25 Kasım 2011 Cuma

MASUMİYET

Çimenlerin üstünde çocuklar aynı şarkıyı beşinci kez söylüyorlardı. Koronun en arkasındaki çilli kız çok sıkılır, önce yere çömelir sonra sürüne sürüne ağaçların arasına gider ve koşmaya başlar.

Epeyce koştuktan sonra bir kulübe görür. Küçük elleriyle iter tahta kapıyı. Uzun bir piyano kapkara giysisiyle oturmaktadır. Camdan süzülen kırmızı ışık kızın gözlerini okşar geçer. Uzaktan ormanın tapınağından gelen çocuk şarkısına eşlik eder. Odanın köşesine sanki özellikle konulmuş gibi duran cam topu eğilip alır. İçindeki renkli tozlar birbirine karışsın diye sallar topu. Ama renkler kümeler halinde birbirlerine karışmadan dururlar. Topun içindeki renklerin nasıl olup ta karışmadıklarını anlayamaz ve sinirlenerek topu yere fırlatır. Top kırılmadan yuvarlanır gene aynı köşeye gider durur. Duvarda küçücük bir resim asılıdır. Uzaktan siyah beyaz görünen küçük resme yaklaşır kız. Çıplak bir kadın, sarı siyah bir kayanın üzerinde yatmaktadır. Resmin kara çerçevesinde bir yeşil tırtıl kımıldanır. Resmi tam eline alacakken çocuk şarkıları bir anda kesilir. Bir fısıltı kaplar her yanı. Otların fısıltısıdır bu;


Salyangozlar acıyın bize yemeyin
Masum beden gel toprağa, toprağa
Uzan koynumuza, şaşkınlık seni yaşlandırır
Çık oradan koş, merak seni yanıltır
Şeytan bekler seni yanardağın içinde
Şeytan bekler seni saydam topun içinde
Gel kokuya, havaya, masumiyete
Yıldızların tozunu biriktirecek kalbinde yıllar
Sarı, turuncu olacak turuncu, kırmızılaşacak
Sonra kahverengi, en sonunda gelecek kara
Masum beden gel toprağa, toprağa
Gel huzurun yeşil yatağına
Zevk masumiyeti öldürmez.

Turkuaz
                                                                     

                                                                             Lal

21 Kasım 2011 Pazartesi

VE BİR AKŞAM..





Hür Yumer Anısına



Kapı usulca aralanır. İstemsiz bir el elektrik düğmesine dokunarak ışığı yakar. Cılız bir ışık demeti tüm nesnelerin üzerini kaplar.

Mavi perdeler, mobilyalar, birkaç sandalye, salonun duvarlarını kaplayan, özenle tasarlanmış, kütüphane; kitaplar, dergiler, kapının hemen önünde hiç giyilmemiş bir çift yeni ayakkabı, birkaç çift çorap ve yemek masanın üzerinde duran kadim İznik meyve kasesi, içinde ise tek bir kırmızı elma. Çalışma masasının üzeri tuttuğu okuma notlarıyla dolu.

Görünürde her şey sanki eskisi gibi. Ama değil. Bir şeyler bir şeyleri iterek ve kendi izini bırakarak öne çıkıyor. Hayır! Mucize falan yok ortalıkta. Havsalasız demlerin adamı, derin bir soluk alarak odanın kokusunu içine alır ve boğazı düğümlenen duvarların çığlığından hemen önce uzanır pencereyi açar. Yorgunluğunu girişteki portmantoya bırakır ve içten bir “ah” çeker .

Gelir ve mobilyanın üzerine yığılır kalır. Birisinden önemli bir mesaj beklemektedir, ama bir türlü duymak istediği o sözcükler gelmez. Boşluğun, beyhudeliğin yıpratıcı tekrarı yoklar ruhunu. Nihayet oturduğu yerden kıpırdayarak mutfağa gider ve bir fincan demli çayla geri döner, nerdeyse tüm umutlarını çay bardağına boşaltarak, sonra eli televizyonun kumandasına uzanır, “onun” boşluğunu televizyonun yaydığı ışıkla doldurmaya çabalar, ama ne kulakları duyar, ne de gözleri görür. Bütün tatlar, kokular aynı ve tümü kendi tarihini tekrarlıyor.

Gazetenin dördüncü sayfasında bir yazı. Yazıya gözü takılır:

“Son araştırmalara göre, eşinden boşanan erkeklerdeki intihar oranı nerdeyse kadınların iki katına ulaşmış durumda. Psikiyatrlar ve sosyal hizmet uzmanlarının görüşüne göre, aynı durumdaki erkeklerin yaşam alanına giren yeni disiplin ve özgürlük tanımı yaşamlarını derinden etkiliyor..”

Sessizlik her tarafı kaplar.

Hiçbir şey duyulmaz.

Sanki her şey küçük bir gölde batmış ve görünmez olmuştur.

Okunmamış gazete parmakları arasından yere düşer.
Islak teninde birkaç damla kan görünür… 


Amberli Kahve


                                                                   Deniz Bilgin

18 Kasım 2011 Cuma

TABUT KABUĞU

Yanınca gözü yanar. Küle dönüşür bakışın kendisi. Kirpiklerden sülfür yayılır kapanmamış mezarlara. Çukurunda bir bebek dirilir rahime. Ve büyür korkunun içinde.  Hiçbir sesin gidemediği bir kelime gibidir artık. İsmen olmasa da kısmen çağırılır;



Hidayet, diye seslendi babası sitilin başına eğilip sudaki yansımasına bakan çocuğa. Suda duydu babasını. Derken yansıması babasının sesiyle seslendi Hidayet'e. Hidayet de duydu suyu...



Dizlerine birikmiş kerpici temizledi. Babasına doğru koşup çevik bir hamleyle boynuna atıldı. Kucağına alınca babası, gözlerinin içine baktı oğlunun. Tam kendi babasının baktığı yerden baktı. Kendi annesinin sesini duyunca parıldayan gözlerini aradı belki. Ona annesi gibi bakıyordu Hidayet. Gözleriyle sesleniyordu ona. Sürekli, sana pekle yağı kardeş ettim Sadık, diyordu.



Çocuğu yere bırakınca babası, hadi gidiyoruz, dedi. Yayığın kenarında duran düğümü alıp yürümeye başladı Hidayet.

Babası çoktan ahşap merdivenleri inmiş kapının önünde duruyordu. Oğlu da gelince birlikte yürümeye başladılar.



Yolun aşağısı tarafından, sırtında tabutuyla belirdi muhtar. Sıradan bir tabuttu bu bakana. Aynı küfe gibi altına iliştirilen iki sicim sayesinde sırtlanıyordu. Sadık, muhtara doğru bakıp başıyla selamladı. Muhtarsa kan ter içinde kalmış yüzünü bir anlığına unutarak Hidayet'in başını okşayıp yanlarından öylece geçip gitti.



Ağır mı baba, diye sordu Hidayet, babasının sırtındaki tabuta bakarken. Yürüyorlardı o esnada. Önce kayısı ağaçlarının birinden ağustos böceğinin ötüşü duyuldu. Ardından o ötüşün teri saçıldı dört bir yana. Yüzüne gelen sıvıyı alışıldık bir hareketle silerken Hidayet, hâlâ babasına bakıyordu. Hayır, dedi babası. Derken biraz daha sustu. Belli ki dili gebeydi bir şeylere. Sancısı söz olmuyordu acısına. Ellerini boşver anlamında sallayıp yürümeye devam etti.



Karşıdan sırtında tabutuyla beliren Asaf'ı görünce Hidayet gülümsedi. Zar zor yürüyordu Asaf. Hidayet'i fark edince yanına doğru yaklaşıp halini hatırını sordu. Sonra da dönüp Hidayet'in babasının halini hatırını sordu. Hidayet arkadaşına doğru yaklaşıp, istersen yardım edebilirim, dedi. O an yüzü asılan Asaf, bu tabutun mezarı benim, sen değilsin, dedi. Ve kendine hızlı sayılabilecek adımlarla uzaklaştı.



Hiçbir şey anlamamıştı Hidayet. Sadece yardım etmek istiyordu. Hem babası erken öldüyse Hidayet'in bir suçu yoktu ki! Dönüp babasının sırtına baktı yeniden. Büyük annesi vardı o tabutun içinde. Bir iki kere kaldırmaya yeltenmişti ama yapamamıştı. O anlarda babası yanına gelip, bu senin yükün değil oğlum, derdi.

Derdi demesine de anlamazdı ki Hidayet.



Köyün çıkışındaki buğday tarlalarına geldiklerinde hayli geç kaldıklarını anladı Sadık. Oğlunun omuzlarına eline koyup hızlanması yönünde uyardı. Tarladakilerin çoğunun sırtlarında tabutları vardı. Ve tabutlardan görünmüyordu taşıyanlar.



Aşina olunca insan tabutların da karakteri olduğunu anlayabiliyordu. Özellikle Hidayet bunu çok iyi biliyordu. Misal, tarlanın en ucundakinin Veysel emmi olduğuna yemin edebilirdi. Çünkü tabutu da onun gibi vurdumduymazdı. Sıklıkla sırtından kayardı da son anda biri tutardı. O an Hidayet'in aklına o delici soru geldi; iyi de tabutun içindeki Veysel emmi değildi ki, nasıl onun karakteri olabilirdi?



Hidayet bunları düşünürken babası eline aldığı orakla buğdayları biçmeye başlamıştı bile. Sırtındaki tabutun ağırlığına aldırmayan Sadık, tüm iştahıyla buğdayları biçiyordu. Avuçlarının içinde biriktirdiği sapları bir süre biriktirip ardına bırakıyordu. Hidayet de ardından gelip onları bir güzel üst üste dikiyordu.



Buğdaydan tepelerin gölgesinde diğer çocuklarla oturan Hidayet, babasını izliyordu. Büyük annesinin ölümünü hatırlıyordu. Geçen seneydi. Babası hiç ağlamamış, dimdik durmuştu. Derken tabutu getirmişlerdi eve. Ve babası sırtına almıştı. Sadece evde bulunduğu zamanlar indirebiliyordu babası tabutu. Onun haricinde hep sırtındaydı.



Hatta babasının sırtına tabutu yüklerken muhtarın sözleri hiç çıkmamıştı aklından Hidayet'in;



Sen Sadık, artık kabrisin annenin!



Babasının ardında biriken sapları görünce Hidayet koşup topladı hepsini. Ve getirip buğday tepesine yığıp gölgesine oturdu. Birden aklına bir gün babasının öleceği geldi. O an içi ürperdi. Derken kendi kendine telkinlerde bulundu;



Saçmalama Hidayet, sen daha yedi yaşındasın! Bir mezar olabilecek derinlikte değilsin.



Cidden Hidayet bir mezar olabilecek derinlikte değildi. Sırtlarında kendi ailesinin ölülerini taşıyan tüm bu insanlar hayatın kazdığı ve büyüdükçe derinleşen mezarlardı.



kafkarengi


                                                               turuncu

12 Kasım 2011 Cumartesi

MELEĞİNİ ARAYAN FİLOZOF İLE FİLOZOFUNU ARAYAN MELEĞİN ŞAŞIRTICI TEĞET GEÇİŞLERİ



“ Dalgaları arıyorsun gövdemde

Ormana gömülmüş güneşini

Ben senin gövdende tekneyi arıyorum

Gece yarısı yiten tekneyi.”

Octavio Paz



Kerelercesinde olduğu gibi, bu kez de tanımamışlardı birbirlerini. Meleğini arayan filozofun meleğine dair önyargılarının; filozofunu arayan meleğin filozoflara ilişkin istikrarlı yanılgısının daimi oluşunun büyük etkisi vardı şüphesiz bu teğet geçişlerin tümünde.

Yorgundular. Melek olmak da kolay değil, filozof olmak da. Statüsel meşakkat, dikkatlerinin aradıkları varlığa değil, arayışın kendisine yoğunlaşmasını sağlamış da olabilirdi. Meselenin bu kısmı türlü tahminlere açık. Bir kısım yorumcunun durumu, bulmaktan ziyade aramayı sevmekle açıklamaya meyilli oldukları bilinen bir olgu. Sonsuza dek aranmaz ki, arada bir bulmak da lazım, itirazlarının kimseye sevimli görünmediğinden söz etmenin ise hiç gereği yok. Filozofun , “ yolda olma “ edebiyatını hoşnutlukla karşılamasının bir tür savunma mekanizması olabileceğinden şüphelenenler yok değilse de; genel kanı, yolda olmak denen eyleme biçiminin, düşünme sanatının doğasına uygun olduğu yönündeydi. Melek ise, bilindiği üzere, bir “ yol açıcı “. Henüz üzerinde ilerlemenin mümkün görünmediği alanları yollara dönüştürme meşguliyeti, onu işlek yollardan ve o yollar üzerindeki yolculardan uzak tutuyordu çoğunlukla. Hem, çoktan açılmış yollarla ne işi olabilir ki?

Yine de tahmin edilenden daha sık rast geldiler birbirlerine. Bihaberlikleri yüzündendir ki, başkalarını heyecana sürükleyen bu rastlaşmaların hemen hepsi düş kırıklığıydı, olayı başından beri takip edenler için. Sabırların taşmasının, “ yolda olmakla yol açmak arasındaki fark” konulu bir açık oturumda meleğin öfkelenerek filozofun kafasına Bertrand Russell’ın iki ciltlik Batı Felsefesi Tarihi’ni indirmeye çalıştığı güne denk geldiğini düşünenler epeyce yanılıyorlardı. Bardağı taşıran damla, filozofun kim bilir hangi zaafın etkisiyle, meleği muhtemel bir ölüme götürecek olan bir takım üniformalı adamlara teslim edişi de değildi aslında. Bu eylemin, sevi tarihine düşmüş pis bir leke oluşu ise tamamıyla konumuz dışı. Sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen arayışlarının tahammül sınırlarını zorlayarak, yüksek makamdakileri çileden çıkarması, meleğin henüz açmış olduğu bir yol’un filozof tarafından tahrip edildiği duygusuna kapılıp, ontolojik bir yıkım geçirmek suretiyle işi melekliği bırakmaya vardırmasıyla gerçekleşti. İşte tam bu noktada devreye benim girmem kaçınılmazdı.müdahale etmeyi pek sevmezdim ve kendi kendine oldukça iyi işleyen bir sistem zaten vardı; ama görünen o ki, bu kez iş başa düşmüştü. Görev emrinden çok önce, duruma çözüm getirmek üzere kolları sıvamış olan zihnim çoktan hazırdı. Durumu yorumlamaya heves etmişliğimi, bu güne kadar yeterince yorumlama yapıldığını artık yapılması gerekenin olan biteni değiştirmek olduğu fikrimle yatıştırarak işe koyuldum.

Başarılarla dolu meslek hayatım, bu iki körün iş planıma girmesiyle yerle bir olurken, girişimlerimin sonuçsuz kalışının yarattığı hüsranı dindirecek bir devanın olmayışı bahtsızlığımdır. İkisini bir araya getirdiğim her yerde ya birbirlerinin varlığının farkına varmamakta ısrarcı oldular ya da birbirlerine diş bileyip, varlıklarına tahammül edemediler. Melek tüm bu süre boyunca filozofunu aranırken, filozof da sahici melek dışında her rastladığını meleği sanıp yanıldı. Birbirini kovalayan yüzyıllar boyunca başarının yanına bile yaklaşamayışımın nedenlerini sorgulamaktan hiç vazgeçmedim. Yanı başındaki meleği görmekten aciz filozofun filozofluğundan, filozofla her karşılaştığında onu tanımak bir yana, içindeki filozofa yönelmiş şiddeti bastıramayan meleğin melekliğinden şüphe ettim. En büyük kuşkum ise, gerçek aşkın varlığına ilişkindi aradan geçen zamanın sonunda. Varlığıma dair şüphe içinde kıvranarak bu güne gelişimin asıl sorumluları bu melekle, o filozoftur işte.

Bu teğet geçişlere kafa yormaktan hiç bıkmadım, işi bırakmadım ama hakkıyla da yapmadım. Kendi varlığından emin olamamanın acısını insan soyundan çıkardım. Melek’le filozof’a ne mi oldu? Melek şair sandığı birinin dizelerinde kayboldu, filozof kendisinin de anlayamadığı bir nedenle, Bertrand Russell’ın batı Felsefesi Tarihi adlı eserine tutkuyla bağlandı. İki cildine birden.

ÜçRenk Kırmızı

                                                                         Jim Dine

5 Kasım 2011 Cumartesi

CERRAH


        Rüyalar görürdü, kendini kendisinin sorguya çekecek odalarda. Kendi elleri ile çizdiği odalar ortasında
 kocaman kara delikler açılır, ruhani labirentlerin eşiğinde şimdi ve geçmiş arasındaki arafta yarışmaya 
 hazırlananların, kişiliksizliğin de bir kimlik olduğu anlarda çıkışların yönünü arardı. Kuşatılmış
 çocukluğunun dünyasında saatlerce dolaşır, ta ki o ana kadar çıkamazdı, düşüncelerinin batağında.
 Böylesi saniyelerde hiç olursa olmayan ve artık kimsenin gözünde değer kazanmayan, dilinde durmadan
 terennüm eden çocukluğu, gri hayaller içinde saplanıp kalmış kimsesizliğiyle el ele, masalın sonu kadar
 mutlu bitmezdi, ayırırdı fikirli insanın hoyratça uykusuzluğu. İşte o bildik anlarda atmıştı, kendini
 yalnızdan liman yatağına. Uyku, uykusuzluk arasında, kan ter içinde örtülerini indirmiş mahrumiyet
 edasında, sadece kendisinin duyduğu korkunç çığlıklar ve sessizce sönüverdi, edepsiz çığlıklar. Her
 defasında aynı rüya, seyrettiği bir filmi seyreder gibi ezbere bilenen cümleler ve şekiller bıkkınlık
 vermişti, kendine. Heyecan yoktu, hiçbir karesinde. Görüntülerle gelen hep aynı korku… Elli yaşında
 bir bebeğin “anne” diye attığı feryatlar yorucu; hiç tanımadığı bir tenin sıcaklığı kadar şeffaf, buzdan
 suların erimesi kadar ürpertici. Aynı tanıdık feryat… Önce dil, diş arasında ezilmiş, sonra bir özgüvenle
 kendine gelmiş Öz Türkçe'nin yeni moda kelimesi:

        -“Annnne”

        Çığlıkla beraber yüksekten düşercesine bir sıçrayış. Refleks olmuş vücudu beyaz çarşafın kenarında
 ağın ucunda yeni kopmuş bir kara örümcek. Artık ileri geri gitmeler bir anlık donuk. Durup boşlukta
 düşünme yok. Mekanı, zamanı, nesneleri her şeyi hatta kendini belleğinin silik köşesine itmiş. “Ben
 neyim, ben kimim?” Shakespeares’ in deli kılıklı akıllı olma hevesinde. Dünyadan gidiyor olmaya yakın
 dünyaya gelişine öfkeli, tetiğinden fırlayan bir merminin etine saplanacakmışcasına panik. Elleri, kolları, 
 ayakları beyninden istemsiz, köylü bir kadının sırtında sallanıyormuşcasına boş çuval. Panik ve etiyle
 dokunuyor etine, doktorculuk oynuyor kendine. Bedeninin her tarafını kontrol ediyor. Manzara korkunç…
 Dalağını, böbreklerini, kalbini, beynini saçıp erkekliğinin şanı organını büküp yatağının üzerine sergi
 açmışlardı. Fal taşı gibi gözlerini açtı, dakilarca aynı noktaya sabitlendi. Sonra elleri, elleri yine kan 
 içindeydi. Ellerini birbirine ovuşturdu, günün ilk ışıklarıyla iştahlıca kahvaltı yapan yatağının arada bir
 kadın tenlerine konukseverlik eden çarşafı ile ellerini hoyratça sildi, geçmedi. Kan içindeki elleriyle yine
 baş edemedi. En sonunda ince, uzun parmaklarını düz, beyaz saçları arasına daldırdı. Kafasını
 yeryüzünde duyduğu en uğultulu sesle kaşıdı. Elleri birden belki esmer belki sarışın eller oluverdi, tatlı bir
 acı ile saçlarını çekti. Parmaklarının arasında sıyrılıp gelen birkaç teli yere attı, kuşun tüyleri kadar hafif
 senfoniye içindeki karmaşanın sonsuz dalaveresi arasında eşlik etti. Elinde kalan bir teli ise iki ucundan
 tutup başının hizasına kaldırdı, saçlarının arasına yeniden gönderircesine şaşı baktı. Diğerlerinin görmediği
 şekilde farklı gören gözlerle şaşı… Çizgi filimlerdeki kötü karekterlerin evi kadar kocaman, güç otoritesi,
 çikolata adını verdiği evi içinde kahkahaları hiç değişmeyen melodi ile avazının çıktığınca yüzünün en
 büyük organından bağırdı.

       -“Tanrının oraklı yardakçısı yine sana mağlup değilim!”

       Sonra sessizlikle beraber imparotorluğunu kurduğu, gücünü damgaladığı ayrılıkların rengi sarı evinde
 kendisi ile beraber her şey sustu. Bu susuşta yıllar önce annesinin kendisine söylediği ninniler değil;
 kendince benlerinden karmakarışık benlerin söylediği ninniler kulağına derinden, beynini iğnelercesine
 geliyordu. Uzun kahkaha halinde…Ah annesi…! Birkaç defa “annem, annem” diye yineledi. Sıcaklığını 
 bulamadığı, içlerinde yok olup gittiği kumral, sarışın, esmer kadınların dokunuşlarında hatırladığı annesi.
 Sarıldığı her kadında annesini bulmak umuduyla aradığı annesi. Ah annesi bir doğulu değil; fakat en az
 doğulu kadının çilesi kadar dolu. Nasıl da esirgerdi, kendisinden sevgiyi babasına kızkınlıktan. Sisli bir
 sabahın koynunda annesinin saçlarını taraması hala gözlerinin önünde, saçlarını tararken kaçamaklı 
 gözyaşlarının özgürlüğü bir esirin yüreği kadar acıtırdı içini. Ağlamak sadece ağlamak isterdi, annesinin
 beklediği anlarda. Ağlarken de kelimesiz kendini anlatmak. Susup da anlatırken kendini kendisine,
 hatırlardı hep annesinin yerli yerince sözünü:

        -“Oğlum duvarlar kimsesizlikten çatlar.”

        Şimdi de kendisi yalnızlıktan çatlamak üzere.

        Yüreğinde bambaşka ifadelere bürünen yalnızlık, uykularına giren o cehennem günden sonra nasıl da
etiketi olmuştu. Söküp atmakla kurtulamıyordu, izi vardı; ağır, yapışkan. Silmeye çalışsa her şeyi birbirine
karıştıracaktı belki de. Kurtuluşu sıcaklık, sevgiydi; biliyordu, istiyordu hatta arzuluyordu. Canı şeker
isteyip de cepinde parası olmadığı anlarda sesizce, onurluca belki bir gün alırım, diye beklediği
zamanlardaki gibi bekliyordu, sevgiyi; ama elma kokulu, çıkarsız olanından. O gece yitirmişti, sevgiyi ve
bulacaktı bir gece. İnançsızlığına tezat inançlılığının en koyusunda gün ışıyordu, şubat sabahının
unutulacak ayağına yatma saniyelerinde. Yalnızdı, sevgisini verdiği, satır boşluklarını okur gibi okuduğu
bütün rengarenk kadınlara rağmen her şeyi ile yapayalnızdı. Kaç teni, beyni ve yüreği ile sonuna dek 
okuyup anlamlandırabilirdi ki.! Okumak değil, okunmak istiyordu artık. Yalnızlığını kurallaştırıp başka
bir cümlede devrik hale getirmek… Ölmeye yakın bu hayal çok mu uzak?

        Duygularının en derininde yalnızlıktan düşerken gözleri, günün ilk ışıkları ile unutmak istediği
 geçmişi, uykularına giren o cehennem gün amatör bir ressamın tuvalinde beliriyordu, şimdi de. Bal
 köpüğü gözleri kısık, mühürleri yırtılmış mektup dudakları hafif aralık. Alevden turuncu ışıklar arasında
 uzanmış elleri çekiştirip duruyor bir şeyleri. Sonra apansızın sisli bir perdenin arkasında topraktan nasibini
 almış nasırlı anne eller uzanıyor, uzaktan gelen bir mektuba kavga edercesine. Çalışmaktan beyazlığını
 yitirmiş ten henüz pişirdiği kabak kokusunda, günün hamal işleri ile yorgun. Bir tek altın sarısına yakın
 açık saçları eskisinin yenisinde. Ömrü boyunca ne doğru dürüst sevilmiş ne de doğru dürüst sevişebilmiş
 bu silulet, elinde mektup kaygılı çöküyor, dizlerinin üstüne. Toprakla doymuş elleri zarfın üzerinde zarfı
 telaşla parçalıyor. Zamanın yoksulluğu kağıt renginde, kendinin akıbeti mürekkebin doyuş zerresinde.
 Eviriyor, çeviriyor kargacık burgacık yazılar hışırtılar sedasında dilsiz. Ve annesinin sesi öylesine derin ki
 suskunluğunun arifesinde. Mektubu yıllar öncesindeki küçük çocuğa uzatıp:

        -Oğul oku hele şunu!

        Küçük eller uzanıyor mektuba. Okuma bilenlerin hazzı içinde, çekiştirilmiş heceler dillerin ucunda 
 başlıyor, okumaya. Her cümleyi tamamlayışında annesi, kapının eşiğinde eğildikçe eğiliyor, biraz daha
 bükülüyor. Kendisi mutlu ,okuyor; annesi hüzünlü bilmiyor, meğer o okudukça annesi bildiği bütün
 kelimeleri unutuyor. Annesi hızlıca çekiyor ellerinden mektubu. İşgüzar ellerinde eziyor, sımsıkı tutuyor
 avuçlarında sanki son kez dallara tutunma umudunda. Bitiyor her şey, iş ve aş telaşının peşinde gelen
 terk ediş ve varlığının sonsuz susuşu… Babasından alma kumral saçlı çocuk, yavaşça yaklaşıyor
 annesine, hafif başını eğip yanaklarına pamuktan bir öpücük konduruyor ve avluya konan bir serçeyi
 uçurmak istemeyen çocukların tedbirli sesi ile usulca:

        -Anne…!

        -................

        -Anneeeee!

        -................

        O gün kaç defa anne dedi bilmiyor, bildiği tek sey annesinin sonsuz susuşu. Annesi ile öylece
 kalıyor, kaskatı. Sinmiş bir köşeye çürümüş tahta barakaların hesabını tutuyor. Sayıyor, karı olmadan
 sayıyor ve sallanıyor. Belki annem yeniden konuşur diye beklediği dakikalar, hayatında ilk kez salıncağa
 binen ürkek bir çocuğun gerçekleri anlayışı kadar kopuk. Hayalce… Ve o gün ilk defa annesiyle
 yalnızlığı öğreniyor. Yalnızlığın kelimelerini bir yürek yerine buzdan eller fısıldıyor kendisine. Buzdan
 eller suratında semaya duruyor. Yalvarıyor, ağlıyor, korkuyor bir daha annesinin sesini duyamaktan, 
 sıcaklığını bulamamaktan.

        -Anne ne olur konuş! Bak ben yanımdayım.Yalnız değilsin, yalnız değilim!

        Taştan bir kitle annesi. Nasıl da silinmişti, nasıl da bir hiç olduğu üstüne basılarak aşağılanmıştı,
 satırlara yazılarak. Bütün çabasına rağmen yalnızlığı yayılıyordu işte annesinden kendisine. Babası
 paylaşmıyordu, geride büyük gölgeler bırakarak çekiliyordu, nefeslerinde. Konuşmuyordu işte annesi, 
 konuşmuyordu. Annesi sinmiş, kapı eşiğine; gıcırtısı eksik bir beşik sallanıyor durmadan. Dayanamıyor 
 büyümekten korkan küçük beden. Etraf sessiz, sakin. Çaresiz fırlıyor, atıyor kendini bahçeye. Bir taraftan 
 gözlerini siliyor. Çıplak ayaklarında kuvvet, katıksız hamur; parmak aralarında çamur ve diz çöküyor bir
 kara yemiş dibine. Eşeliyor, dakikalarca. Daha birkaç gün önce toprağa verdiği minik serçe minik
 avuçlarında. Üşüyen ellerinde bir hareketlilik, sıcaklık… Etler ayrılıyor kemiklerden, çatırtılar kulaklarında. 
 Hissediyor yeniden. Serçenin üzerinde vıkır vıkır kaynayan kurtçuklar beyaz dutun dramasını yapıyor,
 sanki. Bu iğretili sahne babasına duyduğu öfkenin yanında daha masumane. İçinde bir bulantı, yüreğinde
 kocaman bir yalnızlık, avuçlarında canlılığın verdiği güçle kendilerinden katça büyük serçeyi kemiren 
 kurtçuklarla yeniden dönüyor, annesine. Parmaklarının arasından birkaç kurtçuk dökülürken ayaklarının 
 altında basamaklar gıcırdıyor, batan güneşin sessizliğine inat. Annesinin karşısına geçiyor, açıyor
 avuçlarını:

        -Anne ne olur konuş! Susmak ölüm bana.

        -Anne konuş. Bak, yoksa kurtçuklar seni de yer. Sonra ben ne yaparım. Konuş anne! Sarıl bana!
 Kucağına al beni!

        Annesi susuyor. Çıkmıyor, ağzından bir kelime. Sonunda kendisi de yorgun düşünce, annesine
 benzeyen incecik, geniş dudaklarından dökülüyor, birer birer kelimeler:

        -Büyüyünce cerrah olacağım. Kurtçuklardan önce bulacağım sıcaklığı. Onlardan önce dokunacağım
 cana, kana. Ellerim bugünkü gibi üşümeyecek. Hem de hiç. Sıcaklığı ve sevgiyi bulacağım. Tanıdığım
 hiçbir kadın üzülmeyecek, susmayacak senin gibi anne.

        Acıyan yüreğinin dilinden dökülürken kelimeler kolunun yeniyle siliyor, yanaklarına yuvarlanan yalnızlık
 tadında gözyaşlarını. Günün batan ışıkları siyahlara boyuyor babasından kalma saçlarını.

        Kıpırdıyor, zincirlerini kırıyor, duvarların müsaade ettiğince geriliyor, kocaman dev gövdesiyle 
 uyanıyor masal ülkesinde. Günün ilk ışıkları; günboyu etrafındaki insanlara kalkan olacak neşeli
 maskesinin üzerinde, gece boyu üşüyen damarlarının içinde. O günden kalma gözyaşları yanaklarında,
 fısıltılı bir kelime dudaklarında.

        -Anneee!

        İçinde yenileniyor bütün bilinci:

       -Hiçbir kadın üzülmeyecek, susmayacak senin gibi anne.

       Ayakları gerçekliğin döşemesinde, yöneliyor yatağın karşısındaki kapakları açık gardroba. Her daim
 uyku uykusuzluk arasında dinlendirdiği çıplak tenine uyduruyor, rengarenk mutluluk kılıflarını.
 Hazırlanıyor, her zamanki gibi çıkıyor, bir kapı aralığı umut yolculuğu. Telaşlı ayakları, kendini özgür
 saydığı duvarlar içine götürüyor açık cezaevine. Birkaç evrak imzalayıp, birkaç talimat veriyor. Kapısını
 hızla çekip soldan iniyor merdivenlerden. Üzerine buz renklerden geçiriyor önlüğü, dalıyor 
 ameliyathaneye. Üşüyen ellerine rağmen yüzünde sıcacık bir tebessüm, soruyor, dün akşamdan öyküsünü 
 okuduğu, ameliyata hazır yeni yetme öykücüye.

        -O çocuğun babası kimdi?

        -Onu bilemem. Okuyucu bilir. Hayalinde kim varsa onu koy yerine.

        Gözlerini kapatıyor öykücü. Cerrah düşünüyor; bir görüntü halinde gidiyor, geliyor annesi, babası.
       
        -“Neşter.! “

        Alıyor eline neşteri, öykücünün sol köşesine atıyor, bir çizik. Annesi hala eşikte sallanıyor,
 konuşmuyor; üşüyor elleri. Benim annem ol dediği tenlerde sıcaklığı bulmanın sevgiyi bulmak olmadığını 
 anlayınca parçalıyor kadavrayı . Dalıyor kadavranın içine. Atıyor, şimdi adamakıllı, sımsıcak hayat 
 avuçlarında. Vermiyor, hiçbir kadın bu sıcaklığı. Atıyor avuçlarında hayat ve parçalıyor annesi gibi terk
 edilmiş gecelerini kurtçuklardan önce öldürürcesine… Belki diyor belki bir gün…

“NEFTİ”


   
                                                                       Egon Schiele