30 Kasım 2012 Cuma

DİPTE, UZAKTA


duvarda, kıpkırmızı bir leke gibi dururken gitmenin küf kokusu
hiç çekilmemiş bir fotoğraf gibi bırakma beni
deklanşörüne bas zamanın, dursun birkaç saniyeliğine

bir göz aldanması olsa da hayat
uzayıp giden bir otoban yalnızlığında sıkışan kalbim

işte o zaman, bir kum izi tam göğsümde

içime doğru akan, alkışlayan siyahın ömrünü
açılmaz bir pergelle arşınlayan

kenarda, hiç tutmayacak bir kemik kırığı gibi bırakma beni
gittikçe derileşen bir zar, etin özlemi çeliğe
bırak, kırılsın saatin camı
yere dökülsün yelkovanın hızı

iç sesi kendini bitiren kalemin
suyun meyveyi sürükleyen çağrısı

oysa çatlarsa meyve, alnıma bulaşır sızıntısı

kıyıda, denize hiç sürülmemiş bir tekne gibi bırakma beni

Kahverengi

                                                                  Polina Kirilenko

26 Kasım 2012 Pazartesi

Oluş Varış Buluş







Sesler yüreğinde yankılandı; neydi bu neydi? Zihin kontrol edilebilir miydi? Sorular, sorular… Sorgulama öğretilmişti ona: seni, beni, kendini sorgula.. Diğeri neyse sorgulamama.. Sonuç; sorgulayanın, sorgulamayana bakış açısına getirilmesi. Soru: Savaş, tecavüz, ekmek. Sonuç: acı, haykırış, kabulleniş… Bunlara rağmen yaşama, ölümden kaçma, korkuuu, korku. Ötesine geçti; seçim, özgür irade, yalan, acı, büyük bir bombardıman, ezan, namaza davet… Kavruluşun içinde bulabilir miyim arayışı, belki meditasyon, yoga, seks, arayış, bombardıman koyu, dağılmamış, yoğun balçık, tökezleme; savaş, tecavüz, ekmek…

Neresindeydi yaşamın? Seçimse eğer mazoşist olmalıydı. Olmalıydı sorgulamış, isyan etmiş, mücadele etmiş. Eee etmiş de ne olmuş; sorgulamayanın, kabullenişin, derinliğin içine gark olmuş…muş, mış, miş. İlke dönüş: “geçmişi geç, geleceği kes, anı yaşa” teraneleri bir yanda, savaş, tecavüz, ekmek..

Mücadelesinde sürüklenirken yemiş, içmiş, ısınmış, sevişmiş ya, oysa savaş, tecavüz, ekmek… Bir lokma geçmemeliydi boğazından; ısınmamalı, sevişmemeliydi. Ahkâm kesmeye gelince birinciydi mücadele…

Senin aklın ermez. Evet ermez bu daracık, sıkıştırılmış dünya bedeninde uyuşturulmuş zihnin içerisinde asla ermez. Neden? Neden bu acıyla öğrenme? İmtihan ne ki… Huzur nerede, geçiş nerede kukla olduğunun bilincinde… O halde cehennemin ateşi, cennetin hurisi nurisi fark etmez. Ne yaparsa yapsın o oluşunun, olmayışının, kayboluşun, buluşun önemsiz ayrıntısı içinde ne yaparsan yap hepsi uygundur; uygun, sıradan, hep-hiç. Olsun varsın; ne yaparsan yap sarhoşluğunun, acımasızlığının doruğunda; savaş, tecavüz, ekmek… Rahat dur; sana nasıl özgür irade verildiyse sen de kendini, ötekini, onu, bunu özgür bırak, havada asılı kalsın her şey, sen ben - biz siz..


Tünami

                                                                  Henri Lartigue
                                              

12 Kasım 2012 Pazartesi

FORD KAMYONU



Keyifsiz geldi eve. Kendi anahtarını kullandı. Yine de Nevin’in güler yüzüyle karşılaştı holde. “Çay yaptım” dedi Nevin. “Doldurayım bir bardak?” Başı öndeydi, “tamam, hanım” dedi. Küçük tuvalete yollandı. İki tuvaleti vardı evin.

Oturma odasında iki divan. Birine kuruldu. Kuruldu denemez belki ama bağdaş kurarmış gibi yaptı. “Uzun kaldın.” dedi Nevin” başörtüsünü çıkardı. Eşinin ilk seviştikleri andan beri saçlarının omuzlarına dökülmesini sevdiğini bilirdi. “Keyfin mi yok?”

Televizyonu karıştırdı kumandayla. Boş boş dolanıyordu o kanal senin bu kanal benim. Ajans saati başlamamıştı daha. Ford kamyonu eskiydi. Üçüncü vitese takıp bir de gazı yedirdiğinde hastalıklı bir ihtiyar gibi tıksırıyordu eski kamyon. “Bakıma ihtiyacı var” diye düşündü. “Hepimizden çok onun bakıma ihtiyacı var bu sıralar.” Aliağa’nın yolları çamurluydu.

Nevin çayı, Nevin şekeri, Nevin bir parça ekmeğin içine kızartılmış patates, biber ve patlıcanı hafif kızartma yağıyla sıkıştırmış, bir tepsinin içinde önüne ittirmişti. “Keyfin mi yok?” “Elleşme hanım.” Böyle diklenmesine gerek yoktu hâlbuki. İstediği sadece bir parça yalnızlıktı. Yağmur şakırdıyordu hâlâ. Çevirdi gözünü camdan. “Alacağını aldın” diye içlendi. “Daha ne istiyorsun?”

“Bir şey olmuş sana bugün” Bacaklarını kıvırarak oturduğu halıya yumruklarını dayadı Nevin. Dizlerini büktü, belini doğrulttu, ayaktaydı. Ters ters bakıyordu kocasına. “Namaza duracağım” diye söylenerek kapıya doğru seğirtti.

Ahmet büyümüştü artık. Okuyordu güzel güzel. Başarılı bir öğrenciydi. Ahmet’ten umutluydu. “Benim gibi şoför olmayacak Ahmet’im.” İçini çekti. “Benim gibi geceler boyu pusta kamyonun tepesinde sabahı bulmayacak.” Tutuyordu nefesini, bırakmaya niyeti yoktu. Odtü’yü kazanmıştı Ahmet, hem de beşinci olmuştu yerleştirme sınavında. “Tekerleği patlamayacak Ahmet’imin hiç, motoru asla yağ yakmayacak…” Dişlerini sıktığını fark etmezdi insanlar. Acıyı da fark etmezlerdi içlerine batmadıkça. “İnmeyecek gecenin köründe yokuş dibinde işemeye, sırtına vurmayacak dünyanın yüklerini, beli eğrilmeyecek o yüklerin altında” Yumruğun indiği tepsideki çay bardağı devrilmişti.

Küçük bir renkli televizyonları vardı. İzmir de küçüktü zaten, Bornova da küçüktü, hele ki Bayraklı her birinden…

Küçük bir evleri vardı. Orta halli bir sitenin giriş katının bir üstünde. Bahçeden sitenin iç avlusuna bakan balkonlarına doğru bir sarmaşık yürüyordu. Nevin bir tel germişti balkona. Uzayan dalların birini telin başlangıcına dolamıştı. Sonraki bahara iyice sarılır diyordu keyifli keyifli kahvaltı hazırlarken.

Onu bir gün olsun öpmeden ayrılmamıştı evden, bir gün olsun duasız yola koymamıştı kocasını Nevin. İnançlı kadındı karısı. Nevin iyiydi. Aliağa kötüydü bugün

Ekran titriyordu bazen. Rüzgârdan olduğu belliydi bunun. Çanak anteni bir türlü sabitleyememişlerdi adam akıllı. Dışarıya baktı, yaprak kımıldamıyordu, sadece yağan yağmur, gün boyu dinmek bilmeyen, alacağını aldığı halde çekip gitmeyi bir türlü beceremeyen bir yağmur.

Bütçe görüşmelerinin ardından, terör haberleri verildi, sırasıyla reklamlar, peşinden yine terör, artan fiyat endeksleri. Nevin her zamanki köşesine geldi oturdu. Kocasına baktı. Boş gözlerle bakıyordu televizyona Ömer. “Tıkanmış bu.” Nadiren sarsılırdı kocası. Çoğu zaman yaşamın dinamiklerine olumlu yaklaşmayı sevenlerdendi Ömer. Ömer’i bu haliyle seviyordu Nevin. Nevin Ömer’i hâlâ çok seviyordu. Kimsenin kocası gibi değildi o. Ne badireler atlatılmıştı onun yüce sabrıyla. Çocuklar okutulmuştu işte. Evleri alınmıştı. Köyde bir bahçe, bir evlik yer içinde, iyi kötü bir işi de vardı Ömer’in. Her ne kadar gecesi gündüzü belli değildiyse de, akmasa da damlıyordu işte. Ömer de damlıyordu.

Televizyona baktı Nevin. Aliağa’da bir kazayı anlatıyordu sunucu. Kırmızı bir yağmurluğu vardı üstünde. Ömer’e baktı kadın, televizyona baktı. Ömer yumruklarını sıkmış, göğsü bir körük gibi kabarıp iniyordu. “Adamım” diye seslendi ona. Çabucak kalktı. Yanına sokuldu. Elleriyle avuçladı kocasının yüzünü. Sunuyordu hâlâ kadın, bir gemiyi, bir de kopan bir vincin halatını gösteriyordu kamera. Yüzünü eğdi Ömer. Avuçları ıslandı Nevin’in. “Allah yardımcıları olsun” demeye çalıştı Nevin boğazındaki yumruğu söküp. Yumruk sökülmüyordu.


Tenekeden Macivert


Ara Gürel
                                                                       




8 Kasım 2012 Perşembe

İKİNCİ HARF: BACAKLAR


Siz, gireceğiniz bir ameliyat öncesi, o inanmadığınız tanrıya, sizi o ameliyat masasından kaldırmaması için dua ettiniz mi hiç? Ben ettim. Hem de yedi defa. Ama her uyandığımda, genzimi yakan narkoz kokusunu duyar duymaz, tanrının da artık bana hiç inanmadığına ikna oldum. Uzandığım her ameliyat masası, içine sığındığım dipsiz bir tabut oldu benim için.

Tam altı senedir, günlerimi bir tekerlekli sandalyenin üstünde, arka balkonundan ormanın, ön balkonundan denizin göründüğü bir evde geçiriyorum. Ev, fıstık yeşili bir binanın sekizinci katında. Ceyda’nın bütün ısrarlarına rağmen bu evi ve bu katı istedim; sırf dünyaya karışmak, aşağı inmek mümkün olmasın diye. Evin hemen ötesi havaalanı. Gün boyunca tepemden geçen uçaklara bakıp, onların hangi şehirden geldiğini ya da hangi şehre gittiğini tahmin etmeye çalışıyorum. Bazen o kadar kaptırıyorum ki kendimi, sanki o uçağın içindeymişim ve birazdan uçak zemine yapışınca, açılan kapılarından ben de inecekmişim gibi hissediyorum. Hatta gerçekten o ânı yaşıyormuş gibi, arada sırada tekerlekli sandalyeden kalkmaya bile niyetleniyorum. Bazı günler Ceyda’nın yanında yapıyorum bunu. Ceyda, “Niye böyle yapıyorsun Güner?” diyor. “Biliyorsun, istediğin an binebilirsin o uçaklara.” Biliyorum bunu. Biliyorum ama benim uçağa binmek gibi bir derdim yok ki. Kafamın içinde kurduğum evrende, dilediğim şekilde seyahat ederken, günlük hayatta aynı şeyi yapmaya çalışmak gereksiz geliyor sadece. Hem uçağa binsem, kalkıp başka başka şehirlere gitsem ne olacak ki? Bütün her şeyi böyle ayağa kalkmadan, alttan alttan izledikten sonra…

Ne tuhaf! Hayatta en çok güvendiğim organım bacaklarımdı. Çocukluğumda sokaklarda tazı gibi koşarken, bacaklarımdaki damarların basınçtan patlayacakmış gibi attıklarını hissederdim. Ne kadar yüksekten atlarsam atlayayım, bacaklarımın üstüne düştüğüm sürece hiçbir şey olmazdı. Komşumuz Nalan Teyze, “Kedi gibisin” derdi. “Ne yapıp edip, hep bacaklarının üstüne düşmeyi başarıyorsun.” Çocukluğum hep bacaklarıma güvenmekle geçti. Ağaçlara tırmanırken, bahçelerde top oynarken, buz kadar soğuk derelerde yüzmeye çalışırken… Aydın’daki evimizin ikinci katından bile, kapıdan çıkmak yerine, balkondan atlayarak çıkardım. Bakkal Numan Amca, her defasında, “Yaylandı yine bizim beygir” diyerek gülümserdi. İnsanın en güvendiği organının, onu yarı yolda bırakması ne kadar garip. Bazen “Keşke” diyorum, “En güvendiğim organım kalbim olsaymış.”

Lise yıllarımda da böyleydi bu, üniversitede okurken de. Trabzon’da, bahar ayları gelip de yaylaya çıkma mevsimi başladığında, okul arkadaşlarımla beraber tırmanışa giderdik. Bir kayadan bir kayaya atlayıp dururken, diğerleri nefes nefese kalır, ama benim bacaklarım yürümeye daha yeni başlamış gibi açıldıkça açılırdı. Onlar yaylaya çıkana kadar, ben aşağı iner, ardından yine onlara yetişirdim. Sonra üniversite bitince, önce kuru yük gemileri, kimyasal tankerler, hurda şilepleri girdi hayatımda. Ardından da limanlar ve tersaneler. Bacaklarım hâlâ sağlam ve çevikti. Gemilerin güvertesinde, iki bin tonluk vinçlerin, havaya kaldırdıkları parçaları indirmeye çalışırken, en önden giden ben olurdum hep. Ya da tersanelerde, sıfırdan üretilen gemilerin dayanıklılık testini kontrol ederken de. Bacaklarım vardı ve onlar kalbimin yerini tutuyordu sanki.

Bir sonbahar akşamı, Aliağa Limanı’nda, Rusya’dan gelen sıkıştırılmış tren hurdalarını kamyonlara yüklerken vazgeçtim bacaklarımdan. Ömrümün geri kalanında, ‘dünyanın en korkunç canavarı’ diye nitelendirdiğim o sarı vinç, vücudumdaki en güvendiğim organımı aldı benden. Bardaktan boşanırcasına yağan Ekim yağmurunun altında, gecenin karanlığını sisler eline geçirmişken, ilk önce gerilen çelik halatın gıcırtısını duydum. Gıcırtı arttı, arttı, arttı, arttıkça inceldi ve ardından bir çat! sesi. Pastan iyice sararmış o çelik halatın, uğuldayarak ve korkunç bir hızla üzerime geldiğini gördüğümde, bacaklarımla vedalaşmak için vaktim bile olmadı. Çok mu güvenmiştim yoksa onlara? Bu yüzden mi yerimden kımıldayamamış ve halatın bana dokunmadan yanımdan geçeceğini düşünmüştüm? Sadece o an değil, yıllarca düşündüm bunu. Ceyda’nın limana her gidişimde bana gitmemem için yalvarmasını, soğukta, yağmurun altında hasta olacağım diye korkmasını, bir gün o gemilerden birine binip gideceğim diye endişe etmesini… Oysa hiç söyleyemedim ona; dünyanın en güzel şeyiydi, o gemilerde hasta olduktan sonra gelip onun koynuna sığınmak ve nefesiyle kendimi iyileştirmek. İnsan bunun için bile bütün bir ömrünü hasta olarak geçirebilirdi.

O sonbahar akşamı, limanın çamurlu betonuna bıraktığım sadece bacaklarım değildi benim. Ceyda’yla yapmak için hayalini kurduğum onca şey, onu elinden tutup doğduğum yerlere götürme isteğim, onunla evlenmek için bir çırpıda yakıp yıktığım geçmişim, bana kırgın ölen babam, babamla benim aramda bir masa tenisi topu gibi gidip gelen annem, akrabalarım, dostlarım, çocukluk arkadaşlarım… Bütün hepsi, limanda betonların üstüne yayılmış o sarı çamurun içine karıştı. İşte bu yüzden, her ameliyat öncesi yalvardım tanrıya. O soğuk masalara her yatışımda, bedenimin de o masalar gibi soğumasını diledim. Çünkü belimden altı yoktu ve boyumla beraber kalbim de kısalmıştı durduğum yerde.

Şimdi bu balkondan, limana yanaşan gemilere baktıkça, inanılmaz bir pas tadı yapışıyor damaklarıma. Ardından kopan çelik halatların uğultusunu duymaya başlıyorum. Sanki kilometrelerce ötede değil de, burada, burnumun dibinde kopmuşlar gibi ürküyorum. İster istemez bacaklarıma gidiyor ellerim. onların yerinde olmadığını görünce de, o uğultuyu daha çok duymayı, halatların bir kez daha gelip, bu sefer belimden yukarı isabet etmesini diliyorum. Evin tavanı gittikçe üzerime çöküyor sanki.

Birazdan Ceyda gelecek. Yüzünde sokaklardan topladığı bir tebessüm, elinde marketten doldurduğu alışveriş çantaları. Yaklaşıp alnımdan öpecek beni yine. Yıllardır sormaktan yorulmadığı soruları soracak. “Nasıl geçti günün sevgilim?” Yalan söyleyeceğim her zamanki gibi. Kitap okuduğumu, film izlediğimi, balkondan mahallede oynayan çocuklara baktığımı söyleyeceğim. “Hadi” diyecek, “Sofrayı hazırlayalım. Kurt gibi acıktım bugün.”

Oturup kendi hayallerimizi yiyeceğiz afiyetle.

Aşkî

                                           Detail of Sterett-Gittings Kelsey, Alexandra of Middle

6 Kasım 2012 Salı

BEKLEYEN VE OLASILIK



Neden bu kadar kalabalık? Ve neden ben, bilmesem de kalabalık olacağını, tahmin ettiğim halde kabul ettim bu kitabevinin önünde buluşmayı? Çoklukla dolu her yanım. Hava çok sıcak, sokak çok kalabalık, ben her zamankinden çok’um; sanırım az sonra başım dönmeye başlayacak. İyi ki, bu masa ve şu bambu sandalyeleri koymuşlar buraya, oturabileceğimden daha az dikkat çekerim. Yine de, evet yine de bu kalabalık benim için hala çok bunaltıcı. İnsan çokluğundan sıkılmaya, başkalarının yanında kendimi kaybolmuş gibi hissetmeye ne zaman başladığımı tam olarak hatırlayamıyorum, gerçi hatırlasam, onu bulup çıkarıversem belleğimin derinliklerinden, bunun bana bir katkısı olacağını da düşünmüyorum. Ondandır ki hatırlamak için herhangi bir çabam da yok. Önünde oturup beklediğim kitabevi hayat gibi. Bir dolu insan girip, çıkıyor kitabevine, burada bulunma nedenim onlardan biri olabilir mi diye, kapıdaki her hareketi dikkatle izliyorum, oysa içerden çıkmayıp, sokağın bir köşesinden görüneceğinden eminim, yine de kapı dikkatimin toplandığı tek nokta ve o gecikti.

Geç kalma korkusuyla yaşayanlardanım, herhangi bir yere geç kalma olasılığı oldum olası aklımı başımdan almıştır. Bu yüzden daima tetikte, tez canlı ve aceleciyimdir. Bir başkasını bekletme olasılığı kadar can sıkıcı bir şey olamaz. Ama bekletilmeye fazla itirazım olmaz, bu kadar kalabalık bir yerde bekletilmemek koşulu ile tabii. Onu görmeyi çok istiyor olmama karşın, bu mekânın böyle bir yer olduğu konusunda önceden bir bilgim olsaydı, sanırım buluşma önerisine yanıtım “evet” olmazdı. İçeri girip, sokağın kalabalığından kurtulma, kitaplara bakarak oyalanma düşüncesi aklımdan geçiyorsa da, vitrin camından kitabevinin içine baktığımda gördüğüm manzaranın sokağı hiç de aratmadığını fark ediyorum. Bu insanlar etrafları bunca insanla doluyken, nasıl oluyor da, kitap sayfaları çevirebiliyorlar aklım almıyor. Bir kitaba elini uzatıp, ona dokunmak, sayfalarını çevirip, sözcükler üzerinde parmaklarını gezdirmek bu kadar kolay ve törensiz nasıl, ama nasıl olanaklı olabilir? Bunu, gelirse elbette, ona sormalıyım. Yoksa gelmeyecek mi? Yok canım, gelir. Bunca sıcak ve kalabalık varken sokaklarda, gecikmesi normal. Peki, ben onun kadar gecikmiş olsaydım, şimdi burada sıkıntıyla bekleyen benim yerime o olsaydı, bu gerekçeleri düşünebilir miydi? Bilmiyorum… Söz konusu o ve yapabilecekleri olduğunda, herhangi bir kurgunun anlamsız olduğunu öğreneli epey zaman oluyor. Bu nedenle soracağım tek soru neden hala ortalarda görünmediği olmalı, başka şeyler için kafa yormayı bir kenara bırakmalıyım. Ama hala gelmedi, çok gecikti. Başına bir şey gelmiş olamaz elbette... Kaygılanmamalıyım, bunun için henüz çok erken. Dikkatimi başka bir şeye, örneğin sokaktan geçen şu kalabalığa yöneltmeliyim. Kalabalıklar hakkındaki düşüncem, uzun zamandır aynı, onları sevmiyorum. Özellikle de böyle daracık bir sokakta, oradan oraya koşturuyorlarsa; nedir bu insanların acelesi? Eskiden ben de böyleydim belki, belki bu insanlara benziyordum, tek istediğim bir an önce gideceğim yere yetişmekti. Sonra bir gün, gidecek bir yer kalmadı. Ya da gidilecek yerlerin hepsini ben tükettim diyelim. Bilinçli bir tercih miydi, şimdi anımsamıyorum. Hatırladığım tek şey bir gün bittiği. İşimden ayrıldım, arkadaşlarımla ilişkilerimi kopardım ve eve kapandım. Sonra? Sonrası hem birbirinin tekrarı olan günler hem de her biri başka bir yolculuğu içeren tuhaf zamanlar. Yaşamın içinde bulamadığım huzuru bu kapanmışlık içinde buldum ve her geçen gün kalabalıklardan daha az hoşlanmaya başladım. Şimdi bu sokağın curcunasına baktığımda hem midem kalkıyor hem de sokaktan uzaklaşmakla ne kadar iyi yaptığımı anlıyorum.


Belki de eve davet etmeliydim onu. Ama ev o kadar zamandır benden başka insan olmadan varlığını sürdürüyor ki, yabancı birinin varlığının kaldırılamaz bir şey olduğunu düşündüm. Zaten o eve girmenin onun için de kaldırılabilir bir durum olmayacağı da öyle aşikârdı ki... Belki de iyi yapmadım sokağa çıkmayı kabul etmekle, eskiden nasıl da inanırdım: “Güzellik sokaktadır”. Değilmiş işte… değilmiş. Hangi sokak, dört duvarın verdiği güvenceyi sunabilir ki insana? Ve bir sokağın nerede son bulacağını kim bilebilir?


Çok gecikti, belki gelmeyecek. Gitsem mi? Evimin güvenli karanlığına sığınsam ve suskunluğu yeniden yakın dostlarım arasına alsam mı?


Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu, bu yüzden telefonda sesini duyduğumda heyecanlanmış, “seni görmek istiyorum” cümlesiyle içimde yeniden dışarıyla buluşma isteği canlanmıştı. Unutmamak için aceleyle buluşma saatini ve yerini not almıştım telefonu kapattıktan sonra. İki gün boyunca kendimi bu buluşmaya hazırlamış, evden çıkma zamanı gelene kadar da defalarca giysilerimi değiştirmiştim. Ama şimdi, yok işte. Yarım saatten fazla oldu, gelmeliydi. Bir sürü gerekçe olabilir gelmemesine, yolda bir aksilik çıkmış olabilir, erteleyemeyeceği bir başka iş gelip onu bulmuş olabilir, bana haber vermeye fırsatı olmamış ya da ulaşamamış olabilir. Belki şimdi, ısrarla evimin telefonunu çaldırıyordur özür dilemek için, gerekçelerini anlatamama sıkıntısıyla, beni burada, bu kalabalık mekânda boşu boşuna bekletiyor olmanın ağırlığıyla... Bu kadar duyarlı mıydı gerçekten? Geçmişte böyle duyarlılıkları olmuş muydu? Tuhaf, hiç anımsamıyorum. Aslında ona dair tek anımsadığım, ben koştururken onun hep yavaş olduğu. Sonra yer değiştirdik. Ben durdum, o da zorunlu olarak hızlandı. Ama bugün hızlı olduğu söylenemez. Sanırım kızmaya başladım. Belki de acele ediyorum kızmakta ama içimde yükselen bu duyguya da engel olamıyorum. Çok anlamlı bir nedeni olabilir gelmemesinin. Şimdi sayamayacağım kadar çok şey olmuş olabilir, çok fazla şey...


Daha ne kadar beklemeliyim? Bu kalabalık yok olana, sokak sakinleşene kadar bekleyebilirim belki ama öyle tedirginim ki bunu da yapmak istemiyorum. Ancak bu insan selinin arasına karışıp, beni evime götürecek yolu bulma konusunda da oldukça isteksizim. Oysa o gelseydi, belki şu masadan kalkmamız bile gerekmeyebilirdi, burada oturup, sokak sakinleşene kadar konuşabilirdik, hatta benim konuşmama da gerek kalmayabilirdi, o konuşur, eski günlerden söz eder, ben de sükûnetle onu dinlerdim. Ama gelmedi. Neden? Binlerce nedeni olabilir..

Yolda başına bir şey gelmiş olabilir, acil bir işi çıkmış olabilir, erteleyemeyeceği başka bir buluşmaya gitmesi gerekmiş olabilir... Ya da belki... O telefon hiç, ama hiç çalmamış olabilir.



ÜçRenk Kırmızı

                                                                                            Vivian Marier




2 Kasım 2012 Cuma

YEDİ ÖLÜMCÜL GÜNAH


Saligia. İşbu kıssasıdır ilençli bir keşişin. Ve dahi der ki: Yaşamak isteyen, karşılığında en az bir kez ölmelidir. Çünkü ölüm, yaşamla senin arandaki çizgidir. "Öte"ye geç, bu "öte"lere bir çağrıdır. Ey yaşamın ebedi sürgünü, ezeli Yahudi! Göze alabildiğinin dışında, sana vaadedilmiş zerre toprağı yok yaşamın. Bunu dişlerin döküldüğünde, karların içinde bir kupa kızı bulduğun gün anlarsın. Sarsılmış ve bitkin. Filhakika vardır Mecnun ve onun ahı buzları eritir.

Superbia / Kibir

Ben içre ben içre ben. Benlerden birinin diğerlerine galebe çaldığı çok eskiden yazılmıştır. Gayri esamisi okunmayan bir parşömen. Sen sende sana galebe çalanı bil.

Avaritia / Açgözlülük

Teşhiri temaşaya çıkmış, derler, göz. Eli olsa aralar perdeleri. Usa öyle itaatsiz, öyle mütecaviz. Gözden başlamayan günah yok gibidir. Fırıl fırıl bir girdap. Günahın gündoğumu, yeğin ve ak göz.

Luxuria / Şehvet düşkünlüğü

Ben gerçekten sevişebilen insanları severim. Soyunduğunda örtüsü kalmayan ve güldüğünde ruhuna kadar çıplak olanları. Yalnızca öğretilmemiş sevişmeler güzeldir. Elleri ruhlarına küçük gelenler; onlar senin alacakaranlıktaki ölüm rehberin.

Invidia / Kıskançlık

Kabil olduğu da vaki Habil'in. Doğuşu batışından beter günlerde. Bir kuzgun ayartır insanı günaha. Pıhtıdan gelen, her sese kulak kesilmemelidir. Ben içre ben içre ben. Bilhassa göllerden, ormanlardan ve karınca yuvalarından yükselen fısıltılara.

Gula / Oburluk

Kelleyi sıyırırım dişlerimle, kemiğin iliğini emer, kıkırdağını tükürürüm. Tüylü veyahut tüysüz, yerim doğrusu kızarmış bir deriyi. Ellerimin yağlanması hoşuma gider ve bifteğim kanlı olmalıdır. Balığın yanağını çıkarırım serçe parmağımın tırnağıyla. Dünya nimetlerinin efendisi olan ben. Evet, bu hayvanı ben öldürdüm; lakin obur öbürüdür, ben değilim.

Ira / Öfke

Tuhaf ki bir hazzı var gazabı tahayyülün. Arzu, derler, azabını gazaba çevirecek simyanın peşindedir. İşte kuytusunda çöreklenmiş, ezber bozacağı anı bekliyor bir kifayetsiz muhteris. Tıslayacaktır. Lakin yılanla dans etmek uzun talim ister, soba başında tünenecek uzun bir kış.

Acedia / Tembellik

Amelsizlik evladır kötü amelden. Evrensel yasadır hem : Atalet. Dolce far niente. Böyle işitmiştim bir Don Juan'dan evleri beyaz badanalı bir Mare Nostrum kentinde. O dulce siesta! Ama güneşin ateşin kollarındaki devayı bilmeyen bunu ne bilsin? Acırım Şemssizliğe, acıdığım gibi beyhude bir ömre.

Karmin

                                                                     Gilbert Garcin