanamıyordum. Bir şüphe yumağı içindeydim. Tanrım kim doğruyu söylüyor. Kim? Ama artık bunun ne önemi vardı. Kesildi ezgi, çizildi keman. Bitti birden yerden göğe yükselen duman.ve işte yine yalnızım. Yalnızlığın toprak kokusu var her yerde.bu satırları okuyorsunuz ya. İşte orada da var. Ama bir beraberlik de var. Yoksa yalnızlık olmazdı.)

bir şiir böyle mi biter?
hayır şiir olsa öyle bitmez.
olsa olsa bir yalnızlık melodisi


(Bir yerlerden kopup gelen cümleler)
- O kadar umutsuzdu ki konuşmuyor, sanki uçurtmasının
ipi elinden kaçan bir çocuk gibi duruyordu, şaşkın ve
üzgün.

-Yoğunluğu artırılmış kelimeler kullanıyorum artık,
yüzlerce sayfalık bir romanı bir iki cümleye
sığdırmaya çalışıyorum. Onlarca yıl yaşamamışlığımı
birkaç dakika içinde yaşamaya çabalıyorum. İşte orada
, ah işte orada –Ölüm neden- Neden saplanmışım böyle
sanki
Neden? Hayatım doğrulanmak için ölüm istiyor.. Ölümüm
doğrulanmak için mutluluk mutluluk, doğrulanmak için
acı istiyor, acı doğrulanmak için ne istiyor? Beni mi
istiyor benden?

-Hangi cümlemi kapatmaya çalıştıysam hep ucu açık
kaldı.

-Beni bırak, Allah aşkına. Hayatım bir melodram.
Kimseye yarananam. Kendime bile..

-korkunç bir çelişkinin çocuğu muyuz biz? ,biraz da
erken doğmuş..

-Yüksek! Yüksek! Yüksek! ! binaların üzerinden yere
düşen papatyanın havada dönüşü müyüz? Neyiz?

-konuşmayı unutmuş yaşlı bir insanın uzaklardan
bakıp, bakıp dalıp gittiği şehrin ışıltısı mıyız?
–bir anlamamız olmalıydı- -olmamalı mıydı- sorular
sordukça hayata ve kendimize üşüyen bir çocuğa mı
dönüşüyorduk. Ya da bütün hesapları karışmış, küçük
bir ilçedeki bakkal defterinin son sayfasında mı
yazılıydı kaderimiz.? –neyimiz? - mutsuzluğa kader
ismini mi vermişler?


[burası, kopup gelen cümleler bir bütünü
oluşturamadıkları için boş bırakıldı.]



Hani hep anlatırdın o duvarların arkasında yaşayan bir
melek var derdin, bütün gün şarkı söyler, elinde bir
tebeşirle halkalar çizip onların içine girer, derdin.
Çok defa bir halkadan diğerine geçemediğinde
ağladığını da gördüğünü söylerdin. Ben de inanırdım.
İnanmak istedim daha doğrusu. Fakat boyum o duvarların
arkasını görecek kadar uzun değildi. Ve bize yasak
yasaktı orada olmak. Günler geçti. Ben büyüdükçe
duvarlar alçaldı. Görmek için gittim. Ölesiye
heyecanlıydım. Duvarın önüne gelip aşağıya baktım.
-savaşlar vardı, top sesleri..
-Ağlayan anneler vardı..
-İleri geri yürüyüp duran çirkin suratlı, sakallı
insanlar vardı..
-Gözlerde, kedilerin, köpeklerin..bütün hayvanların,
şekilsiz bir görüntü vardı.
- Ama sen yoktun. Melek de yoktu. Halkalar da.
- Artık ben de yokum.


Eski bir fotoğraftı. Baktım, baktım
Arkasında bir azı:”kargaların düellosu”
Yazmasam da yazıyordum işte.
Konuşmasam da konuşuyordum,diyordum
silahlar patladı patlayacak.

Ağaçlarından altından, yaprakların ütünden,
Gökyüzünün dokuzuncu köşesinden
Herkes toplanmış fotoğrafı izliyor –hayatın dondurulmuş halini yani-
“Bu bir western filmi değil.” Diye sayıkladım.

Hiçbir şey olamdı
Hiçbir şey olmadı
Bir şey vardı ki hiç olmadı.
Yani aşk diyorlar adına. Olmadı.
silahlar patlamadı.


“O kadar varım, o kadar da yoğum ki işte
Bir aslanım ya da bir aslan parçalamış beni
Ama istemem bu ölü dalga dokunmasın sana
vurdukça gövdeme gerisingeriye dönen
çünkü ne yaşadın ne de dünyayı tanıdın daha sen
öyle bir başına umursamadan kimseyi
istemem bu ölü dalga dokunmasın sana
vurdukça gövdeme gerisingeriye dönen”

“biz burada iyiyiz, biz burada çok iyiyiz
biz burada kırk yaşındayız hepimiz
dördümüz bir kişiyiz de ondan
içimizden biri uyuyor olsa, falan filan
onu bekliyoruz bir kişi olmak için
evet evet yanılmıyorum ben
bir kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
doğrusu ya
yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor” (Edip USTA)


Orada biz de iyiyiz.
Kız papaz vale,
Kahretsin sinek üçlü mü gene.
Bunun bir açıklaması varsa “kant” bilir.

Biz nerede iyiysek orada iyiyiz.
Her yer bizim evimiz
Mezarlıklar da arka bahçedeki ağaçların altı da
Kimimiz saçma sapan konuşup duruyor –yani ben-
Karşımdaki gölgeme de şiir yazıyor sanki!

Sonra birimiz kabus görüyor.
Yetmezmiş gibi bizi de içine alıyor.
Görünmez oluyoruz –görseler ne olur ki sanki-
Kurtlarla aslanlarla ejderhalarla savaşıyoruz.
Bitkin düşüp “Aristo”ya danışıyoruz.
-bir kestirme yol göster de çekip gidelim şuradan-
cevap vermiyor.
Hiç kimse
Sanki bütün tabiat ve mahlukat susuyor.
Bir yerden “9.senfoni” gelmeye başlıyor. – bir yerden soğuk gelir gibi-
Derin bir uyku.
Ashabı kehf gibi dalıyoruz.
Ama uyanmıyoruz.
Yooo uyanıyoruz.
Uyanık mıyız uyuyor muyuz anlamıyoruz.
Bitti.

İyiden iyiye hissediyorum. Bir çay kaşığının
cam bardağa çarpması gibi bir şey bu.
Ya da çok uzun ve güzel bir öykünün son kelimesinde
birikmiş anlamlar ve imgeler denizi.

peki açıklama ya da sonuç?
bir şeyler bekliyorlar -onlar mı? evet işte onlar-
bir şeyler istiyorlar -hep istiyorlar,gene istediler-
bana kalırsa herkes kapatsın gözlerini.
Bugünü yok saysın. Dünü de.
Şu anda bilinmeyen bir gezegenden
ışınlanmış hayaletler ordusuyuz.
-silahlarımız bir demet güldür, silahlarımız bir demet yasemendir-

ve oturup ' dünya tarihi' adlı
bir belgeseli.
sonundan başına doğru seyrediyoruz.
-devreler ve hücreler-
-depremler ve yangınlar-
-buluşlar ve kaybedişler
-ölümler ve doğumlar-
'piyano sesleri- Tank sesleri'
böyle işte, böyle...


(Tabutta röveşata filminden bir kare betimlemesi)

Yağmur mu yağıyor –hem evet-hem hayır-
Kara mı döndü yoksa –belki de-
dört kişi yürüyor. Görebiliyorum
çok sisli gibi. Bir kimsesiz
kimsesizler kabristanına götürülüyor.
(bunu seziyorum, çok boyutlu bir sessizlik var çünkü havada)

yeniden gelecekler yeniden gelecekler
herkes farkında,
saçlarını siyaha boyamış bir sarışın gibi güneş.
Bunun da farkında.
Uzaklardan gelen bir piyano sesi. Do Do Re.
Re mi (“mi”ye takıldı kaldı sanki)

Kuşkusuz klarnetler viyolensler de çalıyor
Biri ceviz ağacının altından biri bulutların
Beyazlığından.
Biraz da bağlama sesi.

Bir anda çalıp bir anda susuyorlar.
Herkesin içindeki büyük yenilgiden
Bahsediyor gibiler.
Birazda mezarcılara acele edin, acele edin
Der gibiler…


Hayat kılığında ölüm mü?
Gerçek kılığında düş mü?
Cennet kılığında cehennem mi?
Kadın kılığında erkek mi?
Sevgi kılığında nefret mi?
Düzlük kılığında uçurum mu
Kader kılığında kaos mu?
Özgürlük kılığında kölelik mi?
Bugün kılığında dün mü?
[Yaşadığımız..]

Meltem kılığında kasırga mı?
Şehir kılığında çöl mü?

Su kılığında ateş mi?
Kimse kılığında kimsesizlik mi?
Şefkat kılığında intikam mı?
Kahkaha kılığında ağlama mı?
Saray kılığında mezar mı?
Güvercin kılığında yılan mı?
Hedef kılığında başlangıç mı?
Bulma kılığında kaybediş mi?
Cevap kılığında soru mu?
[Karşılıklarımız..]

Şeker kılığında tuz mu?
Müzik kılığında gürültü mü
Şerbet kılığında zehir mi?
Lider kılığında kasap mı?
Derviş kılığında cellat mı?
Yağmur kılında asit mi?
Kalp kılığında apandisit mi?
Otobüs kılığında cenaze arabası mı?
Ayna kılığında ayna mı?
[Sabahları banyoda baktığımız..]

Şiir kılığında intihar mı?
İntihar kılığında şiir mi?

Yazdıklarımız..

“Sanki böyle kalmışsak ne çıkar karanlıkta
Yaşarız yaşanırsa azıcık ayrıntılarda” (E.C)

Bir inşaat işçisinin –pantolonu-gömleği kum,boya, kireç içinde-
Bakkal tezgahı önünde cebinden parasını çıkarttığı
Sahne: elini cebine götürdü -kurumuş, çatlamış, güneşten yanmış elini-
Parmakları hızla cebe
Gömüldü.
Birkaç beşlik ve birer milyonluk banknotları çıkarttı.
[sanki elinde sevgilisine vereceği çiçekleri tutuyordu]
biraz düşündü –hepsi hepsi birkaç saniye-
uzattı parayı.
Bakkal istediklerini verdi.
Paranın üzerini de aynı şekilde koydu cebine.
Sonra, bir otobüste:
Liseli bir genç kız –mavi gözlü,buğday tenli, kumral saçlı-
Dönerken evine
Birden, can alıcı bir ayrıntı:
Saçlarında [küçücük mavi bir toka.]
Belki de bu kadarı yeterliydi
Her şeyi anlatmaya.



Ne diyordum? Yağmurlar evet
Üşümüyorum ürperiyorum sadece
Biçimini zorlayan bir kedi gibi
Dur biraz
Kapı çalındı, hayır telefon
Telefon kapı telefon
İkisi birden mi yoksa
Yoksa ne telefon ne kapı
Bir şimşek sesi hiç olmazsa
O da değil
Ses filan duymadım ki ben
Yuvarlandıkça büyüyen
Bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki
İki sesi taşıyan bir ses
Neden olmasın
Biraz önceki gibi
Üstümden biri kalkmıştı –yok canım-
Öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi
Yer değiştiren gezgin bir gölge
Bahçedeki ceviz ağacından
İçeri sürüklenen. (E.C)

[45.Sokak karanlık içinde. Kısmi bir elektrik kesintisi.
Telefon çalıyor.]

-Efendim.
(Boğuk, cızırtılı ve cinsiyeti belirsiz bir ses)

-Bardayım.-dışarıda yağmur var- İkinci biramı yudumluyordum
ve şimdi bir yokluğun sonsuza doğru açılımıydı dünya.

(Birkaç saniye süren bir sessizlik.)

-İnsanların vücutları arasından –başlar, yüzler, kollar, bacaklar-
sigara dumanlarının, bir yükselip bir düşen
bira bardaklarının, havada donup kalmış binlerce kedi gibi sözcüklerin,
Gitar ve keman sesleri arasından bakıyorum:
birisi tek başına oturmuş, hatıralar denizinde yüzüyor.
–bıraksan dışarıya, düşen yağmur damlalarını saymaya kalkardı-
birileri sol köşede satranç oynuyor – ne garip-

(Sessizlik kadar süren birkaç saniye.)

- Birkaç masa ötede oturan, genç, bakımlı ve güzel kızın açıkta kalmış
yumuşak ve yuvarlak
ipeksi ve narin
beyaz ve kaygan
sessiz ve içten
masum ve arzulu omzuydu dünya.

(Bir kol saatinin saniyelerinden gelen cılız tiktak sesleri)

- Ne varsa işte
adlandırılmış- adlandırılamamış
yaşanmış-yaşanamamış
anlaşılmış-anlaşılamamış
Hepsi,
Ansızın,
Bir zaman kırılması,
Konuşulacakların bitmesi.
Şekerin çayda eriyip gitmesi
Kendi kendine oynayan bir çocuğun
uykuya dalıvermesi gibi
Anlam ve eşya –yani bir simgeler bütünü-
İçinden değişerek bir omuza dönüştü – ben baktıkça beyazlaşan o omuza-
(Birden konuşmaya başladım. İstemsizce sözcükler çıktı dudaklarımdan. Sanki başka biri benim içimden konuşuyordu.)
- Alo, ne diyorsun? Burada elektrikler kesik..
- Haklısın, 18. yüzyılda Aşk’ı eritip işlettiler... Sonra göklere yükselen işletmeler.
- Yalnızım. Evin içinde bir köstebek gibi dolaşıyorum. Karanlığı deştikçe ben...

(Evin içinden gelen, nereden kaynaklandığını hiç bilemediğim bir ses: tınnn)

- Sorun da burada ya. Karanlıktan söktüğüm karanlık
yığınlarını atacak bir yer bulamıyorum.
Nereye bıraksam acaba? Balkona mı?
-Pencerenin önüne bırak. Gece kuşları gelip konarlar
görünce. Ve hep aynı garip şarkıyı söylerler:
“ Siz bilmezsiniz
Çok iyi bilirsiniz de bilmezlikten gelirsiniz.
Biz her gece, ama her gece
Kendimizle –gece-
Ve kendimizle –gece gece-
Ve de kendimizle
Sevişiriz.
Çünkü
Her yerde köstebekler var. Her yerde.”

(Tıkla pat arasında bir sesle telefon kapandı yüzüme.)

Düşündüm düşündüm:
olsa olsa bir yanılsama, dedim. Ya da bir sanrı.
Telefon sesi. Telefondaki ses. Genç kızın beyaz ve güzel omuzu.
Elektrikler kesik. -Bu doğru-
Dışarıya baktım. Her yerin ışığı var.
Sigortaya baktım. –atmış-

(Öyle ya 18. yüzyılda elektrik mi varmış?)

21.05.1777
Bir Edip Cansever tutkunundan dizeler



Duvarlar sessiz.
O kadar sessiz ki
-Ben de öyleyim-
Hadi söyle.. hadi söyle
kırkıncı ayağı topal kırkayak..

Bu kadar mı zor?

Mum alevinden sigarımı yaktım.
Nigtwish konser veriyor.

Hey duyan yok mu beni?
Orası dünyanın sonu mu?
Sonun, en sondan bir öncekinin yansıması olduğu
Bir dünyadan sesleniyorum.
-bütün kedileri, bütün kedileri...
ne olur bırakın o kedileri

-yürüsünler diye duvarların üzerinde-

Ah işte ben – karanlığın üvey çocuğu- yokluğu böyle yenerim sandım.
Ah Tanrım- ölümü de böyle yenecektim,
Neye yenildim? Kime yenildim.
Hepsi, hepsi bir..

Ve de itiraf ediyorum, bir sevgilim var.
O yalnızca ve yalnızca merdivenleri sakin ve telaşsız çıkarken
O yalnızca iki bina arasında, elinde bir takım kitaplarla yürürken -
dalgın ve gözleri ileride sabit bir noktaya bakarken
O yalnızca simsiyah elbiseleri ile cenazeye giderken
–her gün bir cenazeye gidiyor, ya da bir cenazeden geliyordur-
Görülmüştür.
Nüfusta kaydı yoktur.
Hiçbir yerde ona numara verilmemiştir.
Mahalle Muhtarları da adresini bilmezler.
Ben de bilmem. İşin aslı hiç kimse bilmez.

Anlıyorsunuz ya 'O' yüzden bu haldeyim.


Başım ağrıyor, başım ağrıyor..Uyku tutmuyor -gece beni istemiyor mu ne? - içimde o kadar çok hayat var ki yaşanmamış, ah içimde o kadar çok ölüm var ki ölünmemiş, hep istenmiş, istenmiş, istendikçe de gecikmiş bekliyorlar beni, hissediyorum –korkmak mı, korku olmasın artık nolur- Dışarıda o kadar çok hayat var ki –biliyorum çoğu için anlamsızım- Günler aynı günlerde- pazartesi, Salı, Çarşamba. Aylardan aynı aylarda –Eylül, Ekim Kasım-Yağmurlar ve şemsiyeler, onlar da aynılar. Sabahlar ve günbatımları- aradaki fark nedir? Şudur işte: anlatıldıkça anlaşılmayan, gösterildikçe görünmeyen,bilindikçe bilinmeyen, söylendikçe söylenemeyecek olan, baktıkça kaybolan, artırdıkça eksilen, korudukça yara alan, sakındıkça incinen bir şey. Öyle küçük bir şey ki bu, küçüldükçe büyüyen... Anlatamıyorum, vazgeçtim. Ben aynı ben de – sebebini söyle- hayır sebepsizim, kendi kendine konuşan, bakmayın siz, işime geldiğinde deliyim, işime gelmezse... Bilmiyorum o kadarını seçemiyorum işte. Neden? –sözcüklerin gizemli labirentlerinde kayboldum.- kendime ne kadar çok kızdım, masaları yumrukladım. –hepsini, hepsini...Yemek masasını, bilgisayar masasını, içki masasını, fakir masasını, öğretmen masasını, komutan masasını, cinayet masasını... Hatta bir ara öyle ileri gittim ki Edip Ustamın masasının önünde buldum kendimi. İşte ancak o zaman sıktığım yumruklarımı gevşettim, koynumda yıllardır sakladığım Menekşeyi bırakıverdim usulca önüne. Ve dedim:Edip ustam bak işte. Acılar büyüyor acıların içinde.Bense yürüdüm hep yürüdüm, yollar yollar yollar... Labirentin yollarıydı bunlar, her an içimde bir çıkışı buldum-bulacağım hissi ile yürüyordum. O yollarda garip şeyler görüyordum, örneğin gövdesi olmadığı halde yürüyen kadın bacakları, üst üste konulmuş bilyeler, bacakları olmayan masaların üzerinde bacakları olmayan sandalyeler, uçan halıların üzerinde pembe renkli el gırgırları, havada asılı duran karpuz kabukları, her yeri kaplayan ters bırakılmış şemsiyeler, hiçbir yere bakmayan göz bebekleri, kuyruksuz uçurtmalar, boş salıncaklar. Karanlığa çakılmış küçücük ayakkabı çivileri, kendi kendine dönüp duran saat çarkları. -hemen ardından bir çığlık duyuyordum- sonra bir yol. Fakat öyle bir yol ki yapayalnız bir yol, küskün bir yol, bir yere götürmeyen, yoldan başka hiçbir şey olmayan bir yol. Bir de bakıyorum ki gökyüzüne doğru yükseliyor. Sanki bütün dünya yok olmuş da sadece bu yol kalmış geride. Karşıdan da atlılar geliyor. Tam yedi atlı. Gökkuşağının renklerinde dolu dizgin bana doğru koşuyorlar. İşte o zaman korkmaya başlıyorum Edip usta. Çılgın bir ressamın tablosu içinde hissediyorum kendimi.
Edip ustam dalgın dalgın bir yerlere bakıyordu. Düşerken sözcükler dudaklarından sanki yüzlerce boyut iç içe giriyordu:
-Ressam da sensin resim de.. Her şeyin içimizdeki resmini türlü renklere boyarız hep. Gördüklerin bundan ibaret. Ve Tragedya ise kaçınılmazdır. Üzülme bu hepimizin trajedisi. (Masanın üzerindeki menekşe sürekli renk değiştiriyordu. bir mor oluyordu, bir kırmızı.)

Siz görmediniz, doğrusu bende pek gördüğümü söyleyemem. Bu satırları yazarken başımı sola çevirdim, -isteyerek değil- Bir şey geçip gitti sanki kapının dikdörtgen buzlu cam bölmesinden belli belirsiz gördüğüm koridordan. Vartuhi olabilir mi acaba? Olabilir belki. Kaç gündür söyleyip duruyorum:
“Bir karanlık gibi geçen Vartuhi
. Ölüme
saplı bir bıçak gibi Armenak.”


I
Yanağımdan öptü. Her zamanki ses tonuyla konuştu.
-Öyle yalnızım ki
-Biliyorum, dedim. Her zaman olduğu gibi. Fakat, işte günlerdir korktuğum o korkunç an artık gerçekleşiyordu. Gözlerime baktı.
-Bilemezsin.
II.
Sigarayı dudaklarından aldı. Dumanını yüzüme doğru üflerken bacak bacak üstüne atarak konuştu.
-Hep aynı şey oluyor değil mi?
-Hayır. Aynı şey olmuyor, her an her şey yeniden ve değiştirilerek yaratılıyor, dedim. Her zaman olduğu gibi. Fakat, işte bir gün geleceğinden emin olduğum acı an geliyordu. Pencereden dışarı baktı.
-Boş versene, hepsi aynı şey
III.
Tabağında gezdirdiği çatalını bırakıverdi birden. Masadaki boş bardağa bakarak konuştu.
-Bir gün ansızın benim yerime bir boşlukla yemek yersen ne yaparsın?
-Ne yapacağım, kırmızı renkli mumlarımız yakıp erimelerini izleyeceğim, dedim. Her zaman olduğu gibi. Fakat, bir başkalık vardı çatalı tutuşunda.Gecelerimi kemiren kabus hızla kapladı tüm hücrelerimi. Çatalı tabağa düştü.
- Bizim hiç kırmızı mumumuz olmadı ki.

Ölümün iç organları eriyor,
Bomboş bir kap gibi kalıyor öylece.
Bir şeyler- hani o ölümsüzlüğün Aşk’la öpüştüğü, hani bir hayaletin başka bir hayaletin içinden geçip gittiği, hani o sağır ve dilsiz kız çocuğunun rüyasında ansızın görünüp kaybolan beyaz yüzlü, mavi bakışlı genç ölen bir ortaçağ Prensesi’nin aleminden bir şey-
huzursuz ediyor sebepsiz yere..
Bir dolup bir boşalıyor ölümle kaplı sözcükler
Umutla- bilmiyorum belki birazcık da sevdayla- yıkanıyor
Düşler.
Az daha, az daha yaşayalım.
Olmazsa biraz daha yaşayalım.
Anlayalım, hiçbir şey anlamasak da
Görelim: İşte, orada Musa Asasıyla
Denizin kalbini arıyor.
İşte orada Nietczhe boşluktan martı heykelleri yontuyor.

Bazen de konuşmayalım öyleyse,
öylesine bir adım atalım, her zaman yürüdüğümüz sokağın
hiç basmadığımız bir yerine –öyle ya bunu da mı anlatacağız-
her şeyi anlatacak mıyız?
-Tamam, biraz da sessiz konuşayım- ama dinleyin,
söz verin dinleyeceğinize- gökyüzü uçarsa kuşlar ne yapardı-
(Dinleyeni olmazsa sözün...)


(Mum alevden dansına başlıyor)
“Gecenin üzerinde Ay”
Masanın üzerinde imla kılavuzu
Masanın üzerinde tırnak makası
Masanın üzerinde küllük
Masanın üzerinde sigara paketi

“Masanın üzerinde Kağıt”

Kağıdın üzerinde harf
Kağıdın üzerinde noktalı virgül
Kağıdın üzerinde tükenmiş silgi
Kağıdın üzerinde/ büyü.;

(Mum sönüyor, tüm acılar ve tüm sevinçler imgelerin üzerine düştüğünde
görünmeyen bir kalemle ve görünmeyen harflerle bir şiir yazıyor derviş.
Yalnız kendisi okuyor, yalnız kendisi...)
[




]
kelimelerin üzerinde derviş
Dervişin üzerinde ölüm
Ölümün üzerinde hayat
Hayatın üzerinde derviş

(İçinde bir eziklikle kalkıyor, pencereden dışarı bakıyor:
yeryüzünden gökyüzüne yağıyor yağmur.. Ve cırcır böceklerinin sonsuzluğa bestelediği notasız ezgi.)

Yağmurun üzerinde bulut
Kuşların üzerinde ağaç
Geminin üzerinde deniz
Gözyaşlarının üzerinde yüz –bir çocuk-

(Ruhunun kendisine oluşturduğu girdaplarda derin uykulara dalıyor, bazen düşlerinde geleceği gördüğü de oluyor. Fakat ne yapsa keder bir gölge gibi peşinde. Maddeye ve zamana nüfuz etmenin bedelini ödüyor.)

Ayın üzerinde gece

(Saniyelerin üzerinde saat durmuş, alevlerin üzerinde mum eriyip tükenmiştir artık.)

Kayıp Hayatlar Antolojisi (sayfa 99)

Gecenin geç saatleri birbiri ile sevişirken,
Birden, bire hayat bulmuş hücreleri
Yaşanmışlıktan yorgun, bir başka türlü susuyor,
Susuyor artık hiçbir şey istemiyor dudakları
her yerde tutunamamışlığın acısı,
tutunamamışlığının acısı..
artık herkese yabancı. Yabancı kendine bile.

Yosun tutmuş yüreği çoktan, denizler
hep dalgalı. Ne zaman bir kadını sevse, teknesi
kız kulesine çarparak parçalanırdı.

Nasıl? Nasıl nasıl?
Varolmuştu yoktan. Yoktan.
Her şey varoluyordu da o neden, o neden?
Nereden bir hayat? Neredendir bu hüzün.

(Elinden düşürdüğü siyah çizgili, kırmızı plastik topunun peşinden giden bir çocuk kayboldu.
Etrafına baktı, baktı.. İşte o an hayat ölüme eşdeğerdi, ölüm hayata. Acı mutluluğa eş değerdi mutluluk acıya, Her şey her şey..Her şey birbirine eşdeğerdi.. yalnızlık ve yuvasına giren bir karınca.)

Dümdüz bir dünyanın üzerinde dolaşıyordu
Ayaksız ve aylak..
Yokluk: İşte gidiyorsun o karanlık geceye (hayır? bunu yapma.)
Varlık: Ama yapmalıyım? Gücüm yok artık görmeye,
Çünkü beni gece yarattı. Yo hayır, kim demiş, beni
Günahlarından kaçan bir penguen ya da bilmiyorum kırda kopan
bir papatya yaprağı yarattı. İşte öyle bir şeyim
ve
Biliyorum anne, ölüm
Beyaz.
gelinliğini giymiş beni bekliyor,
Yatağımda. Sarılsam sarılsam..
sonsuza dek beyaz olsam.

Gece: Gözyaşlarıyla yıkandı yanaklarım..



Saniyelerin geçişini içimde hissettim
Aynı kutupları karşılıklı konumlandırılmış
Mıknatıslar gibiydi anlar.
Ve birbirlerini itiyorlardı.
Bazı anlar ise
Mutsuzluktan öleceğimi sandım.

Yazdım yazdım: “sözcükler anlamsız”, “sözcükler anlamsız”
Koştum koştum: “sokaklar çıkışsız”, “sokaklar çıkışsız.”
Durdum durdum: “duraklar ıssız”, “duraklar ıssız”
Baktım baktım: “ bebekler kundaksız”, “bebekler kundaksız”
Yalnız, yalnız..
Sözcükler, sokaklar, duraklar ve bebekler
Tanrım bizi kendimize bağışla,
Yağmuru buluta
Yıldızı geceye
Düşü uykuya
Çiçeği bahara
Dakikayı saate
Maviyi göğe bağışla
Sokağı caddeye
Bebeği anneye
Bekleyeni durağa
Anlamı sözcüğe

Hatırlıyorum da o günü; bulutluydu gökyüzü, bir güvercin uçmuştu yan binanın balkonundan
Köşeyi bir seyyar satıcı dönüyordu,
Bir motorun homurtusu kulaklarımdaydı
Dünya dönmekten vazgeçti – bilmiyorum, belki bana öyle söyledi-



Sessiz mi sessiz bir gemi

Başları öne eğik yürüyorlardı
Kollarında durmuş saatler
Var - dı
Gemiye doğru yaklaştılar
Arkalarında siyah çizmeli
Melekler
Sessizlik içinde
Notalar yerlerini şaşırmıştı.
Birden bir düdük sesi.
Kırmızı pardösüleriyle
Yırtık sesleriyle
Yeniden diriliş piyesini canlandıran
Oyuncuların
Hepsi başını göğe kaldırdı.
- Ey Tanrım, biz yaşadık mı?
Gerilerden Felluceli bir çocuk koştu, aralarından geçti, tırmandı gemiye
Gördüler onlarda, işte güvertede, diz çökmüş oturuyor.
Nedense bazı şeyler çok hızlı oluyor, mesela gece çöküyor.
Fakat o gözleriyle bir şeyler söylediydi. Biz de orda mıydık?
Onlar da orda mıydılar? Durmuş saatleri ve kırmızı pardösüleri hatırlıyorduk
hayal meyal. Unutmalıydık belki her şeyi...sustuk. Sonra aradan dokuz yıl geçtiğini öğrendik.
İçimizden birisi ben gemiyi hatırlıyorum dedi. Açık maviydi gözleri. Kahverengi oluverdi. O Gemiyi, siyah çizmeli melekleri...hepsini. Çocuk, bir çocuk güvertedeydi.
Hep birden söyledik içimizden –gemi de kalkmak üzereydi-
Peki ne diyordu? Sanki başka bir dilden konuşuyordu. Gerçekten de pek anlaşılmıyordu.
Bir cümle birikmeye başladı içimizde de biz
Biz işte o anda gemiye biniyorduk.
Kalp atışlarımız durmuştu
-
-.
Bir elektro şok, bir daha bir daha..
Anladık artık ne diyordu.

- O sonsuz aşkın yıldızı ne zaman yörüngesinden çıktı?


Harfler artık birbirinden kaçıyordu
-
-
“ Ne çıkar siz bizi anlamasanız da”


Yalnızlığın Karanlığı
Seni seviyorum. İşte öyle.
Basit gibi görünür çok zordur.
Karanlık tanılar uyurlarken loş ışıktan
Yastıklarında..Yastıklarınsa göz yaşıysa
Korkunçtur, biliyorsun işte ne demektir korkunç
Görmüşsündür. Görmüşsündür. Biliyorsundur
Ah işte biliyorsun ya..Ne deyim ki..

Ağırlaşıyorsa ruhun bedeninde.
İnanmıyorsan ruha.. işte o beden dediğin her neyse.
Görmüşsündür. Bir yalnızlık diğerinin
İçinde.
İçindeyken bir yağmur damlasının.
İçindeyken. Mahcup bir keşişin
Yüreğiyle kesiyor işte yüreğim.
Biliyorsun ya orasında. Tam orasında.
Bir yangının tam ortasında.
Ölüme iç içe bir...hayatın tam..
Yamıyorsun bir acıyı diğeriyle.
Yırtık dökük üstün başın.
Ne anlatmakla ne yaşamakla.
Yaşamak yamalıklarla..

Gülen Siyah

                                                                  Ara Güler

17 Temmuz 2011 Pazar

SAYDAM



seni ilk gördüğümde yatakta hayal ettim
neden yalan söyleyim
bütün kadınları rüyamda çıplak görürüm
 
Saydam


                                                             Ümmühan Yılmaz

12 Temmuz 2011 Salı

TEK GÖZ OLUK


uçucu bir boşluktu
sona ermeyecek sandığımız…


sihirli yıldız tozlarını serpiştirdi
önce ve hep
bedenlerine ve dirilmiş ruhlarına tüm hükmediciliğiyle.
yaralı parmaklarının sonsuzluğa öykünen
maceralarından bir zerresinde, yine
yeryüzüne dokunmadan süregiden
kirpiklerini ay ışığına yasladılar
tane tane…
kirpiklerinin okları kendi danslarını raksediyorken


tenleri ve “ben”leri boşlukta
salına salına asılı...
silüetlerinin eskiz çalışmaları
evrenin derinliklerinde damarlarla kazılı
dipsiz boşluğun baloncuklarında ayrışmış ruhları
demirin çekim gücüne direniyordu.


serzeniştir “mani”ler…


loşluğun zerreciklerinde
kan damarları hızlanır.
hızlandı…
akıncılar toplandı devasa üçgen gezegeninin
bütüncül varoşlarına.


parmak uçlarından akan irtifanın asil damlataşları !


gece
yakıcı bir boşluğa uzanıyordu
şamanist yıldızların tozlarını serpiştirdiği
evrene, aya ve ışığının dansına
ve sona ermeyeceğini sanrıladığımız
yıkıcı boşluğa…

 üç ton kara

                                                            Ümmühan Yılmaz

4 Temmuz 2011 Pazartesi

SOKRATES'E AİT NE VAR ELİMİZDE!


ÜÇRENK FELSEFEYE DÜŞERKEN

En başa, kendisinin ve dış dünyanın varlığının bilincine ilk varan insan zihnine ulaşabilseydik, orada ne görürdük? Muhtemelen korku ve belirsizlik. Çünkü başlangıçta korku ve belirsizlik vardı. Çözüm anlamı bulmaktı; evrenin, doğanın, insanın anlamını. Önce doğaüstü güçler ve dinsel inanışlar sunuldu insana, anlam arayışına yanıt olarak; sonra aklın ve düşüncenin ürünü olan felsefe.

Derler ki, felsefi düşüncenin doğuşunda, insanın yetinmeyen, hep daha fazlasını, daha iyisini ve doğrusunu talep eden bir varlık oluşu yatmaktadır. Var olan açıklamaları yeterli bulmayan insan zihninin, aklın ve düşünebilme yetisinin daha tatmin edici yanıtlar üretebildiğini fark ettiği noktada felsefi eylem başlamıştır.

Ve yine derler ki, felsefe kızamık gibidir, ancak kızamıklı birinden geçer. Üçrenk kızamık kapmak üzere…

Borges Defteri’nden sevgili dostumuz Argos Ahiska’nın kaleminden çıkma bir yazı ile felsefeyi kucaklıyor Üçrenk: Sokrates’e ait ne var elimizde.

Bazı felsefe tarihçilerine göre, Sokrates bir insan olmadan önce bir sorundur. Felsefeyi eylem alanına aktarmanın ilk örneklerinden olan yaşamı, fikirleri, kendisinden sonra gelecek büyük zihinler üzerinde yarattığı etkiyle felsefi ve kültürel bir fenomen Sokrates. İnsanın yaklaşık iki bin beş yüz yıldır üzerinde kafa yorduğu, tekrar tekrar anlamaya çalıştığı bir fenomen. Argos Ahiska, bizlerle paylaştığı cümleleriyle bu fenomeni yeniden gündemimize sokuyor ve bizlere Sokrates üzerinde yeniden düşünme serüveninin kapılarını açıyor. O kapıdan seve seve geçiyoruz, çünkü;

“ Felsefe direnmenin temel biçimidir
  Çünkü dünyanın kendisine direnmedir
  Felsefe direnmektir – dünyaya” ( O.Aruoba)

Argos Ahiska ve Borges Defteri’ne teşekkürlerimizle.

İyi okumalar

Üçrenk
 
.............................................................



Sokrates, 77. Olimpiyatın dördüncü yılında, yani İ.Ö 470/469 yılında, Atina’da doğdu. Atina’nın demokratik serpilme dönemiydi o sıralar. Bir sanatçının, yani heykeltıraşın oğlu olan Sokrates ergenlik yıllarından itibaren baba mesleğini usta sayılabilecek ölçütte öğrenir, çoğu kimse aslında Sokrates’in çok usta bir heykeltıraş olduğunu bilmez. Hatta kendini felsefeye adamadan önce uzun bir süre heykeltıraşlık yaparak hayatını sürdürür. Bazı antik dönem kayıtlarına göre Sokrates’in elinden çıkmış heykeller olağanüstü güzellikteymiş. Bin yılların ardından kim bilir hangi toprağın altında kendilerini zamanın akışından koruyorlar. Bir süre sonra kendini tamamen felsefeye verir.  Sokrates’in felsefi yönelimine, yöntemine Meotik adını vermesi ise  ilginç bir öyküyü anımsatır. Meotik Yunanca “maieuein” sözcüğünden türetilmiş, anlamı ise doğurmadır. Ama her şeyden önce Sokrates’e bu ismi benimseten ise mesleği ebe olan annesi olmuştur! Peleponez savaşlarına katıldığını biliyoruz, kimisi onun cesaretini, kimsi ise korkaklığından söz eder. Zamanın güç erkine meydana okuyarak Attika demokrasinin durumunu bir zamanlar eleştirdiği için kendisinden destek uman oligarşik zulüm egemenliğine yardımı reddetmiştir, ama öyküler  Sokrates’in felsefi yaşamını eksiksiz olarak vermekten de uzak. Zamanın komedi şairlerinin şiirlerinde ona yer vermelerine de şaşırmamalıyız. Sokrates heykeltıraşlığı bıraktıktan sonra hiç bir işe  girmedi. Sık sık Pazar yerinde, Atina’daki spor salonlarını çevreleyen kutsal ormandaydı. Zamanı ve keyfi olan herkesle doğru bir yaşam üzerine konuşuyordu. Konuştuklarının kafasını karıştırmayı da fazlasıyla beceriyordu.  Erdemli yaşamayı bildiklerini iddia edenlerin havası kısa sürede sönüyordu onun öne sürdüğü derin sözcükler aracılığıyla.  O anlarda sözde bilgi, bilgisizliğin  bilinmesine dönüşüyordu.  İşinden başka bir şey düşünmeyen sadık Atik yurttaşları  Sokrates’e herhalde hem değerli zamanını çar çur eden, hem  de geleneğin kutsadığı değerlerden kuşkuya düşen mızmızın, zıt düşüncelinin biri diye bakıyorlardı. O dönemlerde bazı meraklı bakışlar Sokrates Soruları’ndan etkilendi. Ortada bir göz boyama, olmadığını, soruların altında büyük bir bilgeliğin yattığını hissettiler. Delf’li falcı Sokrates’in en bilge kişi olduğunu boşuna ilan etti. Çünkü Sokrates’in kendisi hiçbir şey bilmediğini söylüyordu. Bu kimseler Sokrates ile diyalog kurdular, Sokrates çevresini oluşturdular ve hocalarını yücelttiler.  Onu dinlemeye gelenler Sokrates’i bir otorite olarak kabul etseler de, o hiçbir zaman öğreten biri olarak ortaya çıkmadı. O hep soran, arayan, öğrenen oldu. Bu  onun bir mal sattıklarını öne süren ve bu yüzden para isteyen Sofistlerden ayırır. Sokrates, değil para armağan  bile almıyordu. Sokrates her akşam eve cepleri boş dönüyordu, günümüzdeki bir çok ressamın, heykeltıraşın, şairin, yazarın, sanatçının hala içinde bulunduğu sıkıntılar gibi, şan, şöhret, ün, para, meta aşığı ucube tayfalar haricinde toplum hala doğru düzgün üreten, yaratan insanı cezalandırmaya devam ediyor, öte yandan tüm manevi hazzını, doyumunu da bu kuşak üzerinden türlü hilelerle tatmin etmeyi başarıyor, bu çarkın en sıradan dişlisi ise günümüzün bezirgan kılıklı kimi küratörlerdir.
Tarihi kaynaklar Sokrates’in  Ksnatippe adında güzel bir Atina’lı kızla evlendiğini aktarır.
Bilgiyi kendine özgü neşeyle birleştirmesi, nevi şahsına münhasır komik biri diye ünlenmesine yol açar. Ziyafetlerde şarap içmede kimseden aşağı kalmıyordu. Herkes masaların altında sızıp kalmışken o pazara çıkar ve felsefi konuşmalara girerdi: “ Alacakaranlıkta durur, dalıp gider, bir şeylere kafa yorardı. Çözmedikçe oradan ayrılmaz, kafasında araştırarak öylece kalırdı.Öğlen olur, insanlar bu durumu fark eder, şaşırırlar, birbirilerine Sokrates’in sabahın köründen beri orada durduğunu, sürekli bir şeylere kafa yorduğunu söylerlerdi. Sonra akşam, bazı İyonyalılar serinlemek için sokaklara çıkarlardı. Biraz da Sokrates acaba bütün gece orada duracak mı diye merak ederlerdi. O ise gün ağarana, güneş doğana kadar öylece dururdu. Sonra güneşe dua  etmek için giderdi.” (Platon-Ziyafet, 220)
Sokrates on yıllar boyu filozof yaşamını özgürce sürdürdü. Çoğu ona güldü, hatta  ondan nefret etti. Diğerleri ise hayranlık duydu ve yüceltti. Ne var ki, 5. yüzyıldan 4. yüzyıla geçerken üzerine kara bulutlar çöktü. İ.Ö 399’da yargılandı. Dava sonucu zehir içerek ölüme mahkum oldu ve ceza infaz edildi. Ne olmuştu? Perikles zamanında( İ.Ö 494-429) Atina kültürel ve ekonomik gelişiminin zirvesinde ve demokratik düzen hiç olmadığı kadar sağlamken siyasi güçler Sokrates’e pek aldırmıyorlardı. Tersine onu Atina’nın atraksiyonlarından biri olarak görüyorlardı. O ise yaşamını özgürce düşünmenin ellerine teslim etti.  Platon ise ona ait  tek ses oldu, söz oldu, yankılandı.


Argos  a.




2 Temmuz 2011 Cumartesi

GÜNAYDIN E.


                                                   “ Okunacak bir metin olarak ben, yazarken senden yavaş yavaş
                                                      Varlığını çekip alan tükenişle var kalıyorum.”


Yağmur omuzlarıma damlıyor. Omuzlarım çıplak. Damlalar tenha. Omuzlarımdaki ıslaklığı duyuyor ve bunun enfes bir sabah olduğunu düşünüyorum. Bunu E.’ye de yazdım: Enfes bir sabah, dedim. Bir de günaydın. Yağmur damlacıklarının bedenimde seçtikleri konum yüzünden, daima olduğumdan biraz daha neşeliyim. Hep olduğumdan daha fazla.

Neşemin olduğum şeyle, her neysem, ilgisi olduğunu nicedir biliyordum; bilmediğim ise nedeniydi. Yüzümde nikbin bir tebessümle yaşıyor olmamın, olmadığım bir şeyle ilgisini de az çok seziyordum. Aslında neyim, sorusunu sorabilmem için o enfes sabahın gelmesi ve yağmur damlacıklarının az sonra terk edeceğim şehrin tenha bir sokağında omuzlarıma düşmesi gerekecekti.


Gerçek bir varlık olmayıp, başka bir zihnin kurgusu olduğum fikrini sindirir sindirmez, neşeme sıkıca sarılmış olmamın, çok derindeki o korkuyla ilişkisi olduğunu sananlar yanılıyorlar. Saf neşe’yim ben. Kurgulanmış ve hizmete sunulmuş saflığı garanti bir neşe.

Soru sorabileceğimi söylüyor yaratıcım. İstencim olduğunu, düşünebileceğimi ve hatta neşemi bulaşıcı bir hale getirebileceğimi. O yüzden: Günaydın E.

Varoluş sorunum olup olmadığıma indirgendiğinde, “hallolmayan bir can çekişme “nin boğazıma yapışıp kalacağına ilişkin inancın beni rahatlattığını söyleyebilirdim. Ama oluş, “ bireysel varoluşun akışkan anlamı” imiş. Üzerine gitme, diyor yaratıcım. Oluşunu kabullen. Neşe’yi.

Neden, diyorum. Neden neşe; onca varoluş hali varken arkasına gizlenebileceği. Beni neşe’den ibaret bir giysiye mahkum edişi neden? Çünkü neşe ancak yalnızlıktan ölürmüş, cevabıyla teselli bulmaya çoktan hazırken; neşemin sorumlusunun yanıtıyla burkuluyor içim: “ çünkü kahraman neşelidir”

İşte bu yüzden, neşeli bir sabah. Günaydın E.


Üçrenk Kırmızı



                                       
                                                                            Mustafa Ata