26 Temmuz 2013 Cuma

ALİ'İS...



Ali İsmail

Ethem

Medeni

Abdullah

Mehmet'e...




ali'is...

harikalar diyarında mısın?

kar ve aşk üşüyor peşinden

geleceğini sabahlıyor bir kadın.

ali'is...

ne yapsak bulamıyoruz

serüvenin altın tokasını

çok şiir okumayan biri

öfkeyi yazıyor günlüğüne


uçurumlarımızı değişiyoruz


Saydam


22 Temmuz 2013 Pazartesi

GRİ GÜNCE 2-5



Gri 2

II

Mekaniğin yasaları gibi alışkanlıklar da ait oldukları bütüne dahildirler. Devinen yüklemin tekdüzeliğinden fışkıran maluma yazgılı özne misali kendi iliklenmelerini, limitlerini soluyup gerçekleşirler. Ancak, rastlantılar bu özünlülüğü -araya girerek- kendi yazgılarıyla karmaşık hale getirirler. Onları süsler ve türevlerle yalnızlaştırıp, o zarif deneyimden, hakikatten ve ona duyulan saf eğilimden uzaklaştırırlar. Gözlemlediğimiz bir alışkanlık bir süre sonra karakterimizde gedikler açar. Öyle ki; kararlı bir mizacın zaaflarını bile birer erdem olarak, süslemeden içimize eker. Bakınanda şevke gelen ve bakınanı mucizevî inceliklerine boğan bu zarif tutku tam da bu anda bileşimini yitirir ve gözleyenin nazarında işlenip ölgünleşir. Bir evin gözeneklerinden dışarıya kımıldayan bu kurtçul direngenlik; küçüle küçüle dışarının görünmezliğine eklenir, onda eklemlenir ve onun tökezlemelerini ustalıkla kemirir. Evde. Nelere alışılmaz ki. Ne çok alışkanlık.

Bir odanın penceresine patlayan ve içine sırf biçemi üzerinden varlığımızın karanlık, katı dokusunu renk renk desenlerle fısıldayan çizgisiz, anlık kıvılcımlarla bizi hafifliğin ışığına bağlayan... İşaretler renklere, ketum, donuk renkler de örtülü hislerle duygulara sürünür. Bir yaşlıcağız ağır aksak yolalıyor -yeniden bulur gibi- buruşmuş ağırlığınca çıkarımsız, taşmış bir yitişle. Eline asılı bir çanta; uçucu bir kavrayışla sürüklenen, diğer elinde; titrekliğini dikey bir ağırlığa uzuvlayan gri siyah bir şemsiye. Günün sabahında sokağın tozunu alır gibi yalpalayan soluğuyla o anın çakımını, yorgunlukla bitiklik arası bir ucu boşluğa savurur ve gelecekle ilgili taşkınlığı-tebessümle-güvensizliğin sarmalına bırakır.

Sözcüklenmiş bu biçem bizi kederlendirmekle kalmaz; bakışımıza da farkına varmadığımız eğilimlerin yumağını bırakır. Bizi ayartan bu keşif, anlık bir hüzünden; sevince de evrilir. Böylece beklemenin değil, davranmanın esrikliğine olan inancımız pekişir.

Güneş yılgıyla dokunuyordu; kanı alınmış bir uzuv gibi nesneler titreşen yalımlardan kopup kopup başkalaşan, farklılaşan ıssız izlekler ağırlıyordu. Sessizlik. Kulağında çınlayıp duruyordu. Her şeyin çekildikten sonra geride bıraktığı sesti bu. Bu da tekdüze ve mecrasızdı. Israrla belirlemeye çalıştı; hangi nesneden,en çok hangisinden geriye kalandı, diye. Ama çınlama her yerde idi. Ona odaklandığında- ki odaklanamıyordu-sanki onu birarada tutan o sümüksü, elastik doku çözülüyor, dağılıyor gibiydi. Bu çınlama bir gidiş değil de bir yitişti sanki; bir sözcük, bir inleme gibi bir deneyimden fışkırıyor, onu duyumsayacak olanı yoklarken anlaşılmaz bir halde çırpınıyor ve başka bir dokuda patlıyordu. Benliğin kuşadığı, zaptetmeye çabaladığı vahşiliğe koşulu, kapatılmış bir kavram gibi bir ağızdan fırlayıp boşluğa dökülüyor, sonsuzluğun bükülemeyen uçkurunda külleniyordu. Aynı zamanda duyulamayandı da bu çınlama, ona yakalanma, onda yakalanma onu kusturacak ve bu kusma ile bir ilk olacaktı; dağılıp-çözünüp, deneyimlenen zamanın, mekanın ve a priori yasaların yutulduğu boşluk... Boşluk, ''bir''i şeylere çınlıyordu.

Küçük odanın perdesini örttü, ama perde pencereyi tamamen örtecek büyüklükte değildi ve sırf bu yüzden dışarıya bakmaya delil bulmuşçasına gözattı. Sakınan bir bakışla hızla gezindi, karanlığa yedirilmiş ağaçları aynı hızla ürkekçe ama belirsiz korkuyu biraz da çekingenliğe yoracak düşüncelilikle hatta bunu da sıyırıp atan utangaçlığa aralayarak sürdürdü. Ne vardı dışarıda? Bu neydi, başını cama yapıştırmak, ''ben burdayım...'' demenin hangi amaçla sahnelenen oyunuydu? Neyi fark etmişti? İki servi ağacı, bir iki araba sonra, sonra; hiçbirşey. Ama hayır, hayır hayır; bunlar değildi gördüğü esas bunların bir arada durduğu, durmakla gizlediği, gizleyerek belirginleştirdiği, onu gözleyen, onu merkez kılan tetik, katı ve keskin gözler; saplantılı öngörüler idi.

gri günce - 5

Yüzüne yerleşen yenik ruhu yetinmeyip, tüm bedenini de hükmüne eğip onu da odaya hapsetti. Yüzünün alımlı grisi düzensiz, iğreti çillerine gömüldü. Sivrilen her uzuvda büyüdükçe büyüdü ve uykusuzluğun çıldırtıcı yoğunluğuna yedirildi. Bir duygunun bedene yedirdiği bu zehir tüm deneyimlerini belleğinden kopartıyor, bedenine gösterdiği ilgiyi bedenin bu bilince tutkuyla koşmasını bir çeşit hummaya tutuyor, onu ya oburlaştırıyor ya da deneyimin yaşamsal koşuşundan koparıp alıyordu.

Gri


16 Temmuz 2013 Salı

DENİZE KARŞI, SAHİBİNDEN

Eskiden boğulmak için sularım vardı. Şimdiyse susuzluktan boğuluyorum. Sen benim denizimi aldın. Bir ipeği ucundan tutup yırtar gibi yırttın onu. Çölün ortasında bir balıkçı heykeli gibi kaldım. Babam sağken, ‘dağı seviyorsan yangına da alışmalısın oğlum’ derdi. Yangını dağdan daha çok sevdim sanırım. O zaman anladım, sana dokunanın ateş bulaşırdı ellerine. İnsan içinde közlerle gezer de, farkına varmazdı paçalarından dökülen külün.

‘Biz’ diye bir şey olmadı ki hiç. Sen ve başkaları oldu hep. Ben balkondan çürüsün diye sarkıtılan çamaşır iplerine benzedim zamanla. Rüyalarımda hep ağladığımı gördüm. Biz çoktan yitirdik o şansı. Hep ‘bende kal’ diyememenin ağrısı düştü payımıza. Uzaklıklardan evler yaptık kendimize. Sonra o evlere gömdük çocukluğumuzu. Deniz kıyısında delicesine koşturan atlara bakıp, nasıl da uzaklaştığını gördüm içimdeki neşenin.

Hem erik toplayamadığımız günleri ne çabuk unuttun. Ya çıkamadığımız ağaçları, inemediğimiz kıyıları, mesafelerin göğsünde uyutamadığımız olasılıkları, demli çayın buharını, gidemediğimiz şehirleri… Beraber ezbere söylediğimiz bir şarkımız bile olmadı bizim. Hep aksak bir ağaç gibi durduk gecenin kenarında.

Bir gün sana anlatmaktan vazgeçtim rüyalarımı. Şiirlerimi okumaktan, mektuplar yazmaktan, her sabah senin için denizin üstüne dönen martılara bir şeyler söylemekten, suların ortasına içinde harf kırıntıları taşıyan potkallar bırakmaktan, begonyalı pencerelerde yıldızları saymaktan vazgeçtim. Çünkü imkânsız bir hayaldik biz. Unutulmuş bir öyküde geçen iki küçük gözyaşıydık. Ama ayrı ayrı gözlerden aktık hep. Başka başka eller uzandı gözaltlarımıza. Birbiriyle hiç karşılaşmayan iki dere gibi, farklı farklı yerlerden döküldük denize. Akıntılar seni bir uca götürdü, beni bir uca. Aramızdan tekneler geçti. Aramızdan gemiler, tankerler, şilepler, kalyonlar. Aramızdan bizi asla bir araya getirmeyen bir dünya.

Bazı şeyler yaşanınca yitiriyor anlamını. Bazı şeyler de yazılınca. Ömrüm yitirdiklerimle dolu. Hani çok istersin ya bir şeyi. Uğraşırsın, didinirsin, geceni gündüzüne katarsın, aklın ondan başka hiçbir şeyde olmaz. Sonra bir bakarsın ki, sen bir elinle o duvarı örerken, diğer elin o duvardan taşlar söküyor. O zaman çözersin işte boşluğun anlamını. O zaman, o duvardaki taşlardan biri olmak istersin sadece. Ben o taş bile olamadım. Kuyusunu kendi elleriyle kazan Yusuf gibi, içimde dipsiz oyuklar açtım. Yazdıklarımın hiçbir anlamının olmadığını fark ettim birdenbire. Sana yazdığım şiirleri bir kitapta göreceğim diye mutluluktan bir kiraz ağacına dönüşmüşken, bir anda o ağaçtan düştüğümü anladım. Ne tuhaf, o yazdıklarım o kadar uzak ki şimdi bana. Sanki başkası yazmış onları. Sanki okurken o şiirleri, tüm bunları yaşayan ben değilmişim gibi yabancı hissediyorum kendimi. Bir kitabın, bir insana mezar olacağını düşünmezdim hiç. Düşünmezdim, içimde kırıldığını ağaç olsun diye yuttuğum çekirdeklerin.

Fesleğenler okşandıkça daha çok koku yayarlar ya, şimdi kalbime dokundukça iyice dağıldığını fark ediyorum siyah mürekkebin. Her şeyin bir ömrü vardır diyorum. Sonsuza kadar sürecek sandıklarımız ya da öyle olmasını istediklerimiz, bir gün bir bakmışız ki bitmiş. Sahile vuran köpükler gibi kaybolup gitmiş kumların arasında. Sözcüklere en çok bu yakışır şimdi; denize karşı intihar. Sözcükler de bilmeli kendini yok etmeyi.


Sen benim gökyüzümü aldın. İnsan göğe bakmadan nasıl yaşar ki? Başımı her kaldırdığımda üzerime çöken siyah bir perdeyle karşılaşıyorum artık.

Kahverengi


12 Temmuz 2013 Cuma

ÇİLE ODASI

Ben, senin sessizliğinde çoğalıyorum
Biliyorum birçok kimse senin çile odana kilitli
Ve biliyorum git gide
Bu köhne halı üzerinde
yıkık baca karşısında
bahçedeki bitkinin gövdesinde
yeşeriyorsun
ve biliyorum,
yıllardır
bende olan sen
sessizdir.

Dil Rengi


4 Temmuz 2013 Perşembe

EĞRETİ



devam ediyorum kendime

açılış


Cinneti, kırılmış saç tellerinin umursanmadığından da anlıyoruz diye; gel şöyle oturup konuşalım biraz. Söyle, ne derdin var

söyleyelim ve acıtalım yolu
kötü bir devrimi çok uzaktan tanırsın
çocuklarını yerken ki büyük laflarından
içelim, hepsi bu

yanı sıra burkulmuş bir ayak bileğini sürükleyerek; şaraplar ve şiirlere
esirgenmeyen sözler mi kurtarırmış ruhu

kırılma noktasıyken her İstanbul ülkeye, kendime devam etmeliyim
tarih yüklü nesneler… uykuya yatmış bir güneş…
bir de çıt çıkmaz bir sessizlik olduğumuz zamanlar…
cümlenin içindeki gizli dünya, ey


ruhlarını sarınmış iki insan
sonsuza kadar Marx’a kapılabilir
ya da kopabilirdik ondan
ne yapsak ne etsek duruşumuz eğreti; özlenen o dev kalabalıktan uzakta
öznesiz
avaz avaz bağırsak da kördür ve sağır 

belki de hiç göremeyeceğimiz günlerden söz etmenin tam yeri ve zamanı;
bu çöl, bu serap bitecek. çekip gidecek hayatın seferisi de bitecek göçebelik bir sabah kızıllığında; bu aynı toprak yeni bir toprak olunca
içelim, söyletelim ve bırak acıtsınlar şimdi bizi

ayıklayamadığım pirinçler
susarak ilerlediğimiz bir resmin içinde
tıpkı düşen yağmur gibi
düşen akşamlar
düşen bir baş

kaybolmuş ve ıslanmış pabuçlarıyla
yeşil koyusu çimenlerin içinde
yenilmiş bir grevin bezgin yüzü yüzümde


tek başıma çiğnemek istedim vakitsizliğimizi

Ortalık Kırmızısı