22 Ekim 2011 Cumartesi

yazıya bürünen

Bir seslenme.
“Adanın en güzel Gönül’ü sensin” dedi yanımdaki bankta oturan kadına seslenen kadın. Bankta oturan kadının dudağının kenarındaki kıvrım yumuşadı, gözleri güldü. Hafif bir kımıldanmayla biraz kaydı, boşluk rahatça oturulacak kadar oldu. “Gel” dedi seslenen kadına, “Çay içelim”.
Önümüzde adam balık tutuyordu. Arada yanına bir kadın geliyordu. Ayakta konuşuyorlar, gülüşleri ışığa takılıp sağa sola yansıyor, sonra birlikte gidiyorlar, adam az sonra dönüp geliyordu, sonra yine kadın. Zamanı balık tutmayla ölçüyorlardı besbelli. Bu gidip gelmelerle, balığı pişirmeyle, gülüşlerin avare dolaştığı konuşmalarla, denizin kıyısında serseri yürüyüşlerle, sevişmeyle ölçüyorlardı, uykuyla; besbelliydi. Onların devinimlerini mi taklit ediyordu deniz, çırpıntılı bir yürekle adaya sokulurken, yoksa onlar mı denizden öğrenmişlerdi bu zamanı ölçme halini, anlayamadım.
Önümde adam balık tutuyordu. Yanımdaki bankta çay içiyorlardı.
Tekrarlanan.
Kadınlar ve erkekler, tek başlarına ya da birlikte, arada yanıma oturuyorlar, sonra kalkıyorlardı. Bir gelen olduğunda ben bankın üzerindeki dağınıklığımı topluyor, gittiklerinde eski düzenimi kuruyordum. Kesintiye uğramıyordu. Ben, bakmak ya da duymaktan kimse tarafından alıkonmuyordum. Gelenlerse zamanlarının akışını benimle kesintiye uğratmıyorlardı. Benimle konuşmaya kalkışmıyorlardı. Gün usul usul soluyordu.
Tekrarlanan.
Feribot. Bilmem ki kaçıncı kez gelmişti. Feribota kalkış vaktinden epey önce binenler, sakin ve bazen de dalgın, balık tutan adama, sulara bakıyorlar, birbirleriyle belirsizce konuşuyorlardı. Bakışlarımız kesişiyordu, ama bu nerdeyse hepsi için hiçbir şeydi. Arada yanıma oturup, kalkıyorlardı.
Genç kadın ve genç erkek. Geldiler, gelişlerini duymadım. Genç erkek doğruca banka yöneldi. O zaman fark ettim onları. Fark edince toparlandım, oturdu. Genç kadın yengeçlerle oynamak istiyordu, denizin kıyısında betona oturdu, ayaklarını kayalara doğru uzattı. Genç adam durmadan telefonlar ediyordu. Arada genç kadına bazı işlerle ilgili bir şeyler anlatıyor, sabırsızca bu zaman diliminden sıyrılmak, bu yüzden feribotta beklemek istiyordu; “Hadi gidelim”. Genç kadın dikkatini yengeçlere, suya, havaya vermişti. O elini uzatıp yakalamak istedikçe yengeçler kayaların arasında kayboluyordu. Soluduğumuz havada girdaplar yaratan, ruhunun bilemediği derinliklerinde saklı, sadece sezebildiği bu zamanın bir parçası olmak istiyordu. Ona söylenenleri yarım duyuyordu. Anlamlarını belirginleştirmeye kalkışmıyor, cevap vermeyle uğraşmıyordu. Bir bakış. Benimle konuşmadı ama bana baktı. Beni sezdiği şeyin bir parçası sanıyordu. Bir yanılgının içinden fark edilmek; bütün bir hayat. Feribot uyarı düdüğü çalınca, uzaklaşmış olan genç erkeğin ardından o da koşuşturdu. Gün soluyordu. Gitmek genç kadına hüzün veriyordu. Ömrü sabah sisi kadar olacak bir hüzün. Yine de bazı ruhlarda, belki bu genç kadının ruhunda da, bu hüznün izi kalır, gitmez. Sonra, yıllarla, bu iz açık bir yaraya dönüşür. Sonra, bu açık yaraya keder deriz.
Tekrarlanan. Önümde adam balık tutuyordu. Yanımdaki bankta çay içiyorlardı.  
Deniz ayaklarımın ucundaki kayalarla oynaşıyordu. Yengeçler hala, ne kadar acayip yürüyebildiklerini herkese gösteriyorlardı. Ben de usulca kalktım, yürümelerini ilk görüyormuşum gibi baktım, yengeçler acayip yürüyüşlerine ara vermediler. Dönüp oturdum. Arada usulca kalkıyordum, sonra oturuyordum. Yengeçler acayip yürüyüşlerine ara vermiyorlardı. Önümde adam balık tutuyordu, yanımdaki bankta çay içiyorlardı, feribot durmadan geliyor, gidiyordu. Arada yanıma oturup kalkanlar benimle konuşmaya kalkışmıyordu. Güneş arkamda epey yüksekteyken, şimdi gitmek için eğilmiş, sulara morlu, eflatunlu, pembeli bir kızıllık veriyordu. Ben bu hareketlerin, seslerin ve renklerin oynaşmasının üzerinden anakaraya doğru bakıyordum. Gecenin koyusuna* tutununcaya kadar oturdum.
Ses değildim. Renk değildim.
Sevişme değildim.
Geçirgen bir şeydim belki ya da betondum. Belki bir kederdim. Benimle konuşmaya kalkışmıyorlardı.
Konuşmalarım hiç sese bürünmedi.
Hiç sese, hiç renge bürünmedim.
Bir tasarım olarak kaldım,
(sonsuzca tasarlanmış olana -herkesin bildiğine- ne eklenebilir?).

*Gecenin koyusu: Ingeborg Bachmann tamlamasıdır. Alıntıdır.
ten rengi 
                                                                  Edward Weston

17 Ekim 2011 Pazartesi

TAMTAM

   

Onları iyi göremiyordum ama hakkımda konuştuklarını biliyordum. Neşeli ve alaycı bir düşmanlıkla bakıyor olmalıydılar bana. Hemen yanımda fısıldayan bir ses duydum. Endişeyle dönüp baktım; kafa kafaya vermiş üç kişi birbirleriyle konuşuyordu.

"Kim olduğunu biliyorum.” dedi, kim olduğunu bilmediğim biri.

“Saklanmaya çalışsa da görüyorum onu."

"Faydası yok." diyerek kafa salladı diğeri. "Saklanarak açığa çıkarıyor kendini."

Yere tükürdü dişlerinin arasından ve devam etti: "Salak! Burada kimse ondan olduğu kişi gibi görünmesini beklemiyor ki!"

Hava soğuk ve beş parası yok." diye alaylı alaylı güldü üçüncü adam. Yüzündeki derin bıçak yarası neşeyle kıvrıldı: "Hiçbir yere gidemez."

Az ötemde çınlayan tiz bir kadın sesiyle irkildim: "Ne tuhaf görünüyor öyle, karı gibi saç uzatmış." diye kıkırdadı. Sonra aniden utandı ve yanındaki adamın arkasına sakladı yüzünü. Oysa hiç gerek yoktu, sis yüzünden göz gözü görmüyordu.

Soğuktu, karanlıktı ve sert rüzgâr yüzümü bıçak gibi kesiyordu. Buna rağmen ter içindeydim. Panikle etrafıma bakıyor, olan biteni anlamaya çalışıyordum. “Vebali boynuna, işte ben öldüm.” dedi mekanik bir ses. Telaşla sesin geldiği yöne döndüm ama sustu birden ve kayboldu karanlığın içinde.

Daha ben ne olduğunu anlayamadan iki adam üzerime çullandılar, kollarımdan tutup tamtam sesleri eşliğinde, sisler içindeki bilinmeze doğru sürüklemeye başladılar bedenimi. Umutsuzca direniyor, ayaklarımı yerde sürüyordum ama faydası yoktu, çok güçlüydüler. Anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyorlar, tuhaf, hastalıklı bir coşkuyla kahkahalar atıyorlardı. Kafamı kaldırıp yüzlerine baktım korkuyla. Hayır, ikisini de tanımıyordum, ömrümde ilk kez görüyordum bu adamları. Direnmenin fayda sağlamayacağını anlayınca yalvarmaya başladım. "Bırakın beni n'olur!" dedim. "Yapmayın! Kendi halinde yaşayan biriyim ben. Hiç kimseye kötülük yapmadım!"

Beni dinlemeye niyetleri yoktu; sözlerim, sahipsiz yankılar gibi yok oldu gitti tamtam seslerinin arasında. Sis, yapış yapış sinmişti üzerime, boğuluyordum. Boşlukta, sağır bir gürültünün içinde ilerliyorduk. Bir süre böyle sürüklendikten sonra insan siluetleri görünmeye başladı etrafımda; yüzlerini seçemediğim kaynaşan, karanlık bir kitle. Alkış seslerini andıran sesler tuhaf çığlıklara karışıyor; tepemde solgun ışıklar yayan lambalar, bir ilkel kabile töreni coşkusu içinde göğe yükselen tamtam seslerinin büyüsüne kapılmış, günahkârca sallanıyordu.

Kalabalık, dinsel bir kendinden geçişle uysalca açıldı ve beni ortaya bıraktılar. Tamtam sesleri sustu bir anda, felaket öncesi bir sessizlik kapladı alanı. Yaralı bir hayvan gibi etrafıma bakıyor, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.

Herkes bana bakıyordu. Bazı gözlerde öfke, bazılarında düşmanlık, bazılarında alay ve merak vardı. Bir kurbandım ben, biliyordum. Birazdan, bu kendinden geçmiş topluluk vahşice kanımı akıtacak, asırlarca önce varlığı unutulmuş kayıp tanrılarına ölü bedenimi sunacaklardı.

Kalabalığın içinden iri kıyım bir gölge, yalpalayarak bana doğru yürümeye başladı. Birkaç kısa vuruş yükseldi tamtamdan. Gölgenin yüzünü seçemiyordum. Adımları dikkatimi çekti, yürüyüşünde bir tuhaflık vardı: Bir kısa adım atıp duruyor, sonra sağa sola hafifçe sallanıp bir uzun adım atıyor, tekrar durup kafasını gökyüzüne kaldırıyor ve gırtlağından yükselen kısa, kesik bir hıçkırığın ardından sıradaki kısa adımına geçiyordu. Bir tören yürüyüşüydü bu belli ki. Hiçbir şeyden emin olamadığım bu sisler içindeki cehennemde emin olduğum tek şey, katilimin kesinlikle bu yaklaşan gölge olduğuydu. Üçüncü kısa adımdan sonra elindeki silahı fark ettim birden; parmaklarının ucunda düşecekmiş gibi sallanıyor, tehdit dolu bir ışıkla parlıyordu. Bütün bedenim korkudan titremeye başladı. Kalabalık, nefesini tutmuş tetikte bekliyordu. Gölge, tam karşımda durdu, ustalıkla mermiyi silahın ağzına verdi ve bana doğrulttu. Kaskatı kesilmiş bekliyordum. Sonum gelmişti. İşlediğim suçun ne olduğunu bile bilemeden ölecek, tanımadığım, biat etmediğim bir tanrının yüzyıllar önce yitirdiği onurunu kurtarmak adına kurban edilecektim. Zavallı hayatım kutsanmış bir kurşunla sona erecekti.

Büyük bekleyişin sessizliğiyle susan kalabalık, kaçınılmaz ölümümü kutsayan sabırsız bir coşkuyla kıpırdanmaya başladı. Vakit gelmişti. Umutsuzlukla dizlerimin üzerine çöktüm, ağzımı zorlukla açtım, titreyen bir sesle, Amerikan filmlerinden kotardığım o cümleyi söyledim:

"Bir karım ve kızım var benim. Yapmayın!"

İşe yaramadı. Kutsal gölge, belli belirsiz sallanarak üzerime eğildi; silahı önce bana, sonra havaya doğrulttu ve tetiğe bastı. Kulaklarımı sağır eden bir gürültü yankılandı karanlıkta. Bu ilk denemenin ardından şimdi hedef bendim. Yüzünü yüzüme küstahça dayadı, gözlerini gözlerime dikti ve bir hırıltı çıkardı ağzından. Sapsarı dişleri ay gibi parlayan bu kutsal gölgeyi tanıdığımı fark ettim o anda. Önce neşeyle hıçkırdı, alkollü nefesi yüzümü yalarken bütün dişlerini göstererek sırıttı ve sonra boğuk, çatallı bir sesle böğürdü karımın küçük dayısı: "Hadi enişte! Halay çekeceğiz. Oturmaya mı geldin?"

-Bitti

Şatov Grisi

                                               
                                                                 Rene Magritte

7 Ekim 2011 Cuma

SÜKUNET

        
         Bırakırsam, düşebilir.
         Bırakırsam, kalabilirim.



Kenarda. Oymalı ayakları var, üzerindeki yuvarlak hareler ceviz ağacının yaşanmışlıklarını anlatır gibi iç içe geçmiş. Ceviz masanın üzerinde duran su bardağı düşebilir. Elimin çarpmasıyla, kenara doğru savrulmuş, son anda yaptığım hamleyle iki parmağımın arasında duruyor öylece. Tam tamına kavramıyorum. Öyle dengesiz duruyor ki tek parmağımı bıraksam düşecek. İçimde inanılmaz bir istek var, çıkardığı sesi duymak için.

Mantıksız ama anlamlı. Bencileyin.

Akıl yürütebilir ve kenarda duran bardağı avuçlarımın arasına alıp kurtarabilirim. İplerinden tutulup yön verilen kuklalar gibi, ipleri ile yön verilen insanlar gibi.

İpler elimde! Tanrıya özenme hali, ego hali, anlamsızlık hali, e hali. Bu hallerden birini seçebilirim.


Saatlerce bu halde de bekleyebilirim. Bu anlamsız durumdan, anlamsız bir öykü yaratabilirim.

Ses, su, kırıklar, parçalanmışlık, yokoluş...

Ya da

Sükunet, güven, varoluş...

İçimdeki ses yokoluşun da bir varoluş olduğunu anlatıyor. Parmaklarım kımıldıyor...


..............................



Kenardayım. Uzattiğı ellerini tutabilirim. Aşk denilen delilik haline ulaşabilirim. Gözlerimin kenarındaki hareler yaşanmışlıklarımı anlatır gibi.

Ellerim soğuk, terli. Bu tere karışmak ister gibi bakışları. Kendimi bırakabilirim, bu tere karışabilirim. Kalabilirim. İçinde inanılmaz bir istek var, nefesimi duymak için. Nefesimi verebilirim. Nefessizliğimde boğulmak için.

Mantıksız ama anlamlı. Bencileyin. Akıl yürütebilir ve arkamı dönebilirim.

Sonbaharı düşünebilirim, sarıdan kızıla karışabilir, yaprakların seslerinin daha bir anlamlı olacağını bilebilirim. (bilirim)

Şiir okuyabilir, her mısrasından kendime bir anlam çıkarabilirim.

Eğer uzatırsam ellerimi, onun kuklası olur ve beni oynatan ipleri sevebilirim.

İplerinin elinde; deli hali, uykusuzluk hali, divane hali, martı çığlığı hali, e hali olabilirim. Bu hallere düşebilirim.

Aşk, karmaşa, tutulma, parçalanmışlık, yokoluş...

Ya da

Sükunet, güven, huzur, varoluş...

Ah içimdeki ses tekrar: yokoluş da bir varoluştur.


                 Bıraktım, düştü: ses, ses, ses, su
                 Kalmadım, gitti: hüzün, hüzün, hüzün, sükunet

ÜçRenk Mavi

                                                                        Yves Noir

3 Ekim 2011 Pazartesi

KIRLANGIÇLAR, ALBATROSLAR, MARTILAR VE MEKTUPLAR




Ah, sana yine gidebileceğin yolları hatırlatıyorum değil mi? Eğer bir adaya veya gezegenin başka, herhangi bir başka noktasına gidiyorsan yaşadığın yerlerin görüntülerini aktarmanı umacağım. Çünkü senin, an ile gerçekliğe yansıyışını ve evrenin bir noktasında var olabildiğini, bunu bilmenin bile beni sevindirebildiğini, bu sevince ihtiyacım olduğunu, nefes almayı böylece daha iyi becerebildiğimi…


Uyumadan önceyken de aklımda olduğun gibi uyanır uyanmaz da aklımda seni bulabildiğim için henüz delirmediğimi varsayabiliyorum. Bunu da akıllı bir insan değil, basit bir hayvan olduğum gerçeğine yaslıyorum usulca. Yastığım sen kokuyordu. Güzel uyudum. Kokunu da beynimde yeniden ve yeniden defalarca yaratmaya çalışırken kaç poleni telef ettiğimi, kaç formülü karmakarışık edebildiğimi hiç saymadım. Aceleye de getirmiş olabilirim fakat


Uyanırken gülümsüyordum.


Sabahın bu saatlerinde güne uyanan ve yüzündeki gamzelerinde şaşkınlıkla hayranlığın buluşabildiği, tek zavallı yeryüzü canlısı da galiba benim.


“O benim evet evet, o benim” diyerek havalara sıçramak istiyorum günaydın derken sana.


Hah, heyecan bendeki de. Serçelerle aşık atabiliyorum uçarken. Hedefim kırlangıçlar, albatroslar martılar falan bile olabilir. Bilmiyorum.


Beni besliyorsun derken abartmamışım sanırım. Coşkunluğuma kelimeler, cümleler ve paragraf öbekleri harcıyorum hunharca.


Dönüşünde seni kucaklamaya hazır olabileceğimi bilmeni istiyorum.


Gülümseyerek git, mutlulukları yaşa. Renklerin ipekten dokunmuş olduklarını farz edebilir misin?


Gün seni kıskanırsa haberim olsun. Çatışırım, savaşırım onunla bile!


Unutmadan, olasılıkla sen benim için uzun, oldukça uzun bir öyküyü ifade ediyorsun. Bir ada boyunca yalın ayak… Denizin nefesiyle sürüklenen çakıl taşları suya… Bir ada boyunca mavi. Mavi bir adamın ömrü boyunca…


Öpüyorum çok.


Tenekeden macivert

                                                                      Su Mavisi