31 Ocak 2012 Salı

SIRÇA

Kalp kaderini yenileyebilir mi? diye soruyor, kendini okunup atılmış bir aşk mektubu gibi hisseden adam.

Buz gibi bir kabın içinde taşıyorlar kadının kalbini, adama takmak için. Birine gönül vermek demek bu mu acaba? Kuru bir ağaç gövdesinden son meyvesini, bol yapraklı ama meyvesiz bir ağaca armağan ediyor. Uçurumdan aşağı yuvarlanırken bir ceylanın ağaç dalına takılıvermesi gibi bir mucize, artık onun göz yumuşları kadar narin bir kalbe sahip adam. Kim bilir kaç kez kırıldı bu kalp ve daha kaç kez kırılacak bu bedende. Adamın kalbinde kadının ayak izleri var. Artık iki hayatın ritmi aynı yerde atıyor.

Soğuk bir kutuda elden ele getirdiler kadının kalbini. Memleketinden uzak düşmüş bir şairi andırıyordu. Adamın sol göğsünün altındaki kuyuya taktılar, kuyudan su yerine kan fışkırıyordu. Kalp bir türlü yerine oturmayan bir yapbozun parçasına benziyordu.

Donuk bir kutuda taşıdılar kalbi. Anılar adresini şaşırdı, kimi Kadın' da kaldı, kimi Adam' a taşındı, kimileri de evlatlık alındı. Kalbin rüyaları sınırsızdı ama küçük bir kutuya sığdı.

Adam gözlerini açtı, nereden başlasındı hayata. Artık göğüs kafesinde çırpınan bir kuş vardı. Üstelik sırça kümeste özgürlük ihtimali her gün biraz daha azalan bir kuş. Canı sıkılsa gidemeyecek sığınaklarına, çağırsalar uzatamayacak kanatlarını, kaybolmak istese hep aynı yerde açacak gözlerini.

Adam affeder gibi bakıyor dünyaya. Nedensiz herkesten özür dilemek istiyor. Kırdığı, hor gördüğü, lütfettiği tüm kalplerden, çünkü artık biliyor o kalplerden birisi bir gün kendinde atabilir. Üstelik uğrun ve karşılıksız.

Hafızasındaki külden hatıralar bir savaş sonrasını andırıyor, kazanılmış olsa bile binlerce kayıptan ibaret. Kalbin zaferi mi, adamın zaferi mi? bunun şimdi bir önemi yok. O başı ve sonu birbirine uymayan bir öykünün içinde kendine ait bir satır arıyor. Tek bir okunaklı cümle, tek bir canlı tanık. Ama o okudukça siliniyor geçmişi, adam geleceği yaşarken tarihsizleşiyor. Artık hayatından binlerce yıl uzakta hem de göğüs kafesindeki yalnız kuşla.


Adam hastanede uykuya daldı, gördüğü rüyayı kimseye anlatmadı. Kalbiyle karşı karşıya oturdular. Kalp, toprağa ayrı karışacağı ve mezarı olamayan Adam' a veda etmek için oradaydı. Hiç sormadan sınırdışı edildiği bu bedene uzun uzun baktı. İkisi de hangisinin diğerini yarı yolda bıraktığını merak ediyordu. Bir türlü söze başlayamadılar. Kalp yaralıydı. Ağzını bıçak açmıştı çoktan, ama konuşmuyordu. Usulca bulunduğu yerden süzülerek önce çitleri geçti -ipler sarkıyordu üzerlerinden, tellere takılan uçurtmalara benziyordu dikişler- oradan kafesin üzerine kondu. Şimdi kafeste bir kuş, dışında başka bir kuş vardı.

İçeride Kadın,

Dışarıda Adam... Kalp adamın gözlerine baktı ve kanayarak: "Ona iyi bakarsan o zaman gerçekten gönlünü almış olursun." dedi. Bu sırla kayboldu oradan. Kafesin içinden de bir fısıltı duyuldu." Ben kalbinde olmak istiyordum, kalbin olmak değil."

Sırça Sarı

                                                                          Botticelli

23 Ocak 2012 Pazartesi

BİLİNÇ KARMAŞASINDA AŞKIN İKTİSADİ BİLİMİ

Elden ele para geçirmeyi sevmiyordu. Dolmuşun en arka koltuğuna oturmuştu. Pencere kenarındaydı. Birden tok sesiyle seslendi:

_ Halde inecek var. Lütfen durur musunuz?

İnebilmek için birkaç kişiyi yerinden kaldırdı.Açılan kapıdan daha inmeden bacaklarını soğuk sardı.Bir taraftan da terlemiş avuçlarında sımsıkı tutuğu kağıt parayı şoföre uzattı.

Şoför kendisinden daha da isteksiz:

_ Bozuk para yok mu?

Arkadan gelen memnuniyetsiz cümleler arasından sesinin duyulabilirliği şüpheliydi. Hızlı hızlı salladığı kafasıyla eşdeğer sözler:

_Yok, cebimdeki tek para.

Tek noktalık cümleden sonra şoförün eli kırmızı bir örtünün altını arandı. Başı bir sağ,bir sol kavis yaptı. Kağıt ve bozuk paraları soğuk, mendebur bir suratın avuçlarına tekrar bıraktı.

_İşimiz acele şunu baştan versen olmaz mıydı be abla?

Cevap vermedi. İçindeki öfkeyi tuttu. Beyninin sağ ayak diretmesine rağmen inadına sol ayakla kaldırıma indi. Otamatik kapı kapandı. En okkalısından, hanımefendiliğinin eteklerini savuran, vurgulu bir küfür savurdu:

_ S....r b… Ablaymış. Zamanında vermeliymişim.

Kendi kendine mırıldandı:

_ Teşekkürler babacık. İyi ki bu durumlar için öğretilmiş literatürlerin var. Yoksa gırtlaklara sarılmamak elde değil.

Birkaç anlamsız kelime daha sarffetti. Köpeklerin tehlike anını sezinlediği gibi burnunu göğe kaldırdı. Güneş yoktu, yağmur da. Ayaz neme karışık kanalizasyon kokuyordu, her yan. Birden bire sahilin soluğuyla baştan aşağı titretti. Kontrol edemedi bedenini. Sendeledi. Kaldırımda geçenlerin arasında öylece kaldı. Gelip geçenlerin bakışlarına takılı, neden sonra adım attı. Parmakları sızlıyordu. Paralar hala avuçlarındaydı. Bu sefer tersiz avuçlarında. Kağıt parayı kafası kadar karışık çantanın içine attı. İçinden başka bir kağıt çıkardı. Sol eli ile sol cebine tıktı. Sağ yanındaki küçük balıkçı bir lokantaya takıldı gözleri. Birkaç yıl önce oda arkadaşlarıyla dershane sonrası şu mavi masada oturup küçük hamsileri dişlerken geleceğe dair hayaller kurmuşlardı. Diledikleri gibi gitmişlerdi bu şehirden. Kimi evli, kimi çocuklu…Daha dün gibi biliyordu, o an kuramamıştı, hiçbir hayal. Ve hala bu şehirdeydi; ama onlarsız. Tek, yalnız… Arkadasındaki lunaparkta dönme dolap sanki o günden bu güne hiç durmadan dönüyordu. Köşebaşındaki fırıncı hiç mesai yapmamıştı. O günkü bilinçle öğrencilerin ceplerine uygun mağazavari giysi pazarına yöneldi. Kapısına geldi, durdu.

_Buyrun hanfendi!

Sesle kendini buldu, yataktan yeni kalmışcasına:

_Şey affedersiniz!

Koşar adımlarla uzaklaştı. Nedendir bilmez, her zaman dile getirmekten haz aldığı bir üslupla kendi kendini aşağılamaya başladı:

“Geri zekalı ben, geri zekalısın işte. Neden burada indim ki?!”

Yayalar ve arabalar…Sağa, balık, haline mi yoksa sola, sebze, haline mi yönelmeliydi? Sola dönecekken aniden beyaz tonlarında bir hayal belirdi. Peynir tezgahları… Burnuna peşi sıra gelen hayali keskin peynir kokusu gerçekçi rutubet, balık, kanalizasyon kokusunu bastırınca yüzünü ekşitti. Daha da huysuzlaştı. Bocaladı, bacakları düğüm oldu. İçinden olduğu yerde tepinme isteği geldi. Belki de tam yapacaktı ki iki hali ayıran yolun tam ortasındaki, önündeki kocaman kemençe kulesine takılı kaldı. Bunu yeni mi yapmışlardı, yoksa o günlerde de var mıydı? Yine yordu kafasını, beynine müdahale edemiyordu, daldan dala atlıyordu. Belki de psikiyatrinin söyledikleri doğruydu.

Beden dilini anlatmak için derste sergilediği deli rolü harekete geçti birden. Şu tiyatro teklifi aldığı gün. O günce gülebilmek, kahkahalar atmak geldi içinden. Tam kahkahayı basacakken kasları gerildi, avuçlarını sıktı. Bozuk paralar şıkırdadı. Yeniden ses duyabilmek için iki elini birleştirip paraları avuçlarının içinde birkaç defa salladı. Sağ avucuna geçirdi. Sol eliyle daldı cebine, biraz önceki sıkıştırdığı kağıdı aldı. Evirdi, çevirdi, okumaya çalıştı. Kağıdın beyaz olduğunu fark etti. Sonra uzun bir zaman önce dispanserin önünde sarı bir kağıtta ablasının bir şeyler okumaya çalıştığını hatırladı. Hafif gülümsedi, çok mühim bir şeyi keşfetmiş gibi:

“Evet ya, reçeteler bir zamanlar saman kağıdındandı. Hiç sevmezdim tutmayı, üşümüşlüğümü daha çok üşütürdü. Oysaki şimdi kağıt kaygan, akıcı, sıcak…”

Kağıtta dondu kaldı. Yeniden aklına gelmişcesine tekrar söylenmeye başladı:

“Aptal ben neden gidersin ki şu psikiyatriye? Sanki çözüm bulacak. Hoş gerçi neye çözüm aradığımı kendim bile bilmiyorum ki o bilsin. Bence doğru muymuş söylediklerim, bence ne olmalıymış. Bilinçaltımı kontrol edemiyormuşum. Daha neler? Ve her zamanki gibi işin kolayına kaçma. Al sana ilaç… Almayacağım işte. Lanet olsun. Almayacağım…

Son kelimeyi öylesine bağırarak söyledi ki yanında geçen kadın:

_Ne verdim ki almayacaksın kızım?

Uzun, düz saçlarını geri atıp şaşkın gülümsedi:

_Yok bir şey teyze, sen yoluna bak.

Reçeteyi parçaladı, en küçük birimlere böldü. Yakınlarda bir yerde çöp kutusu aradı. Yoktu. Çantasına bıraktı kağıtları…

“Çöp, her şey çöp işte…”

Sağ elinde bozuk paralar hala duruyordu. Nasıl oldu bilmiyor, indiği yere gelmişti, onca düşünce olmamış gibi. Dolmuştan yeni inmişcesine:

“Vay be! Ben de şoföre ne söz ettim, ama. Yok cebimdeki son para. Cebimdeki son para oldu şimdi çok para. Ne garip… Tekken değerli, çokken değersiz.

Yığıntı düşüncelerinin arasında anlık başka bir kelime üstün geldi:AŞK

“Daha net şimdi bütün mesele . Aşk bu yüzden olmamalı. Aşk iki kişiliktir, çokgendir. Çokken değersizleşir. Sosyalleştirir. Sosyalleştirirken de köleleştirir. Tekken de aşk olmaz. İşte bu yüzden aşk yok, Beyaz Meleğim.”

Durdu, düşündü. Sağına, soluna, önüne, arkasına döndü. Telaşlandı. Adımlarını kontrol edemedi. Son zamanlarda küçük beyni kendisine tek kişilik bedeninde çok oyunlar sergiliyordu. Harcanmış zamanlara ait görüntüler, renkler, sesler, kokular birbirine girmişti, beynine tecavüz ediyordu. Yalamaktan çatlamış dudakları yanaklarına hafiften asılı kaldı. Ağlamak üzereydi. Aniden, yüz çizgileri masum memnuniyet edasına büründü. Dudakları iki nokta aralığında, beyninin tuşuna dokunmak istercesine, üstüne basa basa fısıltıyla tekrarlamaya başladı:

“Cesur Yüreğim… Beyaz Meleğim… İki gökyüzü arasındaki cennetim aşk yok, aşk yok… Bütünleştirici renklerin sağılımdaki metafiziğim; şuurum, senin için baskeli balo veriyor. Bencil beynim kendini başkasında görebilmek için seni sır seçiyor. Yansımanda aşk yok, ben aşksızım. Aşksız.”

Son kelimeyi daha da uzattı:

_ Aşksııızzz.

Susunca içindeki ses susacak sandı. Susmadı, susadı bütün bilinci. On harflik sıfat tamlaması - Beyaz Meleği _ içtikçe içti, rakı yudumunda şarap gibi. Damarlarında insan kokusu aşkın rengi koştu, nabzına davetkar sesin ritmi vurdu. Yer gök arasında bir kalem ucunda başı döndü, boş bir satırda asılı bir virgül oldu. Şuurunda çakılı kalan isimle kendisini silecek uykuyu, sadece, anne karnında cenin kıvamında uykuyu düşledi.

En sonunda beyni durağa yönelmesi için komut verdi. Giden ayakları mıydı, yoksa düşünceleri mi? Uyku arasında kesici alet aramak gibi. Düşünceleri miniminnacık yapan bir makas olmalıydı. Kırpmalı, un ufak etmeliydi. Son zamanlarda bütün bilincinin önüne geçen on harflik sıfat tamlamasını -Beyaz Meleği- de şeytani meleği gibi silmeli, unutmalıydı. Özgürleşmenin tek koşulu unutmaktı.

Nefesi bir köpek hırıltısında takılı kaldı boğazında. Durakta boş bulduğu bir banka oturdu, sokaktan geçenlere aldırmadan gün geçtikçe irileşen bacağını uzattı, gerildi. Beynini susturmalıydı. Dudakları mim oldu; yetmedi, sol avucunu da bastırdı dudaklarına. Olmadı. O susturmaya, unutmaya çalıştıkça beynindeki ses bu sefer rumuzun gerçek adıyla bağırdı. Öfkelendi, lanetler okudu, ona değil kendine. Kıyamadı insanlığına. Sancılıydı beyni. Acısı karnındaymışcasına büküldü. Başını öne eğdi, karışık bilinci ana diyarı rahmini selamladı. Çatlamak üzereydi:

“Şuuruma geliş nedenini bulursam meleğim, bir anlığına da olsa çıkartırım seni kendimden. Bu eksilmektir, yok olmaktır biliyorum; ama çoktan iyidir, çok değersiz.”

Telaşla söylendi:

_ Neden, nereden geldin hatırıma? Nereden? Ne işim var burada? Önce ne düşünüyordum, ben?

Her şey daha da karmaşıklaştı. Omuzları üzerine baş yerine taş taşıyordu. Yoruldu. Derin bir nefes aldı. Birden uzun tırnaklarının etine işlediğini hissetti. Canı yandı. Sağ avucu sımsıkıydı. Tutulmuş parmaklarını usulca araladı. Terlemiş avuçlarında bozuk paralar parmaklarından önce gevşedi. Madeni ses biraz olsun yatıştırdı. Paraları cebine koydu. Parmakları madeni soğukluğun üzerinde süründü. Bozuk paralar… Nerden hatırlıyordu bu kelimeleri. Okuduğu bir kitaptan, izlediği bir filmden, çocukluğuna ait bir anıdan mı? Bozuk paralar…

Gözlerini kapadı. Bu sefer uçuşan ebruli renk kuşakları yoktu. Renkler daha belirgindi. Mavi ve ışık sarısı. Kendi kedi topuklu seslerinde eriyip giden yatıştırıcı taban sesleri… Solda danışma önünden geçen iki silulet… Biri silik. Diğeri uzun bir gövde. Parmakları uzundu, saçları uzundu, burnu uzundu. Her şeyi…Gözleri uzunluğa eşit çekik. Sesi akıcı, duru hiç duyulmamış bir dilde dostluğu anlatıyordu. Gülüşünde unuttuğu temas tatında bir sevginin cömertkar bağışlanmışlığı vardı. İnsanlığa davetkar, evrensel… Dirilik fışkıran hareketi ile neşesi, kıvrak repliği:

_ “Prenses bozuk paran var mı?”

_ Niye ki?

_ “Dolmuş için gerekir. Üzerinde yoksa vereceğim.”

_ Teşekkür ederim, çok düşüncelisin, var.

Hıııh yok olsa da var derdi. Alışık değildi almaya. Almayı değil vermeyi öğretmişlerdi. Hem matemetik ve para sayılar çoğulu, hiç sevememişti; kelimeler daha yaşamsaldı. Kalıpsız, taşkın… Her tabiata sığdırılabilir. Formülsüz…

Formül düşüncesi ile sinirleri daha belirgin bozuk gülmeye başladı:

“Lanet olsun, formüllere ve iktisata. Şimdi kim girecek, yarınki iktisat sınavına? Ne vardı sanki yaşamsal kaynakların hepsini iktisadi yapacak?”

Beyni bir delinin makamından şarkılar söyleyip yüreği çenginin yanık, kıvrak teninde oyun oynamaya başlamıştı, bile:

“İKTİSAT-AŞK-İKTİSAT”

Parmakları durağın reklam panolarında misge vurmaya başlamışken içindeki ses susmak yerine coştukça coştu.

“Sensiz olan sermayemin hesapsızlığı ile paradan ellerimin kirlenmesi gibi beynim bulanıyor.Labirent düşüncelerime soğuk duşlar aldırıyorum.Sabunum senli anılar. Köpürdükçe damarların yeniden açılıyor.Sosyal eşitsizliğin zemininde güç alıp iktisadi yaptırımlara bölünüyoruz.Kumanda ekonomileri sisteminden sıyrılıp karma ekonomilerinin pençelerine düşüyoruz.Bu sürede sadece tükeniyoruz. Çaresiz tüketilmişliğim, hadi anlat bana aşkın iktisadi bilimi var mı?Akıl ve duygularımın değişkenliğini bir doğrultuda gösterip orijinde birleştirebilir misin?Sonra eğimsel çatışmaların grafiğini kırılgan bir histe yorumlayıp istatistik verilere dökebilir misin? Hadi söyle bana bir kez olsun kırılmaların eşiğinde oyunsuz dönebilir misin?

Sorgulamak benimle yaşıt olan bir dünyanın nefesidir, işte. Daha ne çok sorular, ne çok bir bilsen. Biliyorum cevaplar gelmeyecek. Sadece filozofi bir gölgenin efendisi fısıldıyacak. Fısıltı sustuğunda ben adım adım kendimi bitirmeye yakın daha çok sorular soruyorum.Aşksızken aşkı sorguluyorum senin tabirince.Önceden iki soru işareti ile bir yürek çizerek aşkı anlatmak daha basitti. Oysaki şimdi yüreğim kafatasımdan ibaret. Aşkı çizerek anlatmak daha da zorlaşıyor.Tamamiyle beyinsel.Hiç sevemediğim matematiksel.Heyyy gölgemdeki unutulmazlığın şifresi, sana göre aşk var. Hisset şimdi beynim düşünmeye, işlenmeye daha yakın. Hazır kıvamında cevap verir misin,aşkın da iktisadi bilimi var mı?”

Söylendi, tekrar tekrar üç noktanın ötesinde. Bilinci dağınık, notasız bir şarkı tutturdu; hafif tebessümlü:

“ AŞKIN İKTİSADİ BİLİMİ “

Henüz bitmemiş kelimeleri şuuruna takılı kalınca sağ elini yeniden cebine daldırdı, avuçladı paraları; soğuk,ezilmiş kaldırımlara birer birer bıraktı.

“TIN:Aş/TIN:kın/TIN:ik/TIN:ti/TIN:sa/TIN:di/TIN:bi…”

Nefti

Kandinsky

20 Ocak 2012 Cuma

SELVİ


Yerin yüreğinden haykırdı,
Kırılıyor kabuğum.
Selvinin gökyüzüne yükselişi gibi
Narin, kırılgan, kıpırdak ve süzülürcesineydi..
Gökyüzüne baktı, gördü;
Bulutlar, oluşu anlatıyorlardı, şekil şekildiler,
Mavilik göz kırpıyordu bütün haşmetiyle;
Ben de buradayım, beni gör, beni fark et dercesine.
Derin bir oluş hikayesiydi bu
Amma, bir o kadar çıplak, yalın, olduğu gibiydi.
Gökyüzü, selvi, pencere, masa ve ben..
Gölgeler vurmuştu yemyeşil baharın çimenlerine
Hareketleri gölgenin, oluşun her an oluşun timsaliydi
Işığa göre biçimlenen.
Zaman yoktu onlar için sadece olmaktaydılar
Üzerlerine düşen ışığın ya da ışıksızlığın takipçisiydiler
Sistemin, oluşun en değerli varlığı insana,
Bir şeyler anlatır gibiydiler.
Arada kuşlar konuyordu selvinin üzerine
O yine sessizce kucaklıyor, sarıyordu
Geldi kondu ve gitti.
Hiç olmuşluğunu bozmadan uzanıyordu gökyüzüne
Ona mezarlıkların ağacı vasfını yakıştıran bilinci umursamaksızın
Yeşilliği ile tüm heybetiyle,
Rüzgar gelince de onu kucaklıyordu
Bir o yana bir bu yana rüzgarın himayesinde.
Ben olan, ben masam, ben kalemim ben kitabım ve ben
Ve ağaçlar ve gökyüzü
Şimdinin gücünde bir bütün olmuştuk,
Biz bize, diz dize.

Tünami
                                                              Vincent Van-Gogh

16 Ocak 2012 Pazartesi

BERBER AYNASI

SALLABAŞ AHMET’İN YÜZÜ: Yürümeye başladı mı kafası rüzgârda sallanan bir kavak ağacı gibi sallanır. Hele traktöre bindi mi maskarası olur çoluk çocuğun. Traktör her tümseğe çıktığında ya da çukura girdiğinde, başı önüne düşer düşer kalkar. Başı vücudundan bağımsız gibidir. Ayakları öne giderken başı arkaya düşer. Kahvede otururken derdinden başının öne düştüğünü bile düşünebilirsiniz. Herkes sinirden olduğunu, boyun kaslarına bir sorun olduğunu söyler ama bugüne kadar doktora gittiği görülmemiştir. Hele iğne dendi mi olduğu yere yığılıverir. Büyük kızı kocaya kaçtı dört sene önce. Sözde çok sevdiler birbirlerini. Ne anası Kamile’yi dinledi ne de Sallabaş’ı. “Seviyorum” dedi de başka bir şey demedi. Çok yalvardı Sallabaş, çok dil döktü. O öne düşüp duran kafasını duvarlara vurdu da laf geçiremedi Gülistan’a. “Ben de kaçarım görürsünüz” dediği günün gecesi kaçtı Gülistan. Anası bütün çeyiz sandığını dağıttı arkasından. Köye gelen çeyizciden aldığı, daha taksitleri bitmemiş tabak takımlarını ibret-i âlem için kırdı kapının önünde. Tencerelerin üstünde zıpladı, dantelleri kör makasla parçaladı. Üç gün kendine gelemedi Sallabaş, üç gün boyunca yemeden içmeden kesildi. Ne kahveye çıkabildi ne de çifte gidebildi. Bütün gün evde kukumav kuşları gibi oturdu. Bir de Gülistan el öpmeye geleceğiz diye haber edince, avlu kapısına dışarıdan koca koca kilitler vurdu. Kamile konu komşuya bahçe duvarından girip çıkarken kolunu da kırdı sonunda. İki gün sonra geldi Gülistan. Yanında kocası, yakışıklı. Saatlerce kapının önünde beklediler. İçeride olduklarını bilse de ses etmedi hiç. Sallabaş da kapıyı açmaya hiç yeltenmedi. Akşamına geldikleri gibi gittiler… Sallabaş o akşam kahveye attı kendini. Rahatlamış gibiydi sanki. Ama yine de bir tedirginlik vardı yüzünde. Yıllarca gözü gibi baktığı kızının ona sırt çevirmesine mi yansın, yoksa ilk göz ağrısının böyle elden gitmesine mi bilemedi. Kahvede ona kimse ses etmedi o akşamdan sonra. Başı ne kadar sallanırsa sallansın kimse dalga geçmedi. Zaten kafası önüne eğilmiş, üzüntüsünden yüzünde derin çukurlar birikmişti. Sallabaş’ın yüzündeki keder halkaları hep o günlerden kalma işte. Gölgeler bir dağ oldu yüzünde. Yüzünden derin ırmaklar aktı, saçlarına karlar yağdı, kirpikleri döküldü ardı ardına. Eskiden onu tıraş ederken elim ayağıma dolaşır, aman bir yerini kesmeyeyim diye panik yapardım. Şimdi öyle değil ama. Şimdi başını öne eğdi miydi, makas kendiliğinden başlıyor kesmeye. Sallabaş sandalyeye nasıl oturduysa aynen öyle kalkıyor tıraştan.

TOPAL KADİR’İN YÜZÜ: Topal Kadir’i bir gece domuz avında kendi babası vurdu yanlışlıkla. Üzüm bağında gecenin bir vakti domuzlar asmaları dadanınca Galip Amca tüfeği askıdan aldığı gibi bastı tetiğe. Tam üç el. Sonra bir de baktı ki Kadir yok çardakta. Sonra bir inleme duymasın mı asmaların içinden. El fenerini aldığı gibi doğru üzümlerin arasına. Bir yanda Kadir yatıyor kanlar içinde, bir yanda domuz. Tam yedi saçma çıkardılar Kadir’in sağ bacağından. Jandarmalar günlerce ifadesini aldı Galip’in. Galip kasaba karakolunda üç gün geçirdi, Kadir devlet hastanesinde. Üç gün sonra çıkıp geldiklerinde Fatma Ana köyün ortasında yüzüne tükürdü kocası Galip’in. Galip ne ettiyse ikna edemedi Fatma Ana’yı. Evlat katilinden beter rezil rüsva etti köylünün içinde. Kadir aylarca evde yattı. Bir bacağı askıda kara kara düşündü hep. Günlerce eksik olmadı evin gelip gideni. Ev kolonyadan geçilmez oldu. Fatma Ana Galip Amca’dan dert yanıp durdu sürekli. Bacak kadar çocuk domuza götürülür müymüş, hadi götürdün, hiç mi çardakta olmadığına dikkat etmemiş, attığı yere hiç bakmıyor muymuş… Saydırdıkça saydırdı. O saydırdıkça afakanlar bastı Galip Amca’yı… Doktorlar gidip geldi olmadı. Üfürükçüler, hocalar, çıkıkçılar derken hiçbir şey fayda etmedi Kadir’e. Başta yalnız değneklerle kalkabildi ayağa. Duvarlara tutuna tutuna gidebildi tuvalete bile. Sonra değnekleri de attı zamanla. Aksaya aksaya yürümeye başladı. O zamandan beri Topal Kadir kaldı adı… Üç yıl sonra Galip Amca aynı Kadir gibi topal bir gelin bulup geldi karşı köyden. Ayşe gelin topaldı mopaldı ama canavar gibi yetişti her şeye. Fatma Ana’nın elini sıcak sudan soğuk suya sokmadı. Kadir’in keyfi yerine geldi zamanla. El ele tutuşup iki aksak tarlalara, dağlara gittiler. Ayşe üç de sabi verdi Kadir’e. Kadir’in yüzündeki bu mutluluk ta o zamanlardan kalma işte. Sanki bir gülmüş de sonra o gülümsemeyi dondurmuş suratında. Berber aynasında kendine bakarken, kanatlanıp uçacak sanki. Nasıl uçmasın ki? Ayşe gelin dördüncüye yüklü şimdi.

KORELİ SABRİ’NİN YÜZÜ: Sabri Kore gazisi. Bir de Hidayet Çavuş vardı Kore’de savaşan. Birkaç yıl önce gömdük onu. Gazi olarak bir tek Sabri kaldı köyde. Tam sekiz yıl dönmedi evine. Kış geceleri bütün millet kahvede soba başına toplanır, onun savaş maceralarını dinler hevesle. Sol gözünü kaybetmiş Kore’de. Çinli bir askerin süngüsü saplanmış. Olduğu yere yığılmış Sabri. Sanki vücudundan bir an bütün kanı çekilmiş gibi. Uyandığında bir tankın içinde bulmuş kendini. Başında bir sürü çekik gözlü bıdır bıdır konuşup duruyorlarmış. Çinlilere esir düşmüş, işkencelerden geçmiş. Zorla köpek eti yedirmişler. Şimdi ne zaman karşısına bir köpek çıksa olduğu yere kusmaya başlıyor. Sabri yeni evliydi Kore’ye gittiğinde. Karısı Hatçe sekiz yıl gıkını çıkarmadan onu bekledi. Sabri’nin kötürüm anasına baktı, kardeşlerine analık etti. Sabri dönüp geldiğinde çöp gibiydi. Kimse tanıyamadı önce. Meczup sandılar garibi. Kahvenin avlusuna oturtup çay ısmarladılar. Hiç konuşmadan çayını içti. Sonra Fıtıkçının Demir Dayı birden tanıyıverdi Sabri’yi. “Bizim Sabri len bu!” Köy kahvesi panayır yerine döndü bir anda. “Anaaa, e öldü dedilerdi bunun için.” Gelip giden merakla gözüne baktı Sabri’nin. Sanki İzmir’e gitmişler de hayvanat bahçesinde maymunlara bakıyorlar. Demir Dayı dayanamadı sonra. “Hadi len gençler, tutun Sabri abinizin kolundan da evine götürelim.” Hatçe bakır leğende yemek yıkıyordu onlar eve vardığında. Elinde çamaşır olduğu yere yığılıp kaldı. “Ana! Kız ana! Sabri geldi.” Anası ağlamaya başladı içeride. Hatçe uzun uzun izledi Sabri’yi. Gözündeki boşluğa baktı, içini çekip durdu. Başka biriydi sanki gelen. Bakır leğene alüminyum ibrikten sıcak su doldurup günlerce kendi elleriyle yuvaladı, kolonyalı pamuklarla sildi etini. Geceleri Sabri uyurken gözünden öptü. Sabri aylarca çıkmadı evden dışarı. Bütün köylü meraktan öldü. Ne yaşamıştı elin topraklarında, gözüne ne olmuştu? Herkes bir efsane uydurdu durdu sürekli. Derken bir yaz akşamı, Sabri saçını güzelce taramış çıkıp geldi kahveye. Sessizce yürüyüp benim berber sandalyesine oturdu. “Salih, insanlıktan çıktık. Şu benim saçı sakalı bir düzeltiver hele!” Makası tarağı elime aldım ama aynaya her baktığımda Sabri’nin beyazı akmış gözünü görüyorum. Dayanamadım sonunda; “Ya Sabri susayım diyorum ama gözüm hep oraya gidiyor. Allasen noldu gözüne?” Bütün kahve sanki bunu sormamı bekliyormuş gibi bir anda başını bizim oraya çevirdi. Derin bir sessizlik kapladı her yeri. “Anlatıcam anlatıcam. Sen önce şunları bir hallet de.” Tıraştan sonra sabahın körüne kadar Sabri esir kaldı kahvede. İskenderun Limanı’ndan bir girdi Pusan Limanı’ndan çıktı. Kaç düşman öldürdüğünü, gözünü nasıl kaybettiğini, Çinliler’e esir düştüğünde neler yaşadığını, ellerinden nasıl kurtulduğunu anlattı saatlerce. Bu toplantılar aylarca her gece devam etti. Sabri ne zaman kahveye gelse sanki sinema filmi başlıyormuş gibi, kahve ahalisi sandalyeleri ona doğru çevirdi. Sabri anlattıkları bitince baktı olmayacak kıçından maceralar uydurmaya başladı bu sefer. Köylüyü aylarca kendine esir etti.

KURU HASAN’IN YÜZÜ: Köyde av dendi mi her şey Kuru Hasan’dan sorulur. Kuru denmesinin nedeni zayıflığı. Aşağı yukarı on yıl önce küçük oğlu hariç bütün ailesini bir yangında kaybetti. Bir tek oğlu Abdullah’ı çıkarabildi o ateşlerin içinden. Daha sonra onu da şehre yolladı. Abdullah şimdi belediyenin kömür kamyonlarında şoförlük yapıyor. O günden sonra günden güne zayıfladı Hasan. Yokla var arası bir şeye dönüştü. Her sabah daha ezan okunmadan yola çıkar. Omzunda çiftesi, başında boladan, yanında iki barak, koluna astığı çıkınında bazlama, çökelek ve iki baş kuru soğan, dağlara doğru hızlandırır adımlarını. Hangi dağda hangi kuş var, hangisi ne zaman yavrular hepsini bilir. Kekliğin nasıl öttüğünü, bıldırcının hangi suya indiğini, lökşelerin neyle beslendiğini, sülünün yavrusunu nasıl aradığını merak edersen gidip ona soracaksın. Ansiklopedi gibidir mübarek. Karış karış gezer tepeleri. Sadece kuş da değil. Domuzundan tavşanına, tilkisinden gelinciğine kadar hepsini bilir. Çalıların arasında bir ses duymaya görsün, hemen sesinden tanır hayvanı, duruşunu ona göre ayarlar. Akşam olup da köye dönünce kahveye uğrar ilk. Belindeki ipten sarkan kuşları çıkarıp kahvedeki masalardan birini üstüne bırakır. O kadar avlamıştır da daha bir kerecik oturup da yediği görülmemiştir Hasan’ın. Onunki merak. Hayatta yalnız kaldığından beri hep bununla avunuyor. Ormanların dilinden onun kadar anlayan başka birini bulamazsınız köyde. Şu sandalyeye oturdu mu bütün dağların ormanların kokusu yayılır ortalığa. Fazla konuşmayı sevmez. Ne istediğini söylesin yeter. Saçları erkenden beyazladı o olaydan sonra. Yüzünde dereler aktı, gedikler açıldı. Makas saçlarını kestikçe, sanki ağaçlardan dökülen yapraklar gibi aheste iner teller kucağına. Kucağında birikir ve beyaz bir tepeye dönüşür.

BERBER SALİH’İN YÜZÜ: İşte bu da benim yüzüm. Berber Salih ben. Şık şık berber dedikleri de olur. Masada boş boş otururken bile makas elimdedir. Durmadan kanatlarını açar, şık şık eder. Bu yüzden şık şık kaldı adım. Sol elimde iki parmağım yok. Yıllar önce harman yerinde ekinleri patostan geçirirken, patosun kayışına kaptırdım. Ekin gibi parmaklarımı da buğdaya dönüştürdü makine. Ama yine de kullanırım onu. Tarak o elimdedir sürekli. Berberliği dedem Sıtkı’dan öğrendim. Çok güzel asker ve damat tıraşı yapardı rahmetli. Daha okula gitmiyordum yanında başladığımda. Bütün ustalıklarını gösterdi bana. Bıyığa nasıl davranmak gerekir, saçları nereden kesmeye başlarsın, kulak ve burun kılları nasıl özen ister hepsini hevesle öğretti. Vasiyetiydi, bir kış günü onu gömerken, asırlık makasıyla tarağını da mezarına koyduk. İlk tıraşımı yaptığımda Mecit’in kulağını kesmiştim hafiften. Mecit makasın ucundaki kanı görünce ağlamaya başlamıştı. Kulak yerindeydi oysa. Sadece ufacık bir sıyrık… Köyde elimden geçmemiş adam yoktur benim. Herkesin saçını yakından tanırım. Yüzünü de. Onların yüzü öykülerini de anlatır aslında. Böyledir bizim köylü milleti. Ne yaşadıysa hemen yüzüne yerleştirir. Ölümler, yangınlar, tarlaların kuraklığı, su kavgaları, askere uğurlanan oğlanlar, komşu köylere gelin giden kızlar… Her şey yüzden okunur burada. Her şey yüzde yaşanır. Terzi kendi söküğünü dikemezmiş derler ya; safi yalan. Öyle güzel tıraş ederim ki kendimi aklınız şaşar. En çok sünnete hazırlanan oğlanları tıraş etmeyi severim. Bilmem, belki de onları kesmeye alıştırdığım için… Ben Berber Salih. Herkesin ayna da bir yüzü var da, ben göremiyorum yüzümü.
 
Kahverengi
                                                             Raymond Depardon


11 Ocak 2012 Çarşamba

AKIL UYKUSU

kar taneleri 
kiraz çiçekleri
toz kanatlı
kör kelebekler
uçuşan
kaçışan
sarıp sarmalayıp
öpüp okşayıp
sarhoşluğunda bir mevsimin
bir gecenin... bir anın
göz açıpkapamasında
kuş uçumunda, kirpik çırpımında 
yok olan
yok olup
toprağa
suya, soluğa
toza, küle, yele karışan
karışıp unutulan
unutulmaya çalışılan
yine de yine
orda duran
ipek kadife
güllü akide
kelimeler
kağıtların karası, duvarların boyası
dile getirilmeyen
kıvrık işaretler
hele de hele
yıldız tozuna bulanmış
mahir ellerin günahları
allahsız suretler
hele onlar 
ille de onlar
sümme haşa!
sanki onlar
ilk görüşte aşk'ın 
beşiği
yarım yamalak aklın
döşeği
olabilirmiş gibi

salkım söğüt altına yatmış
yorgun misali,

u y a n a m ı y o r u m.

koyukızılkahve

                                                          Nicos Economopoulos


5 Ocak 2012 Perşembe

KARA ZARFTAN BEYAZA GİDİŞ

Işık beyazdı insana kuşatılmışlık hissi veren,

Sırtını dayadı koltuğa, bir yanını kurtardı ışıktan

Uzaktı… zaman geçmeli, gece bitmeliydi

Yaşları gözlerine hapsetti, göz kapakları şişti

Açtı kapakları sonunda, akıverdiler dudağının kenarına

Beyni batırılan iğnelerle uyuşmuş bir patates gibi öylece yatmaktaydı.

Trenin penceresine dayadı uzun burnunu yolu görmek için

İçerinin görüntüsü karanlıkta koşuyordu, karlı yolda.

Her fırsatta O’nu çamurlara sokup çıkaran yaratığın o son acıtışındaki zavallı gri yüzü pencerenin dışında belirdi.

Perdeyi çekti suratına halsiz koluyla.

Trendeki memurlar ve yolcular tren hareket edeli saatler geçtiği halde

Montunu hatta kaşkolunu çıkarmadan devinimsiz oturan ıslak kara gözlerine bakmadan geçemiyorlardı.

Trenin onca sıcaklığına rağmen bedeni de ruhundaki soğumaya ayak uydurmuş ürperiyordu.

Uyumak istiyordu, beynini uyutmak için.

Ama hep izinsiz sunulan kötülükler gösterisinin ardı arkası kesilmiyor,

Bazen itici bazen de mistik bir duygu veren bir flüt sesi gösterinin fonunda yer alıyordu.

Gösteride kan olsaydı belki daha az üşüyecekti.

Beyaz ışık O’nu kör ediyordu, o anda içerinin zifiri karanlık olduğunu düşledi.

İşte o zaman insanların şaşkın bakışlarından kurtulup kendi gezegeninde rahatça üşüyecekti.

İşte o zaman gecede karda giden olabilecekti.

Yeniden gözlerini kapayıp uykuyu çağırdı,

Oysa uyku sağır sultanlar gibi öteki yolcuların gözlerinde salınmaktaydı.

Göz kapaklarının altında gene enkazına yol açan görüntüler kaymaktaydı.

Bir de nedense kapkara küçük bir zarf uçuşmaktaydı. Gözünden o kötü görüntüleri, fotoğrafları kesip o küçük kara zarfa koydu ve zarfı iyice yapıştırdı.

Adresi yazmalıydı zarfın üzerine. Beyaz uçlu bir kalem aradı.

Beyni fotoğrafları kesilmiş bir dergi gibiydi.

Kara zarfı postalamadan önce fikrini değiştirdi, içindeki görüntüleri aldı, yalnızca boş kara bir zarf gönderdi.

Uyandığında beyaz floresan ışığı yerini gün ışığına terk etmişti.

Perdeyi açıp tren raylarına baktı.

Dümdüz beyaz bir ovadaki cılız bir kuru ağaç ve teller

Tel örgüler yırtık.Gidiş, varışa yaklaşmak, saflığa, huzura, hesapsız kitapsız bir sarılışa, oğluna gidiş…

Varış yaklaşıyordu.

Montunu çıkardı.



Zaman, tilki gibi gözlerini kısıp kulaklarını tepeye dikerek sivri dişlerini tellere takıp avını pusuda beklemekteydi.




Turkuaz

                                                                       Ara Güler