30 Aralık 2016 Cuma

Hâllenmeler

Tane kırka bölünür de bir’den aşk olur
… Olmaktan değinde dolaşır göğnümde.
Eyy Aşk…
Bulduğumuz gibi akasın.
Yagız atlar kibi     
Rüzgârın ayaklarıma tozun ufka
Varır ya Gün kuyusundan sana
Hayy…
Sebebine bir karış daha
Göğül bağı renginde
Tam da can göbeğinde, bilyelerimin
Öperimde yeşillenir zamane.
Hep mi ilk ilesin
Hep mi?
Birden.


                                                                                                          Kemik 





26 Kasım 2016 Cumartesi

İLK SON

Ehli vebalime sitemimdir.
Hiç sormadım, sual etmediysem
Utandırmayayım diyedir
Geçmişe verilmiş bütün cevapların
Soruların şüphesi olmaz.
İki uç da yanan bir kalemin ağzından
Bugüne dökülen şeylerin rüyası
Şehvetin armalarından gezinen iki kadın
Dün ilk sorusunu sordu
Niye?
Tekrarlı yapılan yanlışların cevabı
Çoğulcu bir mahkûmiyetle sonuçların hep
Bir varmış bir yokmuş masalı
Gizli yerlerden geçerek hep aynı yere mi çıkar insan
Kalbimin atlasında ehli vebal
Ruhumda üç insan günahlarını yakıyorken,
Niye sorusuna cevabım ise 

Ne içindir. 

Soluksuz Gri



12 Kasım 2016 Cumartesi

MİRAS


      Ordu merkeze yirmi kilometre uzaklıkta olan Perşembe ilçesinde doğmuştu Tayfun.Otuz - kırk bin nüfusu olan, büyük çoğunluğu da balıkçılıkla uğraşan Karadeniz'in küçük sevimli kasabalarından birisiydi burası. Sabahın erken saatlerinde balıkçı motorlarından gelen sesler geride kalanlara güzel bir rüyadan uyanma hissi verirdi. Tayfun'da sabah gün ağarmadan uyanır, annesinden helallik ister, babasının belki de bıraktığı yegane şey olan balıkçı teknesine doğru yola koyulurdu. Karadeniz'in ayazına, şafak vaktinin soğukluğuna aldırış etmez, her yeni günde yeni bir heyecanla açılırdı denize.

       Zor bir çocukluk geçirmişti. Babası çok sinirliydi ve adeta annesi ve Tayfun'a kızıp zulüm edebilmek için sürekli bir açıklarını kovalardı. Eskilerindendi kasabanın, esnaf tarafından sevilir diğer balıkçı arkadaşlarıyla da arasından su sızmazdı. Ailesinin rızkını da eksik etmez kimseye karşı boynu bükük dolaşmalarını istemezdi. Ama bu efendi , başkaları tarafından sevilen, saygı gören adam eve girdiğinde tam bir gardiyana dönüşür ve hayatı yaşanmaz kılardı.

      Çok fazla eşi dostu akrabası yoktu ailelerinin, yıllar önce işçi olarak çoğu Almanya'ya gitmişti. Arada birkaçı ziyaretlerine gelir ufak tefek hediyeler getirirlerdi. Amcasının yazın tatil için geldiklerinde Tayfun'a hediye olarak daktilo getirmesi onu çok mutlu etmişti. Diğer çocuklar sokaklarda oynarken ya da kıyılarda kendi yaptıkları oltalarla balık tutmaya çalışırken o daktilosunun başından kalkmaz sürekli yazar dururdu. Günlük olayları,hayallerini,yaşadıklarını hepsini daktilo sayesinde kağıtlara sığdırırdı.

      Kışın ağır geçtiği günlerden birinde babası eve geç gelmişti. Rüzgar ve yağmur avı engellemiş, yorgun düşmüş çokta sinirlenmişti. Eve geldiğinde yemek yerken Tayfun'un daktiloda kendini kaybetmişcesine yazması ve daktilonun her tuşuna basışında çıkarttığı o kulak tırmalayıcı ses babasının canına tak etmişti. Zaten evdekilere patlamak için fitilinin ateşlenmesini bekleyen adama adeta bir kıvılcım olmuştu. Var gücüyle sandalyesinden fırladı o yorgun gözüken dev adam, hızından sandalye geriye devrilmiş masadaki rakısı dökülmüştü. Geriye kalan tabak çanak bile bedene bürünse korkudan kendilerini masadan aşağıya atacaklardı. Gözleri fal taşı gibi olmuş bir şekilde saldırırdı henüz küçücük bedendeki oğluna. Gözü dönmüştü, annesinin araya girmesine bile aldırış etmedi. Tayfun hareketsiz hale gelince öldü zannedip annesine çevirdi rotasını, sonrasında belki oğlunu öldürdüğünü zannetmenin korkusundan belkide hayatını anlamsız, yaşanmaya değer bulmadığından ceketini alıp, kapıyı çarpıp çıktı evden. Bu onu son görüşleriydi. Tayfun 2 aydan fazla komada kaldı, sonrasında annesiyle sıkıca tutundular hayata. Pek de kolay olmadı, Tayfun büyüyüp eli ekmek tutana kadar annesi dikiş nakış yapıp bunları satarak oğluna ve kendisine baktı. Belki çok iyi bakamadı ama Tayfun annesinin ona her istediğini veremese de elindeki her şeyi verdiğini her zaman bildi.

     Bunları düşünürken varmıştı limana. Hemen atladı adı Çiçek olan tek kamaralı küçük balıkçı teknesine. Yan teknede her zaman dertleştiği babasından çok sevdiği Rüstem abisine selam verdi.

   - Ağabey yine konuşamadım, yine açılamadım Çiçek'e, diye dert yandı. Yarım saat kadar sohbet ettiler. Tayfun anlattı Rüstem abisi dinledi. Hiç ses çıkartmadı, rastgele bile demedi Tayfun teknesiyle balığa çıkarken. Zaten Rüstem'de Tayfun'la aynı saatlerde çıkmazdı balığa. Tayfun ne zamandır soracaktı ama hiç fırsatı olmuyordu. Rüstem sadece içindekileri dökmek için liman içinde bir liman olmuştu Tayfun'a. Hava kararıyordu kazançlı bir gün olmuştu. Hale gidip tuttuğu balıkları satıp hemen eve koştu Tayfun. Sarılıp öptü annesini kazandığı paraları teslim etti, çabucak yemeğe oturmak istedi. Aç değildi aslında, heyecanı yemekten sonra annesinin diktiği kıyafetleri götürüp terziye teslim etmesi gerektiğindendi. Orada da yaşama sevinci olan her gün eve dönmesini sağlayan platonik aşkı Çiçek çalışıyordu. Onu göreceğini bilmek bile iştahını kesiyor, midesine kramplar girmesine neden oluyordu. Ah birde açılabilse, söyleyebilseydi sevdiğini. Ama babası tam bir Nazi subayıydı. Tayfun ne zaman terziye girse Çiçek'in babası gözlerini ikisinden ayırmıyordu. Yine aynısı olmuştu, Tayfun dikilen kıyafetleri satılmak üzere terziye bırakmış Çiçek'e sadece merhaba diyebilmişti.

     Üzüntüyle eve geldi, annesi ona az önce çok acele çıktığından ona gelen bir mektup olduğunu söylemeyi unutmuştu. Mektupta gönderen ismi yoktu, sadece üzerinde “Tayfun'a” diye yazıyordu. Meraklandı, hızlıca açtı gelen esrarengiz turuncu mektubu."Niye bu kadar korkaksın,neden sevdiğinle konuşmaya cesaretin yok" yazıyordu. Önce anlam veremedi, annesine mektubu kimin getirdiğini sordu, annesi kapının önünde bulduğunu söyledi,ona geldiği içinde açmadığını. Telaşı biraz daha arttı Tayfun'un. Babası terk edip gittiğinden beri pek arkadaşı olmamıştı. Hatta annesi ve Rüstem abisi hariç görüştüğü hiç kimse yoktu. Çocukluğundan beri daktilosu tek arkadaşı olmuş, komadan çıktıktan sonra her şeyini onla paylaşmıştı. Bayadır yazmıyordu, dertlerini Rüstem abisine, boş vakitlerini balığa, arta kalan zamanını da Çiçek'i düşünmeye harcıyordu. O zaman kim göndermişti bu mektubu. Merakı biraz geçtikten sonra fazla önemsenecek birş ey olmadığına kanaat getirdi ve girip yatağına uyudu. Sabah erken yine balığa çıkması gerekecekti.

     Bir kaç hafta geçmişti, yine terziye annesinin diktiklerini götüreceği gün gelmişti. Mektupta yazılanlar aklına geldi neden korkacaktı ki, neden içindekileri anlatmaktan çekinecekti?! Diğer kasabalılardan çokta farklı olmayan bir geliri vardı. Kendi ekmeğini kazanabiliyordu.Yirmili yaşlarının başında balık ağlarını çekmekten, her gün kilolarca yük taşımaktan şekillenmiş bir fiziği, çokta kısa sayılamayacak boyu, diğer erkeklere nazaran yakışıklı bile sayılabilecek bir yüzü vardı."Ben korkak değilim" dedi kendi kendine ve tüm cesaretini toplayarak girdi terziden içeri. Hoş geldin diyerek karşıladı onu Çiçek. Çok güzel, alımlı bir kız değildi. Ama gözleri. O saydam suların oluşturduğu okyanuslara maviliğini veren gökleri bile kıskandıracak o gözleri. Tayfun’u her baktığında kalbinin derinliklerinden vuran sihir işte o mavi gözlerdeydi. Heyecanıyla söyleyeceği bir şeyler olduğunu belli edercesine hızlıca annesinin diktiklerini Çiçek’e uzattı Tayfun , sağa sola baktı, Çiçek'in babasının oralarda olmadığını fark edince cesareti bir kat daha arttı. Nereden başlayacağını ne diyeceğini bilmeden lafa girmek istedi. Oysa çokta çalışmıştı bu ilk sözcüklere. Yıllardır kafasındaydı söyleyeceği her şey ama tezgahın arkasında duran o bembeyaz tenli masmavi gözlü kız yine aklını başından almış kalbinin midesinde atmasına neden olmuştu."Seni seviyorum" diyebildi titrek ve ürkek bir sesle. Önce kafasını kaldırıp bakamadı kızın gözlerine,bir kaç saniye sonra gözlerine baktığında o maviliklerdeki korku ifadesi içini parçaladı, mahvetmişti her şeyi. Lafa böyle başlamamak için çokta çalışmıştı halbuki. Ama Çiçek sanki ona bakmıyor gibiydi, Tayfun arkasını dönünce, kapıdan girip onları dinlemekte olan Çiçek'in babasıyla karşılaştı. Adamın yüzündeki nefret Tayfun'un babasınınkiyle aynıydı. Yıllardır korkmamıştı bu kadar, hiç bir şey söylemeden koşarak uzaklaştı oradan, teknesine gitti. Rüstem abisi yine aynı yerde oturuyordu, anlattı olanları ne yapması gerektiğini sordu, bir sürede bekledi. Ancak cevap alamayacağını anlayınca yalnız kalıp dua edebilmek için teknesinin kamarasına geçti. Çok dindar birisi değildi Tayfun ama annesinin dualarıyla büyümüştü ve annesi ona her zaman dua edenlere Allah'ın yardımcı olacağını öğütlemişti. Teknesine kapandı, saatlerce, yorulana kadar dua etti sevdiği kızın kendisinin olması için. Eve dönünce olanları annesine anlatıp odasına geçti, duvarlar üstüne geliyordu. Dayanamadı dışarıya çıkıp biraz hava alıp dolaştıktan sonra yine odasına çekildi. Annesi çamaşır asmak için kapının önüne çıktığında yine o esrarengiz mektuplardan bulmuştu. Tayfun bu kadar zaman sonra yine mi diye düşündü. İsteksizce açtı mektubu."Sadece günahkarların bir Tanrıya ihtiyacı olur" yazıyordu. İyiden iyiye korkmuştu Tayfun, akşam namazını kılmaya hazırlanıyordu ama aklı mektuptaydı. Önce kim gönderdi diye düşündü sonra haklı olabileceğine kanaat getirdi. İyi biriydi, neden görmediğim, dokunamadığım bir şeye sığınmak ona yalvarmak zorundayım diye sorguladı kendini ve namaz kılmaktan vazgeçti.

     Mektuplar artmıştı, artık haftada iki - üç mektup alıyor düzenini, kişiliğini değiştirmeye başlıyordu. Çiçek'le de arası iyiydi babası olmadığı bir anda uzun uzun konuşmuşlardı. Çiçek'in de onda gönlü olduğunu anlatmasıyla yılların platonik aşkı gerçek bir aşka dönüşmüştü. Merakta etmiyordu artık mektupların kimden geldiğini, hayatı eskisinden daha iyiydi. İnsanlara selam veriyor istediği kişiyle şakalaşıyor yeni arkadaşlar edinip gençlik aşkıyla gününü gün ediyordu. Bir iki ay böyle devam etti ta ki günün birinde Çiçek'in babası Tayfun'u bir kenara çekip konuşana kadar. Adam iri yarı, cüsseli birisiydi boğuk ses tonu ve aşağılayıcı konuşmasıyla Tayfun'a kızının henüz küçük olduğunu, onun için daha iyi planları olduğunu, Tayfun gibi babası tarafından terk edilmiş yaşlı anasıyla bir başlarına yaşayan kimsesiz bir aileye kızını gelin vermeye niyetinin olmadığını anlattı. Yıkılmıştı Tayfun, pek ses çıkartamadı, itiraz eder gibi olunca da adamın yüzünde yine aynı hiddetli bakışı gördü ve korktu. Ne annesine ne de Çiçek’e olanları anlatmadı. Yatıp dinlendi, sabah yine balığa çıktı. Dönünce Rüstem abisine dert yandı, o da yine sadece dinledi. Tuttuğu balıkları hale götürüp evin yoluna koyuldu. Eve gelince annesine kazandığı paraları verip odasına çıktı. Üzerini değiştirmek için yatağının üzerindeki kıyafetlerine uzandığında yine aynı turuncu zarflı, gizemli mektuplardan birisini yatağının üstünde gördü. Hemen koşup annesine sordu,mektubu o koymamıştı. O zaman nasıl girdi bu mektup buraya diye düşündü ama bir cevap bulamadı. Açtı mektubu "Böyle bir aşka mani olanlar yaşamamalı" yazıyordu. Kafası allak bullak oldu. Tayfun şiddetten korkan mülayim içine kapanık bir delikanlıydı, hepte böyle olmuştu. Birisinin canına kıyabileceğini kim düşünebilirdi. Artık bu mektuplar çok oldu diye düşündü, sahibini bulmalıydı. Koşarak evden çıktı Rüstem'i görmeliydi her şeyini sadece ona anlatırdı bu mektupları yollayan da o olmalı diye düşündü. Yola koyuldu. Terzinin önünden geçerken Çiçek'in ağladığını gördü. Neyin var diye sordu. Babası kayıptı, dünden beri onu gören olmamıştı. Söyleyemedi Tayfun bir gün önce babasının kendisiyle görüştüğünü, ama iyice huzursuzlanmıştı, temposunu arttırdı koşmaya başladı. Limana vardığında kendi teknesinden önce Rüstem'in teknesine atladı. Halata baktı, neredeyse iskeledeki babaya kaynamıştı. Şaşırdı. Tekne yıllardır hareket etmemiş gibiydi. Nasıl daha önce fark etmedim diye düşündü. Rüstem abisine seslendi, bağırdı çağırdı ama kimseler yoktu. Telaşını gören diğer tekne sakinleri yanına gelip iyi olup olmadığını sordular. Rüstem'i aradığını nerede olduğunu bilip bilmediklerini sordu. Diğer balıkçılar şaşkındı, o teknenin yıllardır boş olduğunu, sahibinin uzun yıllar önce öldüğünü, ailesinden kimseninde balıkçılıkla uğraşmadığını anlattılar. O zaman ben her gün burada kiminle konuşuyorum diye yakındı etraftakilere Tayfun. Hemen solundaki teknenin sahibi her gün teknenin ucuna oturup kendi kendine dert yandığından bahsetti, sıkıntın vardır diye sesimizi çıkartmıyorduk diye de ekledi. Çıldırmak üzereydi Tayfun, neler oluyor diye sordu kendi kendine, ellerini başının arasına alıp biraz sakinleşti etraftakilere teşekkür edip dağılmalarını bekledi ve kendi teknesine koştu. 

     Teknenin ufak tefek kamarasının daha da ufak kapısını açtı, içerideki manzara karşısında dili tutuldu. Önce kanlar içinde kalınca bir naylona sarılmış Çiçek'in babasının cesedine baktı, sonra yanında duran daktiloya, sonra da aylardır kendisine gelen mektupların o belirgin turuncu zarflarına. Ayakta durmakta zorluk çekiyordu. Bütün bunları ben mi yaptım diye düşünürken bilincini yitirdiğini hissetti. Kafasının içinde geçen onca ikilemlere, tüm yaptıklarının gözlerinin önüne gelmesine dayanamadı. Cesedin yanındaki kanlı bıçağı aldı gözünü kırpmadan karnına sapladı ve çevirdi. Vücudunda garip bir sıcaklık, yüzünde acılı bir tebessümle iç organlarının parçalandığını hissetti. Kafasını çevirip daktiloya son bir kez baktı ve o sonsuz uykuya doğru giden yolculuk için gözlerini kapadı.

   Babasının Tayfun'a bıraktığı yegane şey bir tekneydi ama onun bilmediği ikinci şey komada kaldığı süre zarfında kendisinde travma sonucu kimlik bozukluğu oluştuğu ve bu yüzden kişilik bölünmesi yaşadığı, hatta bu kişiliğin zamanla daha baskın olup Tayfun'u kontrol altına aldığıydı. Pek de güzel bir miras değildi elbette.

Fluorit Mavisi






20 Ekim 2016 Perşembe

SERZENİŞ

Bitmedi işkencesi karanlık sessizliğin.
Hangi geçmişte kaldı sevda sözlerin.
Ayak izlerin hangi başlangıçta bitiyor.
Hangi şarkı şenlendirir yüreğimi, senin olmadığın yerde.
Kırılmaz mı bütün ezgiler, yağmur serinliğinde.
Acı taçlandırır gönlümü
                      Kırılır bütün kristaller…
Zavallı bir dilenci gibi beklemekteyim ağzının perçemine takılan sözleri.
O kadar susmuşsun ki, o kadar olur.
Terlemiş yalnızlık korkudan, yorgunluktan…
Benim susuzluğum, suskunluktan.
Gözlerini göremiyorum, değmiyor artık suretime.
Kirpiklerin çatal kayalarda eğleniyor, gözlerin manevra.
Aşkın nöbetini yağmurlarla tutuyorum artık.
Günler geçiyor, günler…
Dün bugünün, bugün yarının tarihi oluyor.
                                   Kara kaplı bir defter gibi…
Yetmiyor yaşamama artık bu nefesler.
Bu hayat nasıl geçer.
Benim bundan sonraki ömrüm sana benzer.
Gece, sessizlik ve sen…
Aşkın umutsuz okları batıyor kanıma.
Ben senin yağmurlarına gönüllüyüm.

Zaten bu şehir yağmurla örtüldü üstüme.

Siyah Eskisi



17 Ekim 2016 Pazartesi

EL SÖZ’ÜYLE DİYALOG ** ( Alt başlık: kolaj’ımdan öpün beni…)

Uzunca bir bakışma. İndirdi indirecek gibi söz. Boşandı boşanacak gibi zemberek. Bana dönüyorlar. Geri bas, der gibi dönüşleri. Anlatıcıya ihtiyacımız yok! Beni istemeyeni, ben hiç istemem. İstenmediğim yerde de durmam. Ve evet, biraz klişeyim. Sustum. Susmamla birlikte;

-          Söyle seni düşsel bir bataklık boğdu mu?

-          Su da önemli ama
ateştir benim ustam.

-          Ne yapacağım bütün bu kavruluşlarda,
gece uzun ve su bende düğümleniyor.

-          Pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.

-          Bana bakmamış olan tüm bu bakışlarınız…

-          Dibi bilirim, diyor. En büyük kökümden bilirim onu: Seni korkutur.


-          Çok karanlık bir cümlede durmuş gibiyiz.

-          Dili öğrendin mi, acıyı da anlarsın.


-          Her şey mükemmel olduğunda dil lüzumsuzdur!

-          Dil cezadır. Her şey araya girmek ve günahları ölçüsünde çürümek zorundadır.


-          En kötüsü de sahip olamadığın şeylere ait olmandır.

-          Hep böyleydi. Bir şey en gerektiği anda olmazdı.


-          Hep kendini aradın beni bulmak için, ve kendini bulduğunda da beni aradın.

-          Hiç daha gözüpektir hepten.

-          Bir çiçeğe tutundum düşerken, oradayım hala.

-          Romantizim hastalığı budur işte; sahip olmanın bir yolu varmış gibi ay’a göz dikmek…

-          Hakikat, her insana, onların içinde bulunduğu hal üzere görülür.

-          Dünyadaki her şey, her şeyle ilgilidir.

Tam burada akıllarına, üzerinde konuşulamayan şeyler hakkında susmak gerekir, düşmüş olmalı ki sustular.  Beni bir parça dikkate alıyor olsalardı kesin kes şunu söylerdim hiç çekinmeden:
Karşında bütün olarak ne duruyorsa, darmadağındır kendi içinde… Desem de bunu onlar için bir anlamı olmayacaktı. İlla bir şey diyeceksen, kendine de diye çıkıştım kendime. Haklıydım çıkışmakta da. Oradan uzaklaşırken dedim diyeceğimi. Kendime:

Budha
dizine vurarak iç çeker

sonra yatıştırıcı ilaçlarını kullanır.

**Bu kolajda sırasıyla; Baudlliard, Turgut Uyar, Adonis, Furuğ, M. Blanchot, S. Plath, E. Cansever, Wittgenstein, Baudrillard, G. Agamben, Kafka, Yusuf Atılgan, Hermann Broch, Edmond Jabes, Ahmet Telli, F. Pessoa, İbn Arabi, Schopenhauer, Wittgenstein, Enis Batur ve Argos Ahıska yer almıştır.

Üçrenk Kırmızı









8 Ekim 2016 Cumartesi

ŞIK BİLGİSİ

Hayat bilgisi dersinde
Kaydırılmış şıklar,
hayata yeniden başlamanın provasıdır bilgisi
Bir ön hazırlık yalanı değilse nedir?
Kendime koyduğum bir ‘ben’’ usulsüzce
Kaydırırken bütün yaşamı
Bütün doğruları götüren yanlış bendim.


Soluksuz Gri


8 Eylül 2016 Perşembe

YOĞRUK SÖĞÜT

Sessizliğin çığlıkları sardı geceyi, kulaklar sağır.
Arkabahçede yağmur yağıyor, toprak çorak.
Suçiçeği açan ellerin dikenli teller sınırında.
Uzaklar uzak olmuş,acılar acı…
Beklemek bir depremden sonra nefes almayı.
Hissediyorum…
                               korku ecelin ayakkabısı.
ecel yalnızlığın sırdaşı.
Hadi ! giy ayakkabılarını gidelim.

Yalnız ölmek yalnız yaşamaktan daha kolay olmalı.

Siyah Eskisi

4 Eylül 2016 Pazar

SOLONUN FALSOSU

Çünkü senin gizli mahir zamanların vardı
Kor bir mührün kapıda bekleyişi gibi
Bekleyen kadınların makamsız
Seslenişleri solgun ve yenikken
Alfabenin vesika çıkardığı yerdi burası
Ceylan derisinden imal edilmiş bir lam
Bedenin yerleşkesinde ki ur’a hapis biçerken
Lanetin içinde oynaşırken gündüz
Sualsiz teslim alınırken yarınlar
Sabaha bir kala hizaya çekilen gerçekler vardı
Yakışmıyorduk bu hayata.
Uzaklardan kalkan bir kalbin hafızası
Bize bizi hatırlatıyordu
Derin ama çok derinlerde ilerleyen şey
Ceylan derisine yaklaşmıyordu bir türlü
Ağır ağır ilerliyordu peritonit                                                         
Nüfuzumuzdan kalbimize doğru                               
Ve şafak sökün ederken
 Saat 00.00 çizgisindeydi
Artık bütün kor mühürler içeriden

Dağlıyordu kapılarımızı.

Soluksuz Gri



15 Ağustos 2016 Pazartesi

RUHUMUZ ARKADAŞTI

Ruhumuz arkadaştı. O kadar korktuk ki yan yana gelmeye, birbirimizden ne kadar uzakta kalırsak, birbirimizi o kadar çok seveceğimize inandık. Aynı şehrin içinde, başka başka şehirler kurduk kendimize. Yokluğunda, kendine çarpacak kayalık arayan bir gemi gibi kaldım suların ortasında. Kirpiklerim döküldü seni özleyip durmaktan, üstüne basılmış bir meyve gibi kütürdedi kalbim. Yanağın değsin istedim yanağıma, kırlangıçlar göğüs boşluğuna yuva yapsın. Rüzgâr kokunu götürsün tekne iskeletlerinin yığıldığı bir kıyıya... Bir vapurun peşine takılıp giden bir martı sürüsü gibi, başka kıyılarda aldın soluğu. Ne yaparsam yapayım, hep karşı kıyılarda kaldın.

Ruhumuz arkadaştı. Bir gece vakti, bozkırın ortasında birdenbire duran bir trendi hayat. Oysa denize çıkar sanmıştım ben bütün raylar. Yıllarımı aldı bozkırdaki taşların, aslında denizin dibinden çıkarıldığını anlamak. Bunu anladığımda o kadar geçti ki, başımı kaldırıp baktığımda karşı tarafındaydın rayların ve dut ağaçlarını takip etmek yetiyordu doğuya inmek için. Biliyor musun, anlamak ölmektir aslında. Anlamak, anlamlandırmak için verdiğimiz onca gayret, çırpındığımız onca zaman, yalnızca ölmeyi başarmak içindir. Bir şeyi anladığın an onu kaybedersin çünkü. Bir şeyi anlamlandırdığın an, ona sahip olduğunu sanırsın ama aslında o ele geçirmiştir seni. Belki de bu yüzden bazen bir şeylere yeniden başlayabilmek için, bazı şeyleri yok etmen gerekebilir. Kendine yeniden başlamak isteyen insanoğlu için de geçerlidir bu, gittikçe varlığını yitiren nesneler için de... Ben de öyle yaptım işte! Kendimi yok ederek başladım işe. Kendi ellerimle kapattım içine sığındığım mağaranın kapısını. Kuyumu kendi ellerimle ördüm. Elbet sonunda yeniden bulurum dedim gün ışığını. Duvarlar günün birinde beni mutlaka dışına sızdırır sandım. O kadar alıştım ki içimin kirli karanlığına, zamanla bir dehlize dönüştüm.

Ruhumuz arkadaştı. Bir sabah kalktığımda, sana anlattığım şeylerle, aslında seni anlattığımı fark ettim ansızın. Aşklarımı mı anlatmıştım sana? O anda seni anlatıyordum oysa. Başkaları varmış gibi anlattığım rüyalarda hep senin adım izlerin vardı. Sen bana nasıl davranmam gerektiğini söylerken, ben sana karşı nasıl davranmam gerektiğini öğreniyordum yavaş yavaş. Babalarının arkasından, bir daha asla dönmeyeceklerini bilerek bakan çocuklar gibiydim yanında. Bir an için bile, gözümün önünden kaybolacaksın diye o kadar korkuyordum ki, kaç geceyi uykusuz geçirdim karanlığın baykuşlarıyla beraber. Sana sensizliğin nasıl bir şey olduğunu anlatamazdım, çünkü sen yoktun yanımda. Sana 'kendimi hayatın anlamını bulmuş ama ertesi gün kaybetmiş gibi hissediyorum' diyemezdim, çünkü harfler bir gemici düğümü attı boğazıma. Sana dünyaya aslında bir at olarak gelmeyi istediğimi söyleyemezdim, çünkü hep gitmekteydi aklın.

Ruhumuz arkadaştı. Asla baktığım yerde olmadın. Gözleri bağlanmış bir ebe gibi seni arayıp durdum şehrin içinde. Ağaçların arkasına baktım, taşların altına, evlerin gölgelerine, kıyıdan toprak koparan denizin diplerine, şarkılara, filmlere ve kalbime. Sanki bakacağım yeri önceden biliyormuşsun gibi, hep benden önce davrandın. Ama her defasında izler bıraktın geride. Ağaçların sırtına tırmanan kırmızı karıncalardan anladım bunu. Taşların altına yuva yapan solucanlardan, evlerin içine gizlice girmeye çalışan kertenkelelerden, denizin dibinde salınan batık krallıklardan, şarkıların dünyanın ortasına bıraktığı kederden, yarım kalmış filmlerin hüznünden anladım. Ve kalbimin üstünde biriken yağmur lekelerinden.

Ruhumuz arkadaştı. Dokunsak birbirimize bir yangın çıkacaktı sanki. Kül olmaktan mı korktuk? Kül olmak iyidir oysa. En azından bir geçmişi vardır külün. Sonra rüzgâr savurur onu, zeytin ağaçlarının gövdesine yapıştırır ya da kitaplarını göğüslerine bastırarak okula giden bir kızın eteklerine. Hiçbir şey olamadık ya, bu yüzden diyorum işte kül olsak daha iyiydi diye. Hem ateşi de bilirdik o zaman, tenimize değen suyun kıymetini de. Ruhumuz arkadaştı. Hep uzaktan baktık birbirimize.

Ruhumuz arkadaştı. Ben küçücük kâğıtlara 'seni seviyorum' yazıp balkonumdan attım insanlar kar yağıyor sansın diye, sen rüzgârın peşine takılıp, bir sedir ağacının gövdesine dolandın. İşte bu yüzden 'rüzgâr kovalayan' dedim sana. Faili kendisi olan bir aşkta, tek başıma basarken yaprakların üstüne, bir denizkestanesinin kalbinden dinledim, denizin dibinden gelen uğultuyu. Senden bana hiç söylenmemiş şarkılar kaldı hep.

Ruhumuz arkadaştı. Cama vuran yağmur damlalarını kırık ve yorgun parmaklarınla sildiğim zaman anladım, elimin altındakinin cam değil de senin yüzün olduğunu. O kadar buğuluydu ki gözlerin, bir şehri sis basmış sanırdı görenler. Sonra kurtlar inerdi göğsüme, ayaklarım karda sürtünerek kan izleri bırakan yaralı bir geyiğinkine benzerdi. Bir tekneye binmiş, açıklara doğru gidip gözden kaybolurdu gölgen.

Ruhumuz arkadaştı. Portakal kokulu bir yaz gecesiydin sen. Yaz gelince dallarını serinlemek için ırmağa sarkıtan ağaçlar kadar güzeldin. Gecenin sonunda gündüzün olduğuna seninle inandım ben. Yoksun ve şiirin bir bacağı kısa şimdi. Yoksun ve binalar ancak bir yanındakine yaslanarak ayakta durabiliyor. Yoksun ve ağaçların rüyasına girdim dün gece. Onlara uzun uzun seni anlattım. Yaralarımı gösterdim, ürktüler. Dallarıyla kapattılar gözlerini. Yoksun ve kuşlar hep seni anlattı senden sonra, sanki tehlikeli bir masaldan söz eder gibi. Yoksun ve yarıda kaldı çocukluğa yolculuk. Bahçeyi zehirli otlar bürüdü. Yoksun ve sayfada yalnız kalmış bir harf kadar ıssızlaştım ve bozkırın ortasında tek başına bir ev gibi kaldım. Yoksun ve bütün babalar unuttu eve dönmeyi.

Ruhumuz arkadaştı. Seni özlemekle yeni yeni ülkeler yaptım kendime...

Ruhumuz arkadaştı. Bozkırın ortasında bir denizkızıydın sen. O kadar sıkı tutunmuştun ki dünyaya, tırnakların saçlarından uzundu. Kelimeler yuva yaptı taşlar gizlediğin karnına. Orman desenli bir gökyüzüne kaldırıp başımı, kendime denizler çıkarttım yokluğundan. Kıyısında kırlangıçların seviştiği bir şehre vurdu ölü balıklar. Boynundaki sıcaklıktan anladım senin bir kiraz ağacından yapıldığını.

Ruhumuz arkadaştı. Sen izler bırakıyordun ardında ben bulayım diye, ben kendimi kaybediyordum onları ararken. Bir su halkasının içinden geçtin. Kabarcıkları doldurdun eteklerine. Senin sesinle uyandı yalnızlığı bekleyen tarlakuşları. Tersine dönen bir rüzgârgülü vardı az ötede. Az ötede denize varmadan kuruyan bir dere. Sonra kırık çakıltaşları, kendini yakan ateşböcekleri ve sütleğenler. Sonsuzluğa zıpladı gittiğini anlayan her çekirge.

Ruhumuz arkadaştı. Dik bir merdivenden ellerin cebinde inerken, ayakkabının bağcıklarına basıp düşmek gibi bir şeydi sensizlik. Senden sonra düğün salonu oldu bütün yazlık sinemalar. Oysa sana ayırmıştım çocukken sayı boncuğu yerine kullandığım fasulyeleri. İçinde artist resimleri biriktirdiğim çekmeceyi, vişne lekeleriyle dolu, bir parçasını dikenli tellerde bıraktığım gömleğimi, defterlerin en güzel sayfasını sana. Yarıda kaldı bütün bahçe bakımları.

Ruhumuz arkadaştı. Göğsümde senin için bıraktığım boşluğa kaplanlar indi. Ellerimde bir yangından kalanlar var. Sönmüş bir deniz feneri gibi kapandı gözlerim. O kadar açıktan geçtin ki, bulutlar elleriyle kapadılar yüzlerini. Denizin altında kalmış bir mendirek gibi, suyla doldurdum dokunmadığın yerlerimi. Kendime uçurumlar, kuyular yaptım.

Ruhumuz arkadaştı. Sen gidince, bir bacağı kısaldı oturduğum bütün sandalyelerin. 

Ruhumuz arkadaştı. Yolda yürürken tesadüfen karşılaşmış iki ağaç gibiydik seninle. Senin dal uçlarına doğru yürüyordu su, benimse köklerime. Ben sana bakışlarımla anlatmıştın geldiğim yerleri, sen bana sessizliğinle. Yapraklarında rüzgârın bile kıyamadığı çiy taneleri. Oturup uzun uzun konuşmuştuk. Senden dinlemiştim bazı masalları ilk defa. Yere yağmur damlası gibi düşen gölgene bakmıştım hayranlıkla. Gölgen de gövden gibi titrekti. Birbirimize dokunmaya korkmuştuk aniden tutuşuruz diye. Oysa seni gördüğüm anda zaten tutuşmaya başladığımı anlatamadım sana. Nasıl böyle içten içe sessizce yandığımı, yavaş yavaş bir köz yığınına döndüğümü, dokunduğum her yere yangınlar bulaştırdığımı anlatamadım.

Ruhumuz arkadaştı. Sen ormanların suskunluğunu getirmiştin yanında. Gövdende evvelce ısınmış hayvanların izleri vardı. Kokunu takip etse bulurdu seni bütün canlılar. Gözlerine bakanlar ormana düştüğünü sanırdı. Sanki hiç beklemek istemez gibiydin. Her an gidecekmiş gibi hazır, çoktan gitmiş gibi rahat. Sen varken bile sensizliğe alıştığımı fark etmiştim çok sonra. Ağaçsız bir ormanın, ömrüme nasıl uçurumlar yığdığını da.

Ruhumuz arkadaştı. Yolda yürürken tesadüfen karşılaşmış iki ağaç gibiydik seninle. Yıllarca yan yana söyleştik de, sanki hiç karşılaşmamış gibi kalkıp kendi yolumuza gittik sonra. Ömründe hiç orman görmemiş iki ağaç gibi kaldık. Eğilip kulağıma fısıldadın: bir farklı bahçelerin ağaçlarıydık.


Kahverengi





12 Ağustos 2016 Cuma

kuzey taşları


                        
                                              william blake için

sözcükler dağılarak doğuyor
içinde kırıla kırıla
ölçüyor aşkların yaralarını
kar kurak bilmez diplerde
kudurmuş yalanlar toplanıyor
canlı alevlerin içinden
sessiz ellerin sesi bir de

öp   kal  sarıl
sonra saklan yükünle
neye dönüşürsen dönüş
hayat bize sözcükler bağışladı

sen buna masal de
ben rüzgar misali sonsuzluk diyeyim

alevlerin düşüşü
soğuk ağaçlardan başlıyor
bir de parlak boşluklardan
küçük ellerle alkışlanan şarkılar
dahildi yaşayan her şeye
ve her şey
toprağın suya uzaklığı kadardı

göğün doğusunda dağlar kararıyor
aklımın kuzeyini taşlarla sardım


Akıl Karası