26 Ocak 2014 Pazar

adınız rüyalarımı zehirliyor



bir sonbahar akşamı yürümüştük sizinle. baktıkça kabaran bir
denizin kıyısından. tepemizde gözlerini sımsıkı kapamış bir
gökyüzü ve arkamızda hayvanlarıyla yürüyen kötürüm ağaçlar.
yanımızdan sessizce akıp giden zamandan daha uzundu
saçlarınız.

bir bulut çobanı gibiydiniz. attığınız her adımda biraz daha
havalanırdı rüzgârın etekliği. kirpiklerinize taktığınız portakal
kokusuyla, adını bahçelerde kaybetmiş çocukların rüyalarına
uğrardınız. koynundan içeri köz doldururdu, aramızda
uzayıp duran tedirgin boşluk.

hiçbir şey eskisi gibi olmadı o sonbahardan sonra. ağlarını
karanlıkla yamayan balıkçılar, boyası akmış teknelere binip
uzaklaştılar kıyıdan. denize koşturan atlar çoktan boğuldu
ayağınızı şehvetle daldırdığınız suda. rutubetin çürüttüğü bir
ev gibi kaldım. beni içine alıp kendine dönüştürdü duvarlarıma
vuran dalgalar. aklımın ayazında yitirdim biriktirdiğim bütün
sözcükleri.

şimdi usulca kaldırıyorum yeryüzünün üstünü örten şeffaf
örtüyü. birbirine dolaşıyor parmaklarım. benden uzağa giderken
şu biçimsiz gölgem, tanımadığım bir el bulandırıyor içimin
solgun pınarını. kaburgamın arasında gittikçe küllenen bir kor.

bilmiyorsunuz, adınız rüyalarımı zehirliyor.

Kahverengi




15 Ocak 2014 Çarşamba

BABİL

Sabaha doğru ayın önünde secde edip yerlere kapanılarak ölünebileceğini ya da yeniden ve daha önce hiç olunamadığı kadar âşık olunabileceğini…

Veya iyiyi, huzuru, olasılıkla mutluluk adını verdiği o gizli hazinesini bir gün bulabileceğini, o andan itibaren kendi sonrasının, hep öyle donandıklarıyla sorunsuz, oradan oraya göç etmeksizin; dikili, çakılı -veya kendiliğinden sabitlenmiş- ‘şey’leriyle devam edebileceğini sanır insan. Ama hatalıdır ki bu:


Yalan yanlış ve eksik doldurulmuş içleriyle cesetler, arkamız mezarlığa önümüz tabuta yol!

Yaşamı kaç defa, ya da kaç defa ölümü tadarsa tatsın, olanca ömrüne ne kadar görkemi sığdırırsa sığdırsın; onun Babil’de başlattığı o inşaat hep sürecek. İster kendi yarattığı Tanrı’ların katına, ister uydurduğu efsanelerin tadına korkusuzca varsın ulaşsın, onun kendine ait olan o ‘Ad’ı, kendine ayrıcalık ve biriciklik sunacağını düşündüğü o ‘Bütün’ü arayışı hiç bir zaman dinmeyecek.
Onun kadim yarası, kendi tarihinde ve dahi bedeninde açtığı derin yarık, uçurum. Ve dip köşesine hangi sevdayı tıkamış olursa olsun, hiç durmadan kanamaya, öfke ve irin kusarak iktidarını kurmaya hiç ara vermeyecek…


Eylemek, hakikate dokunmak ve yön vermek, bütünüyle yutmaktır ki kemiksiz olanı ve haliyle dilsiz kalmak, su gibi akmak sonra: İşte büsbütün olabildiğimiz sadece bu.

Ve unutmadan,


Zamanı tutuşturan insanlar yok değildir.

Sabahın ilk saati ile uykuya yatıp, beşinci saati ile alelacele kalkmak yatağından, gece uykusu aldığına inanmak ve gülümsemek. Kahve suyunu cezveyle buluşturmak…  Cezveyi bile kıskanmak kahvesinden… Zeytini limonlamak küçük mavi bir kapta… Ululuğa erişmiş ve kocamalığın zirvesindeki annelerin, ananelerin büyük teyze ve kanserden ölen halaların rüyalara kolayca sızabildiklerini, bunun engellenemez olduğunu, başın arşa değmediği ya da Zigguratın son basamağına erişilmediği sürece bunun anlamının kolayca bilinemeyeceğini düşünmek. Bütün büyüklükleri anmak.  Onca sızıya rağmen, boğazın düğümlerini çözmeye çalışmak el yordamıyla. Yokluğun gölgesinde varlığa da göz süzmek. Fark etmeden sürüklenmek avare bir sabaha…

Zamanın donduramadığı bir insan yok gibidir de.


Günün sırtına binmek…

ÜçRenk Beyaz



6 Ocak 2014 Pazartesi

EĞRİSEL DOĞRULAR



düşürdüğün canı onaramadım daha
geçirdiğim zamanı
/
bir dağı tırmanıyorum
durmadan
ardımı
/
sen, suya yara yaptın
toprak koktu
/
soğuk esiyor hala
kırdığın camdan,
eğdiğin kemikten..

Narenciye Rengi



1 Ocak 2014 Çarşamba

uykunun krallığı

bir resmin içinden çıkıyorsun sanki, çöl kumu görmüş
ayaklarınla. saçlarının siyahlığı, suyun üstünde yayılan
yosunlar gibi dağılıyor yastığa. ikimiz de ter içindeyiz,
denizden yeni çıkmış ağaçlar kadar. durup dururken
birbirine karışıyor parmaklarımız.

duyuyor musun avluyu yıkayan ay ışığının sesini? ya
ahırda otlarla sevişen atları, tepede güneşe bakmaktan
kör olan defne fidanlarını, kalemin kâğıtta gezinirken
çıkardığı sesi? oysa bir kemanın kopmuş teliyim ben,
omzundaki boşluğu arayan. yere düşmüş porselen
tabağın kayıp parçasıyım. içime batıyor bakışınla
kırdığın aynalar.

bir ırmağa dönüşüyorum seni öperken, ağzımda yüzlerce
arı kovanı. birbirine sürtünen kazaklar gibi alev alıyor
düşlerimiz. gözlerin gökyüzünde bir uçurum, gövdem
benden uzaklara giden eski bir şantiye. anneliği
ağaçlardan öğrenmiş bir kadınsın sen. kendine yağmurdan
bir elbise yapıyorsun.


dokunduğum sen misin, şu yırtık çarşaf mı, bilmiyorum.

Kahverengi