31 Mart 2016 Perşembe

CENNET KUŞLARI

…..sonra
      “Bu sefer yeşil kuşluyu ben bağlayacağım; siyahın rengi ağarmış, hem geçen sefer seninkini beğendi.”
       Sustum, sadece sustum; sanki yeşil kuşlar kanatlanacaktı kafasında! Siyah, gri, beyaz kuşlar da bende…Büyüktü ya benden, kuşları da gözleri de çok çok da sözleri…
       Buğulanmış sular döküldü sonra kuşlara, bir göz kör pencerenin aydınlığıyla ağaran sular, sıcak sular döküldü. Yıkandı, arındılar küçük oyunlarından. Saçlar en çok da saçlar tertemiz oldu.
       Bir el tarakta, bir el sudan sıcak ,okşar başları. Giyinirler sonra en temiz, en uzun, en ulaşılmasız ve en kalın. Zira oku, diyecek biri tüm bilinmezliği ve karanlık yeşiliyle.
       Saçlar taranır, örülür ve dahası bakışlarla kirlenmesin diye sarılıp sarmalanır renklere. Uzun hırkalar, kalın çoraplar ve en mühimi rengarenk lastikler giyilir ayaklara. Rengarenk ki çocuklukla dost, eyleme tezat.
      Yumurtalar koyulur sepete hediye niyetine ve önde abla arkada kardeş düşülür okuma yoluna.
     “Yine öne geçti ,bir de yetişebilsem, nasıl da koşuyor. Sepeti de bana taşıtıyor. Hem nolacak ki, yine kapıda çekecek elimden sertçe, o verecek hediyeyi. Şu çamur da bir bozuyor ki rengimi… Yeşil kuşlarıyla nasıl da salınıyor…”
        Kapıya varılır, önde büyük arkada küçük. Büyük elde sepet çalar kapıyı. Hoca yoktur evde, hanımı açar kapıyı, alır usulca kızları içeri. Konuşulmaz içerde, yerler değişir sadece, bir de bakışlar. Oturulur rahle niyetine dizilmiş minderlerin önüne. Ders ablanındır; kardeş, abla yalnız gitmesin diye… Sonra harfler çıkartılır satırlara dik, düz, yatık, kavisli, noktalı harfler. Abla bakar harflere, hanım ile kardeş de ablaya. Harfler öyle kolay kolay vermez kendini ele, çoğu da unutulur.
         Ablanın bildiği bir elif’ tir bir de haydi bilemedin be, pe, te… Aksilik bu ya hanım beyaz kısa tırnaklarıyla hep gösterir eğri büğrü ve karşılığı olmayan harfleri. Tıkanır abla, kızarır yavaş yavaş o bembeyaz teni.
       “Ben biliyorum, ben biliyorum; söylesem mi, kaf desem mi? Bak şimdi de kef. Söylesene hadi, söylesene. Nasıl da kızardı. Söylesem kızar mı ki?”
      Hanım parmağıyla bastırır harfe. Sanki harf canı yanmış gibi kardeşin ağzından bağırıverecek! Abla susar yine sonra küçük dayanamaz sin, der bir çırpıda suç işlemişçesine. Hanım duymazlığa vurur. Küçük yine sin, der öncekinden biraz yüksek. Bakışlar bu sefer iki şaşkın , iki kızgın küçüktedir. Hanım kef’i gösterir, abla yine elif, der; küçük kef, der öncekinden daha cesur. Hanımın eli siyah, beyaz, griye gider, okşar usulca; kuşlarsa uçmayı bırak çekilir yeşil çalıların ardına.
        Hocanın eve gelmesine kurulu saat kalkma zamanını çalar sonra…
       Önde boş sepet, ortada mağrur küçük, arkada suskun abla…
       Eve dönüş yavaş, eve dönüş sorgu sual, eve dönüş kimi sevinç çok da hüsran.
      “niye, niye, niye söyledin?” der, vurur abla kardeşin omzuna, kardeş omuzundan acıya bulanır, susar hep susar, çabalar anlamaya.
       Anne açar kapıyı, öper kızlarını, küçük daha bir gülümser,büyüğü soğuk…
    Yeşil kuşlar hınçla savrulur yatakların dibine . Dört duvar hıçkırıklara boğulur; örükler çözülür,dağılır. Abla kızgın, abla anlamasız; kardeş ne yaptığını bilmesiz, anne …..
    Anne gelir sonra, kanadı kırık  kuşları alır yerden.
    Anne güçlü, anne bir başına.
    Anne kısık sesle söylenir :”Bingöl’den getirmişti o yazmayı.” …

 

                                                                                GAZEL RENGİ



22 Mart 2016 Salı

...'ME

Lorin annenin hikâyesi, Ağrı’nın Eleşkirt ilçesinin Darboğaz köyünden Ümraniye ilçesine uzanan yaşam öyküsünü dinlemek için yola koyulduğumda Dicle’nin cesedi Ortaköy sahiline vurduğunun haberini almıştım.  ‘’çok acı var dayanamıyorum’’ deyip gidişinin… 

Oğlu ve torunlarıyla birlikte yaşıyordu. Eşini on beş yıl önce trafik kazasında kaybetmiş‘’hiç mi hiç sevmedik birbirimizi’’  dediği kocasının yokluğunu hissetmediğini söylüyordu.
Yazmasının altından, memesinin üstüne düşen kınalı örgülerinin uzunluğu bir ömrün boğumları gibi duruyordu. Bedeninin bezeyen tek şey boynunda ipe dizilmiş mavi boncuklarıydı. Ellerinin üzerindeki mor çizgiler, kalın ve boğumluydu. Gözlerindeki hüzün deliciydi. Derin derin içini çektiğinde gözleri dalıp gidiyordu…

Lorin anneyi ikna etmenin kolay olmayacağını biliyordum. Onun için hazırlıklı gelmiştim. Okulda kadınlarla ilgili bir ödev verdiklerini ve bu konuda da bana yardımcı olabilecek tek kişinin o olduğunu söylediğimde. Yelkenlerini suya indirmesi gecikmedi.  Okumakla ilgili hassasiyetini biliyordum çünkü.

 Oğul hepimiz birbirimize benziyoruz. Toprak gibi, su gibi, ağaç gibi, toprağın mayası su,  meyvesi ise ağaçtır her yerde. Acıda aynen böyledir. Benim yaşadıklarımın gölgesi bile bana ağırken bir başkasına nasıl anlatabilirim ki. Hem ne kadar zaman geçti aradan yaralarımızı tazelemekten öte ne geçer elimize’

Sustu, göz kapaklarını yavaşça indirerek içini çekti. Sağ elini sol avucunun içinde saklamaya çalıştı. Başını hafifçe kaldırarak gözlerini, gözlerime diktikten sonra,  derinlerden gelen bir sesle:

‘’Hey yalan dünya! Kim derdi ki benim acılarım bir başkasına yarasına merhem olacak madem anlatacaklarım kıymet getirecek.

 Aylardan zemheri. Rahmet bütün gücünü o kışa saklamıştı sanki. Çetin bir kış olacağı yazdan belliydi zaten.  Ayva ağaçları meyvelerinin ağırlığından dallarını çocukların ellerine bırakmış, meşe ağaçları ise palamutların ağırlığından toprağı öpüyor gibiydiler.
Bolluk ve bereket yerini çetin mi çetin bir kışı haber etmişti o gün. Kış uzunluğunu pestil, ceviz, kuru dut’lu yemişler bir de(çirok) masal anlatıcısıyla geçerdi. Öyle güzeldi ki anlattıkları tıpkı bir su gibi uzayabiliyordu anlattıklarıyla. Ama o kış masal anlatıcısı gelmedi. Gelemedi.

 İşte böyle bir kışın ortasında; olacaklardan habersiz, elimdeki bidonlarla köy çeşmesine doğru kara bata çıka, benden önce gidenlerin izlerini takip ederek gitmeye çalışıyordum.  Çeşmeye vardığımda Feride ve gelinleri bidonlarını doldurmuş zar zor yürüyerek evlerine doğru yol alıyorlardı.

Kurnadan aka suyun berraklığı içimi ısıtmıştı. Zemheri ayında, avuçlayarak içtim o berraklığı. İkinciye niyetlenmiştim ki; avucumun orta yerine inen elin ağrılığıyla dengemi kaybederek karın üzerine yığıldım.  Kafama geçirilen bez parçasıyla bir anda her yer kararmaya başlamıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ki bir eli ağzımda hissettim. Sonra karların üzerinde sürüklenerek o eve götürüldüm İşte o gün,  hayatımın bir daha eskisi gibi olmayacağını, o beyaz örtüyle birlikte bir yanım ölüm, diğer yarımımı da kader ve törelere teslim etmiştim.

Başımı eğmem için aç ve ussuz bırakıldım kırk gün, ailemle görüştürmediler beni.   O dönemde babamın beni geri almak için devlet kapısını aşındırdığını sürekli ağladığını yıllar sonra da olsa öğrendim. Öğrendim de ne oldu sanki. Hiç affetmedim kendisini sonuçta o da beni terk etmişti.
Evliliğim boyunca ne kadınlığımı anladım ne de bir anne olmayı. Koca kırk yılın içine sekiz çocuk, sayısız dayak, küfür ve hakaretler gördüm. İlk çocuğumu kucağıma aldığım gün ölümü uzağıma düşürdüm nefretim ise kızımın sesiyle kaybetmiştim. Bir kız çocuğu doğurduğum içinde korkuyordum. Ya kaderi benim çizgime düşerse. Bizim oralarda bir söz vardır’’ ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlekte oraya gider’’Peşimden gelmesin istedim benzemesin buralara, okusun, gün görsün, sevsin, sevilsin…

Her gece ellerim gökyüzüne doğru açarak o koca boşluğa yalvarıyordum. Kördüğüm haline gelen kaderimi ölümle değiştirmek istiyordum. Allahın her günü lanet okuyordum kaderime ve yaşadıklarıma.
 Ben o eve gelin değil ömrü alınmış biri olarak girmiştim. Düğünüm de tıpkı bir ölünün kırkı çıkar gibi kırk gün sonra yapıldı.
Biliyor musun bir daha öyle bir kış yaşanmadı o köyde. Ama benimle aynı kaderi paylaşan kadınlar çok oldu.

Gelin gittiğim evin üç yetimi vardı. Üç kız kardeş. Babaları askerde hastalanıp ölüyor.  Dıyrabekirde defnediliyor. Anneleri ise töreden kaçıyor. Elazığlı bir adama varıyor. En küçüğü Dilan altı yaşında. Kocaman iri gözleriyle bakıyor bana. Nereye varsam peşimde. Evliliğimin üzerinden ne kadar zaman geçmişti hatırlamıyorum bir gün ahıra giderek kendimi asacaktım. Bir baktım karanlıkta kısık kısık ağlayan biri. Baktım ki Dilan duvarın dibinde korkuyla bakıyor bana.  Anlamıştı o küçücük yaşıyla.  Çok dokundu o hali bana. Şimdi bile gözlerimin önünde. O günde gidemedim…

Ah oğul! Yoksulluk ne meret şeydir bilmiyorsunuz. Ne bilin ne de yaşayın isterim zaten. O üç yetim kardeşin bellerine dolanan kalın bezlerin nedenin öğrendiğimde acım utancımı geçmişti, az yesinler diyeymiş. İnsanlık mıydı bu sorarım sana. Fakirlik toprağa, havaya, suya her yerimize bulaşmıştı sanki. Hem törelerin ağırlığı hem de yoksulluğun kollarında çırpınıp durmuşuz. Ve bu bizim kaderimizmiş…

Şehirli insanlar bana ‘’neden bu kadar çocuk doğurdun’’  dediklerinde. İçim hep acıdı. Bir de çocuklarımı hep utandı bu durumda. Kaç kardeşsiniz diye sorduklarında kızları eksik saydıklarını da biliyorum. Kim kimin nedenlerini bilir ki. Biz cahildik. Ya onlar?


Dilan’ı ben büyüttüm. Çocuğum gibi sevdim kolladım. Hiç konuşmadı. Nedenini hiç sormadım çünkü biliyordum nedenini. Hiç zorlamadım onu.
Yıllar sonra duydum ki annesin görmeye gitmiş. O gün ses etmiş acılarına…


Diyorsun ki: ben bir çeşmeyim suyun nerede
Diyorsun ki: ben bir dağım karın nerede
Diyorsun ki: ben bir çölüm kervanın nerede
Diyorsun ki: ben bir insanım vicdanın nerede

Lorin anneye hiç soru sormadım. Sormadım. O hikâyesini anlattı ben not düştüm. Sekiz çocuğun altısı kız ikisi erkek. Ne tesadüf ki üç kızı da kaçarak evleniyor. ‘’Sevdiklerine vardılar’’  diyordu. Kadınlar her acıya katlanıyor ve bu da onları bizden daha güçlü kılıyor galiba. Bir erkek olarak varlığımdan utanıyordum üstüne üstlükte korkağın tekiydim.
Avucundaki siyaha dönmüş kınadan öperek vedalaştım Lorin Anneyle.’’bu yola göz koy, unutma bizi emi’’ dediğinden beri, bu hayatı eksik soluyorum. Huzursuz, kıyısız ve renksizim.


Not: Öyküdeki kişi ve yerlerin gerçekle ilgisi vardır.

Soluksuz Gri