29 Ekim 2012 Pazartesi
KUSTUM ADINI
Dün gece gene inanılmazı yaptım
tuttum beni astım gözlerine
sen cinnet hali
ben cennet hali dedim
sen en orospusu zamanın sus dedin
ben serserice sevdiğim bedeninde infilak ettim
önce şarap içtim
sevgiyle dol dedim
sustum
sonra kaçarken düşlerimi düşürdüm
bir çocuğu sigara satarken yakaladım
çektim dumanı içime
gökyüzü gibi bakire seni düşündüm
çözülecekti dilim
sen diye zifir kustum
sonra düşündüm
gece üstümüze çöken esrarkeş bir perdeydi
belki bir gün dedim
kustum adını / yuttum dilimi
unuttum
sustum
olmadı
belki bir gün dedim
kırlangıçlar süzülür
seni bırakır üstüme dedim
sustuklarımı kustum
bekledim
Buz Grisi
Ira Bordo
26 Ekim 2012 Cuma
BİR VAROLUŞ BİÇİMİ TAKLİDİ OLARAK OYUN
Zaman
geçiyor; oyun sürmekte. Taraflar oyunun varlığından habersizmiş gibi görünmeyi
olağanüstü bir biçimde başararak, en iyi oyunlarını sergileme konusunda oldukça
iddialı olduklarını fark ettiriyorlar. Hangi takımın başarılı olacağı henüz
tahmin bile edilemiyor. İçki kadehi tokuşturmanın rahatlığında tokuşturuluyor
karakterler. Herkes canı yanmıyormuş gibi yapıyor. İzleyicisi olmayan bu oyunda
alkış sesleri, tarafların iç sesleri tarafından efekt ediliyor ve bu ses
yalnızca söz konusu, tarafça işitilebiliyor. Oyun şaşalı, ödül yok; bu da
sadece oynamak için oynanan bir oyunun varlığını belgeliyor.
Kimin
kazanacağının önemi var mı, henüz bunu da bilen yok. Stratejiler şimdilik
kaybetmemek üzerine kurulu durumda. Böyle olunca da, saldırıdan çok savunma
silahlarının varlığı hissedilebiliyor. Henüz ölü yok yaralı da. Belki bir –iki
küçük çizik, hafif berelenmeler, hepsi bu kadar. Herkesin zulasında öldürücü
bir silah bulunur elbet. Ama henüz kimsenin vurucu gücünü saflara gönderdiğine
rastlanmadı.
Oyun hep
yoktu elbette. Başlangıçta, sadece taraflar birbirlerinin varlığından
haberdardı; günün birinde rakip olacakları kimsenin aklına gelmiyordu. Sonra
oyun başladı. Ortada ezberlenecek ne bir senaryo ne de oyunculara ne yapmaları
gerektiğini söyleyecek bir yönetmen vardı. Bu durum başlangıçta taraflar
arasında hezeyana neden olduysa da; kısa zamanda durum anlaşılır bir nitelik
almaya başladı. Oyuncular görev sırasında bir takım kostümler kullanıyorlardı
doğal olarak. Kendi görünmez dolaplarından bulup çıkardıkları bu giysiler, eğreti
duruyordu üzerlerinde. Ancak şimdi durup bunu düşünmeye vakit yoktu; oyun
sürmek zorundaydı. Hem giysileri, takmak zorunda oldukları maskelere oranla
daha iyi durumdaydı. Ah o maskeler! Umursamaz, komik, korkunç, uzak, şaklaban
ve rengârenk maskeler. Her iki tarafın da en nefret ettiği yandı o maskeler. Ama
zorunluydu onları çıplak yüzlerini gizlemede kullanmak. Oyuna maskesiz çıkmayı
düşünmek, deli cesareti gerektiriyordu ve söz konusu taraflar ne deliydi ne de
cesur. Belki de oyunu bitmek bilmez bir işkenceye dönüştüren de buydu. Deliliğin
ve cesaretin eksikliği! Taraflardan en az biri, maskesini çıkarma yürekliliğini
gösterebilseydi, oyun bitebilirdi. Ne zafer olurdu o zaman ne de yenilgi. Sadece
yorgun oyuncuların yüreklerini dinlendirecek bir rahatlama anı yaşanırdı belki.
Sonra yaşam normale döner; herkes eski sıkıcı yaşantısına tekrar sığınır; renksiz
fakat huzurlu uykulara kavuşulurdu.
Ne var
ki, ipin ucu kaçmış gibi görünüyordu. Geri dönmek, oyun hiç olmamış gibi
davranmak, yüzleştikleri acımasızlıklarını yok saymak zordu. Bu hayatta geriye
yürüyen ne vardı ki? Bu savaşın bir cinayetle son bulacağına kesin gözüyle
bakılıyordu. Birisi ya da bir şey ölecekti ve öngörüden daha korkunç olan, cinayetin
bir zorunluluk gibi göründüğünü tarafların kabul etmesiydi. Peki, ölen kim ya
da ne olacaktı? Sorulması zorunlu ancak yanıtlanması oldukça güç bir soruydu. Bir
cinayet kaç cinayeti getirecekti beraberinde? Cinayet elbet! “Her insan öldürür gene de sevdiğini”
diyen Wilde, oyunu izleyebilseydi memnun olurdu durumdan. ”Faşizm iki kişinin
arasında başlar.” diyen kimdi peki?
OYUN….FAŞİZM….CİNAYET….AŞK!
-Aşk mı?
-Aşk elbet!
-Aşk mı?
Aşk elbet!
-Skor ne olur?
-“Her insan öldürür gene
de sevdiğini”
Melun
Renk
Jean Cocteau, la sang d’un Poete, 1930
21 Ekim 2012 Pazar
KATMERLİ UNUTUŞ
mektup açacağıyla oymuş sol kasığına
annesinin hüznünden devşirdiği lâciverdi
üstelik kovulmuş bütün sözcüklerden de
zamanı akışkan bir kokuyla aldatmaktan
annesi duysa ölür şimdi
kız kardeşi seyirlik
öğrenci evlerinde bütün odaları doldururken anayasa hukuku
- ki mutfakta bile geçerlidir-
bir tokat izinden öğrendi yargısız baba yasasını
banyo dolabında üzgün bir porno yıldızı
ev iyidir oysa
kederle arınmış perdeleri
ve bahara kurulmuş mutfak divanlarıyla
serin bir gün biriktirir kaşınan sıkıntılara
bazen öfkeyle kapanan bir kahvaltı sesi, cam kırığı
bazen avlularda ipe dizilen tütün yaprağı
döndüğünde bir gün kasabasına, dönerse
ilk davası; babası
artık sol kasığında durmadan sızlarken yarası
eğildi, usulca okşadı hasta kadınını
çatlayan yazgısını besledi ağzından
annesi duysa ölür şimdi
kız kardeşi gelinlik
öyle çoğaldılar ki yalnızlıklarında
kaç kişiydiler sevişirken
Kahverengi
Photo by Riccardo Moncalvo - Il Gesto, 1937
17 Ekim 2012 Çarşamba
DAVETE İCABET
Karşı konulması oldukça güç bir çağrıydı, daveti ikiletmeyecektim. Gerçi
çağrılı olmanın avantajlarına sahip olmamak bir parça can sıkıcıydı ama yine de
böyle bir davet, her gün alabileceğiniz türden değildi. Kendimi şanslı
hissediyordum, çağrılmayı yıllardır kıskançlıkla beklediğim bir yer, artık
kapılarını, şartlı da olsa açmış beni bekliyordu.
O
güne özenle hazırlandım. Önce evimi hızlı hızlı, sonra kendimi usul usul
temizledim. Sıcak suyun altında mırıl mırıl mırıldanarak şarkılar söyledim. Saçlarımı
üç kez değişik biçimde kurutup, beğenmeyerek bildik şeklinde taradım. Davet
edildiğimde saçım farklı değildi ki, diye düşünerek kendimi rahatlattım. Bedenime
kokular sürdüm, yüzümü hiç boyamadım. Epeydir giymediğim çiçekli elbisemin
ütüye ihtiyaç duyup duymadığını kontrol ettim, biraz zayıflamış olmalıyım ki, üzerimde
eskisinden de dökümlü duruyordu. Bu beni biraz endişelendirdiyse de aldırmamaya
kararlıydım. Her şeyden önemli olan çağrılı olmaktı. Daha sonra, keşke topuklu
olanları giyseydim, diye hayıflanacağımı bile bile, siyah renkte olan, topuksuz
ayakkabılarımı giydim. Ceketimi alıp çıkarken kendimi kıpır kıpır bir heyecanla
oynaşırken yakaladım. Kapıyı kilitlerken, süründüğüm parfümün ağırlaşmış kokusu
burnuma çarpıp, beni telaşlandırdı. Dönüp yeniden yıkansam mı acaba, diye
düşünmeye bile zamanım olmadığını fark edince, rüzgârın kokumu alıp götürmesini
dilemekten başka çarem olmadığını kabul etmek zorunda kaldım.
Apartmandan
çıkıp, sokaktan aşağıya doğru yürüdüm… Caddede bir taksi durdurdum, şoförün
yüzünü buruşturarak nereye gideceğimi sorması, parfüm sorununu hatırlamama
neden oldu. Çok sürmüşüm işte, çok. Fena halde sıkıldım bu duruma, ama yapacak bir
şey de yoktu. Yol boyunca heyecanımı bastırmaya çabalayarak, trafik yüzünden
ağır ilerleyen takside oturup, geçtiğimiz sokaklara baktım. Sokaklarda
yürümekte olan kaç insanın, şu an benim kadar şanslı olabileceğini düşünerek
rahatlamaya çalıştım ama bu çabanın kötücül bir yanı olduğunu kendime söylemeyi
erteleyecektim. An bu itirafa uygun değildi. Müziğin sesinden rahatsız olup
olmadığımı soran şoföre, keyfine bak, dedim. Herkes keyfine bakmalı. Bugün önemli
bir gün.
Taksi
nihayet durduğunda, sakinleşmenin yolunu bulmuştum. Yaşamımın en önemli
anlarından birine adım atmak üzereydim ve aptal bir heyecanın, bunun tadını
çıkarmama engel olmasına izin verecek değildim. Kokumun ağır ve abartılı olması
az sonra duyacaklarımın içeriğini değiştirmeyecekti. Apartmana girip, merdivenlere
yöneldim. Törensel bir tırmanıştı ve çağrılı olduğum evin en üst katta oluşu, beni
sevindiriyordu.
Zile
dokunmama gerek kalmadan kapı açılıverdi. İçeri alındım. Salona yürüdük ve
önünde saksı saksı menekşelerin bulunduğu pencerenin kenarındaki koltuklardan
birine buyur edildim. O da karşıma geçip oturdu. Yüzüne, kırçıl saçlarına ve
yaşlanmış tenine ve bunların aksine genç kalmış gözlerine baktım. Gülümsedi. O,
her şeyin farkındayım, diyen gülümseyiş gözlerimi ondan uzaklaştırıp çiçeklere
yöneltmeme neden oldu. Yanılmışım hepsi menekşe değilmiş, şu da unutma beni
çiçeği, diye düşünürken, o konuşmaya başladı.
“Buraya
o öyküyü dinlemek için çağrıldın, aradığın
o öyküyü.”derken sesi yaşlı bir kadın için oldukça genç çıkıyordu.
“Hazır
mısın?”diye sordu, bir an
duraksadıktan sonra. Hazır mıydım?
Yılardır o öykünün peşinden koşup, onu bulmayı tuhaf bir tutku haline getirmiş ve
şimdi onu içime almaya çok az zaman kalmışken, bu da soru muydu? Aslında bir
soruydu elbette, ama can sıkıcı bir soruydu. Buraya gelirken böyle bir soruyla
karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Güçlü bir düş kırıklığının eşikte beklemekte
olduğunu seziyordum. Hazır olma konusunda iyi değildim. Yaşamanın önüme
çıkardığı pek çok fırtınaya hazırlıksız yakalanmış, rüzgârın sürüklediğine razı
gelmeyi öğrenmiştim. Öykü hariç, bu öykü hariç.
“Cevabını
bekliyorum…”diyen sesini duyduğumda, kafamı kaldırıp ona baktım. Ne kadar yaşlı
görünüyor, diye düşündüm. Oysa gözleri, gözleri gördüğüm en genç gözlerdi. ”Evet?”diye
üsteledi, sesinde belli belirsiz bir sabırsızlık seziliyordu. Buraya kadar
gelmeyi başaran birinin, hazır olup olmadığı konusunda sessiz kalmasına anlam
verememiş gibiydi ya da bu aslında onun için çok anlamlıydı. Bir an düşündüm, unutma
beni çiçeğine baktım. Sonra bakışlarım ona döndü.
“Hayır,
hazır değilim” diyen sesim, kalkıp kapıya yönelen bedenime eşlik etti.
Üçrenk Kırmızı
Andre Gelpke
16 Ekim 2012 Salı
ISLAK TEN
bir ten ve bir hayat
aldırma bana
bugün biraz ağlamaklıyım
çocuğum da biraz
bu odaya sığmıyor ruhum
bir ten ve bir hayat
geçmişin hüznü daha ne kadar çınlayacak kulaklarında
kaç güneşi daha unutacağız öğle ortasında
ciğerlerimi tokatlıyor hıçkırık seslerin
bundandır ağlamalarım
bir ten ve bir hayat
anımsıyorum tunalı’da akşamüstü yürüyüşlerini
öpüşlerimize sendikalı
sigara emekçisi dudaklarını
bırak gördük, geçirdik ne varsa
yarınlar hayaller ile besleniyor
hayaller umutlarla
-bir ten ve bir hayat
duyuyor musun yağmuru
bizi beklediğini, görüyor musun
benim bir hayalci olduğumu hatırlıyor musun?
aldırma bana
bugün biraz ağlamaklıyım
çocuğum da biraz
bu odaya sığmıyor ruhum
bir ten ve bir hayat
geçmişin hüznü daha ne kadar çınlayacak kulaklarında
kaç güneşi daha unutacağız öğle ortasında
ciğerlerimi tokatlıyor hıçkırık seslerin
bundandır ağlamalarım
bir ten ve bir hayat
anımsıyorum tunalı’da akşamüstü yürüyüşlerini
öpüşlerimize sendikalı
sigara emekçisi dudaklarını
bırak gördük, geçirdik ne varsa
yarınlar hayaller ile besleniyor
hayaller umutlarla
-bir ten ve bir hayat
duyuyor musun yağmuru
bizi beklediğini, görüyor musun
benim bir hayalci olduğumu hatırlıyor musun?
Binevşi
Valentin Fischer
13 Ekim 2012 Cumartesi
İLK HARF: AŞK
Beni bileğimden öptü. Üç defa. Damarlarımda sessizce yürüyen karıncaların, o anda topluca kalbime göç ettiklerini duydum. Kalbim uyuştu, kasıldı, çocukların tepelerden aşağı yuvarladığı bir kamyon tekeri gibi sağa sola çarparak devrildi. Bileğimde dudaklarının serinliği, kulağıma eğildi ansızın. “Sevişmek ilkokula başlamak gibidir” dedi. “İlk dokunduğun an, ilk harfini öğrenmiş gibi olursun. Sonra sıra bütün alfabeyi sökmeye gelir. Sen okumayı öğrendikçe, sözcükler biriktirdikçe ellerinde, o eller bir gövdeyi okumayı da öğrenir zamanla.”
Beni bileğimden öptü. Karanlık bir odadaydık. Ancak onun gözlerinde görebiliyordum ışığı. O ışığı takip ettim. Kendi gövdesini gösterdi bana. Gövdesindeki sınır kasabalarını, hayvanların bile terk ettiği sisli dağları, o dağlarda rüzgârın sesiyle avunan ağaçları gösterdi. Bir ormandaydım sanki. Ellerim ilerledikçe terden ışıldayan teninde, o ağaçlara çarptı ellerim. Parçalandı, kanadı, dikenlerle kaplandı. Bir meyveyi koparmanın bedeli olmalıydı bu. Derken birbirine çarptı dişlerimiz. Çınlamanın sesini duydum. Suyu kurumuş bir kuyuya atılan taş gibiydi. Yavrusunu ağzıyla besleyen kuşlar gibi nefesini verdi içime. Tuttum, tuttum, tuttum. Kocaman bir suskunluğa dönüştürüp o nefesi, onun ağzının içine saldım yeniden.
Beni bileğimden öptü. Uzun, sessiz bir deniz gibi uzanıyordu yatakta. Göğüsleri yaralı bir hayvanınki gibi kalkıp kalkıp iniyordu. Paslanmış odun sobasın kenarlarından sızan ışık düşüyordu gövdesine. Önce tek bir noktada toplanıyor, ardından dağılıyor, yayılıyor, bütün bedenini bir yangın yeri gibi aydınlatıyordu. Hazırdım kendimi o ateşe teslim etmeye. Yavaşça uzandım yanına. Parmaklarım bacağı kırılmış bir at gibi süründü gövdesinde. Ateşi takip etti, kovaladı. Tam o anda, ateşe değdiğim anda anladım bu yangının sonsuza kadar süreceğini. “Sevişmek, bir yangıyla var olan ormanlar gibidir” dedi. “Eğer ormanı seviyorsan, yangına da katlanmalısın.”
Katlandım. Onun ateşiyle var ettim kendimi. Bütün sokaklarını ezberledim gövdesinin, bazı sokakların çıkmaz olduğunu bile bile. Gözeneklerine girdim, tüylerine üfledim, denizi ilk defa gören bir dağlı gibi, şaşkınlığımı bıraktım titreyen derisinin üstünde. Sayısız penceresi vardı, hepsinde denizi gördüm.
15 yaşındaydım onu tanıdığımda. Bana daha önceden yüzlerce kez seviştiğini ama aslında hiç dokunmadığını söylemişti. Dokunmadan sevişmek. Günlerce bunu düşünmüştüm. Gözlerini kapamadan uyumak, eline kalem almadan yazmayı başarmak, çeşmeyi daha açmadan su içmek gibi bir şeydi bu. Tanıştıktan 6 ay sonra, yağmurlu bir sonbahar günü, evine davet etmişti beni. Ve ben daha önce hiç sevişmemiştim. Saatlerce yan yana oturup denizi izlemiştik tahta kanatlı pencereden. Martılar denizin üstünde deli gibi dolaşıyor, balıkçı tekneleri yağmura direnmeye çalışıyordu. Yağmur damlaları cama vurdukça, içimde büyüyen bir sesi duymuştum. Damlalar camdan aşağı süzülmüş, derken başka başka damlalarla birleşerek, camın üzerinden akan bir nehre dönüşmüştü. Bir an o nehrin odaya sızdığını ve bizi de içine aldığını hayal etmiştim. Odun sobasından gelen çıtırtılar, ormanda yürürken üstüne bastığımız kurumuş dallara benziyordu. Etrafta ıslak tütün kokusu, duvarlarda yalnızlığın koyulttuğu sarı badanalar.
Saatlerce, hiç konuşmadan durmuştuk öyle. Ara sıra dudaklarına baktığımda, yavaşça açılan bir kapının varlığını sezmiştim. Yanımdaki ahşap sandalyeye oturmuş, tiril tiril elbisesinin üstündeki güller, renklerini odaya vermişti. Göğüs uçlarını fark etmiştim sonra. Elbisesini hafif kabartmış, aralarındaki boşluktan tekneler geçmişti. Benimse yüzümde sivilceler, dudaklarım; ilkokula yeni başlamış bir çocuk gibi heyecanlı.
Önce elleri değmişti dudaklarıma. Ağzımın etrafında dolaşmış, sanki bir gergefe bir iğde dalı işler gibi gezinmişti çukurlarımda. O bana dokundukça, sular altında kalmış bir şehre dönüşmüştüm. Sonra nefesini duymuştum yüzümde. Sudan yeni çıkmış bir yosun gibi kokuyordu. Dudaklarında balık pulları, ellerinde derisini kaldırıp atmış bir kirpi.
İlk önce ellerini tanımıştım onun. “Eller, en çok daha önce dokunmadıkları bir şeye dokunduklarında anlam kazanır” demişti. Usulca kaldırıp elimi sırtına dokunmuştum. Sonra da kulağına eğilip; “Artık benim ellerimin de bir anlamı var” demiştim. “Seninle sevişmeliyim” diye devam etmişti. “Hayır” demiştim, “Ben sadece dokunmak istiyorum sana.”
Beni bileğimden öptü. Üç defa. Aradan 17 yıl geçti, hâlâ ilk önce bileklerimden başlıyoruz sevişmeye. O bana her dokunduğunda, tanımadığı bir ormana gelmiş yabancı bir ağaç gibi oluyorum. Biraz sonra çıkacak yangını da biliyorum üstelik. Bildiğim bir şey daha var ama; bazı ağaçlar ateş bağımlısıdır. Alevlerin dili dolaştıkça gövdelerinde, onlar da başka gövdelere dolanırlar.
Beni bileğimden öptü. Onunla ne zaman sevişsem, ilkokula yeni başlayan bir çocuk oldum. Her defasında yeniden öğrendim harfleri onun gövdesinde. Harflerden sözcüklere, sözcüklerden cümlelere, cümlelerden sayfalara ulaştım. Binlerce sayfam var şimdi.
Beni bileğimden öptü. Bileğimden öldüm.
Aşkî
11 Ekim 2012 Perşembe
POSTA
Nejat, Masada oturuyor, son karalamaları, o yüzden seviyorum daktiloda dans eden ellerini, sen bize binemeyeceğimiz otobüslerden yer ayırtıyorsun sevgili. Bitti, deyip tek bacaklı sandalyende dik durup son bir sigara alevliyorsun, yerdeki ahşaplar çıkacak olan yangının kılıfını hazırlıyor. Uzak bir yoldan gelmiş kilometrelerce yürümüş kelimelerce koşmuşsun gibi öyle nefes nefese duruyorsun. Önceden okumuş olmasam yazdıklarını neden yoruldun böyle derim. İntikam alır gibi okurdum yazdıklarını kanardı kelimelerin. Bir sonraki satırı öyle özlerdim ki masanın başına geri gelip dünyadan kopmanı beklerdim. Sen cümleleri seviştiren adam, hep ağlamakta buldun çareyi. Romanların gibi kesik kesik göz yaşların. Bıyıkların sararmış sigaradan, birileri kitabını okurken seninle alakalı bir düşü olacak mı? Sen hak ediyorsun hatırlanmayı diye düşünüyorum yıllardır. Ve o an geliyor son cümlenin noktasını koyup masadan kalkıyor kutuluyorsun sayfalar süren romanını, senin için, masanın yanına bıraktığım kasaptan çaldığım yağlı kağıtla değil de, gündemdeki en ucuz gazete haberiyle kaplamayı tercih ediyorsun kutuyu. Yatağını düzeltiyor, masayı sonra, daktiloyu, izmaritleri çöpe, çöpü kapıya bırakıyorsun, ayakkabılarını giyip yolun karşısındaki büyük posta kutusuna atıyorsun içinde romanın olan kutuyu. Ardından gidiyorum, atılır mı o diye iç geçiriyorum, alıyorum eve geliyorum, uyuyorsun, romanı bitirmek sana yaramadı bak hemen yorgun düştün, bir önceki kabul edilmeyen romanın gibi bunun da son cümlesi aynı, “benim gözlerimden yaşamı okumanız için…” bu roman sen olmadan basılmaz ki; sen sen olmadıktan sonra sen böyle bunalıma girdikten sonra, derken masanın üzerinde duran törpüyü alıp seni yaşatmak için gözüne saplıyorum çığlık çığlığayız odayı boydan boya turluyoruz, sonra mutfağa koşuyoruz ocakta demlik unutmuşum da sen altını söndürmeye koşuyormuşsun gibi, bıçağı kapıyorsun ve yel değirmenlerine saldırıyorsun son kişot. Bıçağı elinden kapıp bana ithafını yerine getiriyorum, ne demiştin romanın sonunda; “benim gözümle okuman için…”
Ellerimde kandan başka şeyler var gözüken, ürkek miras yedi bir güvercin edasıyla, boğazının en işlek damarına kaykılan bıçakta yollarımız kesişiyor ansızın, uzun uzun yürüyoruz can sıkıntısından acından, biraz sessizlik istiyorum senden, yumruklarını sıkıyorsun ateşten, son bir cümlen daha olmalı diye düşünüyorum. Söylenmemiş bir motif, ben işliyorum öfkemle. Mavi kristal birer boncuk ellerimde, tespih taşları yerine yaraşır belki de. Sıyrılmışlığın zamanından bir çift gölge, hayır, emanet alıyorum merak etme, başka bir gözle görmeğe başlayınca, avucumun içine bile sığmayan gözlerin, şimdi gör ki ona romanını anlatayım. Mutfakta yerden kalkıyorum, Müzeyyen Senar, taş plaktan söylüyor kaşlar kara gözler kara, kutunun içine emanetini yerleştiriyorum bir çift cam bakış… Son bir satır ekliyorum bitmiş cümlene… “hasretle gözlerinden öpen karın…”
Kutuyu postalamak için yolun karşı tarafına yürümeye koyuluyorum.
“göz gamın ne olduğunu bilseydi,
Gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,
Padişah bu acıyı duysaydı,
Göz gece gündüz demez, ağlardı”*
*mevlana
ŞemsAzure
ŞemsAzure
9 Ekim 2012 Salı
ALÇAKGÖNÜLLÜ BİR ÖFKE
O malum
farkındalık oluştuğundan bu yana, ilk kez; daha önce fark etmediğim bir şeyi
görür gibiyim bugün. bu – belki küçük, belki önemli –algılayış nedenini
kavrayamadığım bir biçimde hüzünlendiriyor beni. aramızdaki fark!
O büyük
ve derin ve tehlikeli ve acımasız ve korkunç ve çılgınca güzel ve titreten ve
ürperten ve gülümseten ve uykuları bölen ve hüzünlendiren ve düşündüren ve
vazgeçirten ve kaçma isteği doğuran ve çığlıkları bastırmayı her geçen gün
zorlaştıran ve öldürmeyen ve süründüren ve neşe veren ve ve ve ve ve…..
Aramızdaki fark! benim sözcüklere düşkünlüğüm, senin onlardan marazi bir
biçimde korkuyor oluşun. bu şey.. evet, bu şey marazi… marazi ama hayati de
aynı zamanda. hayati olan sensin belki, belki marazi benimdir ama tersi de
mümkün sanki. konudan uzaklaşmak, etrafında dolanıp durmak bulaşıcı demek ki. öyle
olmalı… aksi halde, benim gibi kendini doğru biçimde ifade edebilmeye takıntılı
bir insanın yapacağı şeyler değil bunlar.
Yorulmaya başladım sanırım. sanırım değil, sanırım değil. yoruldum. zemin
kaygan. her şey sürekli marjinal iki nokta arasında gidip geliyor. baş dönmesi,
göz kararması. sağlam bir zemine
dayanmayan direkler gibi alınan kararlar. küçük bir sarsıntıyla yıkılıyor; kafama…kafama..kafama..kafam.
aklım. zavallı aklım, almıyor olan biteni. donup kalıyor saçmanın güçlülüğü
karşısında. sezar’ın hakkı sana şimdi. sen sağlam görünüyorsun. ya sağlamsın sahiden ya da sağlam olmamak
için bir nedenin yok gerçekte. gerçekte? gerçeklik, realite, hakikat ???
Belki
de, belki değil..belki değil..bu..bu şey işte..zihinsel bir yanılsama. söz
konusu zihin sana ait değil elbet! aslında (bak yine!) sen durumdan bi haber
kendi halinde, işindegücündegücündeişinde zararsız bir varlık olarak
yaşamaktasın. arada bir seni yoklayan o cılız sezgiyi saymazsak; tamamen
masumsun…. H A Y I R !
Kimse masum değil. sen masumiyetini yitirenlerin önde gidenisin. sen
kurtsun, bense kurt postuna bürünmüş kuzu! oldu mu?
Tamam…tamam…tamam. sinirlenmek yok… fevri olmak yok…keskin sirke falan
filan…rol yap ... oyna…rol…oyun…yalancıyalancısanakimseinanmazyalancıyalancısanakimseinanmaz!
Melun Renk
“Beni Seine Nehri’ne götür, küçük balıklara dönüşene ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sularına. ” Ingeborg Bachmann’dan, Paul Celan’a Edouard Boubat Portugal, 1956
5 Ekim 2012 Cuma
DOLUNAYIN SON GÜNÜ
yazın
son günleriydi. metal köprülerden geçmiştik. karabiberlerin
altından,
kurumaya yüz tutmuş bir suyun kıyısından. sen bir
ağaca
dokunmuştun, benim içimde yer değiştirmişti taşlar. ayağım
arsız
bir ot gibi dolanmıştı bacaklarına.
kıyıda
ekmekle balık tutan adamlar vardı.
sana
‘bu şehirde neden zeytin ağacı yok?’ diye sormuştum ya,
yüzüne
bakar bakmaz anlamıştım aslında yanıldığımı. tepemizde
otları
kavuran bir güneş, ‘kalbin’ demiştim, ‘sığındığım tek
gölgelik’.
görmüştüm,
sen yürüdükçe renk değiştiriyordu taşlar. ağaçlar
üstüme
üstüme geliyordu ikide bir. az ötede suskun bir lunapark,
kocamış
bir sessizliği işliyordu gövdemize. en çok ismini
bilmediğimiz
ağaçlardan tanıyorduk birbirimizi ve ben yüzünü
izliyordum
alnımdan boynuma akan sıcak terde.
tökezleyen
bir fayton gibi sallanmıştı kalbim.
yazın
son günleriydi. seni yanındayken bile ne kadar özlediğimi
anlatacaktım
sana. lacivert bir örtü kadar karamsardı gece.
suskunluk
atları geçti aramızdan. aramızdan kendi peşinde koşan
bir
sabahın hayaleti. nasılsa aynı sularda karışacağını bilen iki dere
gibi,
birbirimize hiç dokunmadan döküldük denize.
Kahverengi
Gilbert Garcin
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)