31 Mayıs 2012 Perşembe

GEÇİCİ BİLİNMEZLİK



Anlaşılası değildi. Anlamaya gerek var mıydı, bilmiyorum. Üzerinden geçip giden zamanın yokluğuna kapılmıştı. Azar azar gidişti bu; belki, öyle geliyordu. Anlamaya çalışıp, sözcüklerin arasında kaybolurken sennnn.. ben, belki de biz, öylesine; hayaldi, neydi, kimdi, nereye gidiyordu.

Sormaktan yorgun, buzdolabını açıp siyah zeytin tabağını çıkardı. Ekmeği de aldı bir güzel yedi, ekmek tartışmalarına inat; onu ye, bunu yeme, şunu al, bunu alma, bu ego yüceltme bombardımanına inat…

Yok tıkanıp kalışın ikilemi mi, üçlemi mi, sonsuzluk mu ne??? İnsansal tanımlamaların ötesine geçemeyişin sancısıyla, bir kez daha küfretti. Cinayetler planladı, hayvanlara acıdı, -su koyun oraya, buraya- tanımlamalarıyla, kendini yüceltenlere güldü. Pet şişenin doğada erimeyişinin acı sancısıyla kavruldu. Ne yapıyordu, ne yapıyorduk?

Acıtırcasına yalnızlık, tüm hücrelerinin boşluklarında, kalabalıklarda yalnızlıkların, doğru yanlış, uçuk kaçık düşüncelerle hiç bir şey yapmadan...

İroni diyorlar buna, anlaşılmayan sözcüklerin içinde kendini aşmanın öyküsü bekli de…

Karmaşık, çelişik, şeytansı meleksiliğin içinde türkülerin yürekte kavruluşu…

Anlaşılmaz olduğundaki alkışların çığırtkanlığı…

En doğal oluş çişim geldi, işe! Titre! Hayali oluşunu duyumsa…

Adım bilinmesin. Kimliğim, hiçlik oluşum geçici bilinmezliğim…

Kimi bir bedenin sıcaklığında, kimi anlaşılmaz sözcüklerinde, çoluk çocuk, kariyer uzar gider var olmanın sızıları

Kaydeti bulamıyorum. Ne alaka basit kışkırtıcı, bulmalıyım oysa ağırlaşıp yok olmadan evvel…

Buldun mu, bulup alıp geçtiğinde yeni bir arayışın, ılık sızıntılı akışında tekrarlayan boşluklar…

Üşüyorum… Yüreğim ürperiyor, anlıyorum onu..

Anladığında ne oluyor? Koca bir hiç…

Karamsar mı geldi size? Oysa anlaşılmaz olduğum her sözcükte daha çok seversiniz beni…

Anlaşılmaz olmak, insanın arayışını kışkırtır.

Bundandır onu sevmemiz.


Tünami


                                                           Kazunori Matsumura
    

30 Mayıs 2012 Çarşamba

''OL'' AN, ''YOK'' ZAMAN



Eski dünyadayken de bu şarkıyı söylerdim. Koparıldığında kordon bağım, kovulmuştum cennetimden cinnetime,

Hep böyle olacağını sonradan öğrenecektim.

Kalbim daha güçlü değil o zamandan -Ve soluk aldıkça solmazdım mesela-

Bazı ölü balık bakmalarım ordan kalma ve nasıl alışırdım ki yeni dünyaya?

Oysa düşen göbeğimi kundağımda gizleyerek fısıldamıştı, şarkısıyla ilk günden beri kulaklarıma.

Bir gün, belki bir zaman kötü olabilecek bir şeyi fısıldıyordu üç kez.

sen ol! - sen ol! -sen ol!

diye...-üç kez-

sonra göğüslerinde gizledi bir muska gibi..." iki memesinin ortasında"

Ve gittikçe ona benzemek ürpertmiyordu artık, ki görmüştüm acılarını duyumsadığım şarkısıyla...

Koşardım

mezarlara basmamayı beceremeden,

koşardım, yakılmaktan kararmış topraktaki yanık yılan gövdelerini ezerek - boşluklarıma dolan külleriyle-

basardım...

bastığım herşeyi kanayan tabanımdan içime geçirerek,

Ve kelebek nakışlı ağ örerdim saçlarımla sonra, baykuş bakışlı çığlıkların takılacağı...

"ol" anından "yok" zamana yine de şarkımızı söylerdim...

Kehribar
                                                                         Kehribar

29 Mayıs 2012 Salı

ÇALINTI BUSELER


beni içinden öp, sessizce
heybesinde sabahı taşıyan eşkıyalar suya insin
dinsin tuzun gözündeki yanma
yamalar sökülüp şehre girsin
ordasın işte, meşgul numarası yapan telefonlarda
tek kişilik yatakların bıraktığı keder halkasında
vücudunu törpüleyen metal sağanağında
hem sevişmeyi de bilmezsin sen
ancak bir kemanı öpebilirsin, o da içinden

yağmur yağıyor buralarda
kırık parke taşları, caddeye taşan ıslak otlar
sürtünüyor silinmiş yol işaretlerine
pencerede sis kokusu, şimşek korkusu
hıncını bırakıyor camın gürültüsüne

baktım, baktım ve kirlendi ayna
kırlentteki su lekesine, halıya düşen terk gölgesine
içinden geçtim evin, temassız
dokunulmamış yerlerimle sildim odanın terini
hayran hayran izlerken yataktaki cesedimi
uykunun yumuşak örtüsünü aldım üstüme
çözüldü yaşamla aramdaki örgü

şu aksayan mevsimi kör kuşlarla haber verdin
artık dur, biraz da kendi ömrümden yiyeyim
ayağımın altında dağılıyor yatay saraylar
çarşılarda, pazarlarda yas ilacı
ortalığa saçılmış nar taneleri
gövdeme gerdiğim gergefte biçimsiz kesikler

sorun yok, çok iyiyim
beton avludan kaldırıyorum kanayan alnımı
bacaklarıma dolanan zehirli çiçekler
kollarımda yangının aziz hatırası
artık dur, biraz da kendimden vereyim
belki heykeller yaparsın beni bıraktığın yerden

sahilde bekleyen bu kesik baş da kimin
hangi ağaç yarıklarına dallarını sokan
yazılı bir yüzüm var benim
kelimeler, tersten okununca huzur
gece bahçelerinden taşan serinlik uyuşturuyor aklımı
oysa daha büyümemiş bir şehirden gelmiştim
inanmıştım yüzmeyi unutan kırlangıca
sana bir midyenin sıcaklığını getirmiştim

içinden öp beni, kimseye belli etmeden

Kahverengi
                                                                 Anke Merzbach

27 Mayıs 2012 Pazar

SÖZ'ÜN AŞK HALİ...



söz’üne başka bir söz’le

karşılık verdiğinde,

harfleriniz öpüşür

zihinleriniz sevişirdi.

söz’ün hazla aşkı ,

bir kalemin ucundan diğerine

oradan tüm evrene .

siz.

tebessümle izlerdiniz birkaç cümleyi…



ÜçRenk Kırmızı

                                                                     Rudolf Bonvie

25 Mayıs 2012 Cuma

KARAKUTU


Unuttuğum bir şarkıyı mırıldanır gibi geçiyorum o sokaklardan. Hep aynı yerden, aynı insan siluetlerinden. Terk edilmiş şarkılar dönüp dolaşıp aynı yerde tıkanıyor. "Kader gibi onları mı yaşıyoruz yoksa?" diye soruyorum kendi kendime. Biliyorum şarkılar fena halde insanlara benzerler. Olmadık yerlerde karşınıza çıkar, olmadık zamanlarda, üzerini sıkıca örttüğünüz bir duyguyu yeniden hatırlatırlar. Üstelik bu hayalet duygu bir süre bırakmaz peşinizi, onunla yalnızsınızdır artık. Siz unutsanız da şarkılar unutmazlar. Çünkü şarkılar insanların karakutusudur.

Bir dolmuşun arka koltuğunda bir yokuşun en başındayım. Yanımda sıska, cılız omuzları sönük, yenleri parlak bir çocuk var.  Ellerini dizlerinin arasına sıkıştırmış oturuyor.  Birlikte bakıyoruz pencereden, kül rengi bir perdeyi andıran kuş ölüsüne. Kanatları asfaltın örtüsü olmuş, yüreğimizi çiziyor paramparça olmuş tırnakları. Kanatlarını düşlüyorum; bu çocuğun gözlerine benziyor, narin, yorgun ve buruk. Şoför soruyor: "Arka beş mi, dört mü?" diye. İşte o an dönüyoruz, mantığın karanlık saatleriyle masumluğu öldürenlerin dünyasına, gerçek dünyaya.
 
Babası yanında çocuğun, işçi elleri kocaman, sesi titrek, utanarak: "Dört" diyor, unutarak buruk bakışlı dostumun gururunu. Beş demek istiyor elbet titrek sesi, ama işçi ellerindeki çaresizlik bir kişinin parasını vermeye yetiyor.  Çocuk için de verse belki yarın işten eve yürümek zorunda kalacak,  zar zor gelen ay sonu daha da zor gelecek. Eğer beş diyebilmiş olsaydı babası, çocuğun ezilmişliği biraz azalabilecekti, beş diyebilmiş olsaydı, belki öğretmenler gününde öğretmenine hediye alamadığı için bu kadar üzülmeyecekti, beş diyebilseydi şayet küllü asfaltlar yerine gözlerine bahar dökülecekti. Çocukların gözleri çocuktur elbette ama yoksul çocuklar gözlerinde bir yetişkin taşırlar. Büyümüş ve anlamış bir yetişkin. Baktıkça kaçmak gelir içinizden çünkü suçunuzu yüzünüze vuran bir sadelikle bakarlar yüzünüze ama  kaçmazsınız,  çocukluğunuzdaki uçurumları kapatma şansınız olduğunu sandığınız için.

Gök gözlü çocuğun babasının diğer yanında, ellerini bir saniye olsun birbirlerinden ayırmayan evli bir çift var. Sıkıştıkları için homurdanmıyorlar, bu kucağa oturamayacak kadar büyümüş, dolmuş parası verilmeyecek kadar küçük kalmış çocuğun, çocukluğunu burada hep

birlikte öldürdüğümüzden habersizler. Babası parayı uzatıyor, çocuk ellerini dizlerinin arasına daha da sıkıştırıyor, küçülmeye çalışıyor ama biliyorum o an yok olmak istiyor.  Çocuk küçülüyor gözleri büyüyor.
Yine pencereden dışarı bakıyoruz beraber. Bayraklı yolunda bir an, bir avuç deniz sürüyoruz yıkılmışlığımıza. Bulutlar dünya atlası gibi açılıyor önümüzde, bulutlarla sinema izlemeye başlıyoruz. Gökyüzü satın alınamaz bu bizi biraz rahatlatıyor. İkimiz de önce Ejderhaya benzeyen, dolmuş ve zaman ilerledikçe Aslana, sonra uçurtmaya dönüşen bulutları görüyoruz. Çocukluğum gömüldüğü yerden çıkıp yanına oturuyor. Unuttuğum şarkı çocukluğummuş meğer. Çocukluk da şarkılar gibi insanların karakutusuymuş, siz unutsanız da çocukluğunuz unutmazmış.

Babası ve sesini duymadığım çocuk - ki duymaya dayanamam gözlerindeki hüznün bir parçası da sinmiştir sesine-  müsait bir yerde inmeye hazırlanıyorlar. Çocuk ayağa kalkıyor bir kez daha ölüyor gözlerimin önünde kuşlar, öyle büyük ki ayakkabıları. Belki ağabeyinin, belki bir komşusunun ayakkabısı ama mezar kadar büyük, kayalar, dağlar, betonarme apartmanlar kadar büyük. Nasıl bir kıza aşık olacak bu ayakkabılarla? Nasıl top oynayacak?  İnsanların ayakkabılarını göremeyecek kadar dalgın olmalarını mı bekleyecek hep?

Yalınayak kırık camlar üzerinde yürüyor insanlığım. Keşke denize götürebilsem ayaklarını, keşke ayakkabılar ayağından çıkmasın diye sıkıştırdığın pamuklarla sarabilsem yaralarını. Boğazımda küflü bir ekmek düğümleniyor. Açken yemek zorunda olduğum ama boğazıma takılan küflü bir ekmeğin anıya dönüşmüş yansıması. Öksürsem geçmeyecek, ağlasam büyüyecek, bağırsam boğulacağım. Ah çocuk masal dinlemen gerekirken elmada muz tadı aramakla geçecek çocukluğun. Bir gün hesap sormaya geldiğinde "Orada, o dolmuşta unutulmuş bir çocukluğum vardı, gören var mı?" diye sorduğunda nasıl diyeceğiz "biz onu el birliğiyle öldürdük, o günlerden geriye de bir çift ayakkabı bıraktık ama hala içine sığacak bir ayak bulamadık" diye.

Belleğini mantığın hücrelerine hapsetmemiş gül bakışlı çocuk sağ yanım seninle birlikte indi dolmuştan, sol yanım benimle kaldı. Eğer sarabilirsek yaralarını o zaman kavuşabileceğim kendime çünkü  hayat seninle tamamlanacak bir şey artık.

Sırça Sarı
                                                                               Lal

18 Mayıs 2012 Cuma

BEKLEMENİN, BİR AĞRISI OLMALI...




Beklediği döndüğünde ağlıyordu.

Sadece mırıldandı
Beklemeyi unuttuğumda seni de unuttum, çok geç kaldın.

ÜçRenk Mavi


                                                                      Jim Nielsen

14 Mayıs 2012 Pazartesi

YİVLİ






Ketum dil'in küçük kalbi düşlerde bile küçük yaralanmazdı, Su düşleriydi en çok duyuran kendi hırıltısını...


"sanrı" dediler, değil dedim,


bilinirdi kimine düşlerin güzel dokunduğu... damarlardakinin hayata aktığı... ama...


ama henüz bir utanca sahip olamadan utanmak, tanrı kelamlarıyla öğretilmiş, küsmekten ölmüştü mimikler...


gözbebekleri ise kaygan... Neden bakıyorsun? diyen olmazdı hiç...


Utançsız utandırılmaktandı, biraz korkmaktan...


O kaygan bakış yakalansa anlaşılacaktı değen her bakışın yaşatmadığı. Annenin öğrettiği kuş öpücüklü gülüşü baba çalmıştı her yüzü avuçladığında...


yivli ifadeler...bilinmeyen,


bedenimde gezinen şeytanlarım anlatırdı en güzel güvercin hikayelerini...


Olsam olsam Cennet'te de bir diken olurdum...


Ve And olsun ki! Dans edeceksem; günahlarımla tepinerek olmalıydı...



Kehribar
                                                                     Kehribar
                                        

10 Mayıs 2012 Perşembe

ÜÇRENK SANAT YAZARLARINA ÖNEMLİ DUYURU



Sevgili Renkler,



Bildiğiniz gibi Üçrenk Sanat, önümüzdeki eylül ayının ilk günü, ikinci yaşını dolduracak. Adlarımızı üzerimizden sıyırıp, belli bir kişi olmaklıktan çıkarak, salt eser - öykü, şiir, resim, fotoğraf- olmaya karar verdiğimizden bu yana giderek büyüdük, çoğaldık; aramıza katılan her yeni renkle güzelleştik. Kendimizi değil, yazıyı - sanatı güzellemeye çalıştık. Üçrenk sanat projesinin umduğumuz gibi serpilip gelişmeye başladığını gözlemlediğimiz andan itibaren, önümüze koyduğumuz minik bir hedef vardı: Üçrenk sanat blog'da yayımlanmış eserlerden basılı bir ürün, bir seçki ortaya koymak. Artık zamanı geldi. Önümüzdeki ! eylül tarihinde raflarda olabilecek şekilde, bir üçrenk seçkisi hazırlamak üzere kolları sıvamış bulunuyoruz. Bugüne kadar blog'da yayımlanmış ürünlerden seçerek oluşturacağımız bu seçki, hem doğumgünü armağınımız olacak hem de hedeflerimizden birini daha aşmış olacağız.



Bu noktada, Üçrenk Sanat blog'da ürünü yayımlanmış olan renklerimizden kimilerinin bu seçkide yer almak istemeyebileceklerini düşünerek, böyle bir istememezliğin bize en kısa sürede iletilmesi gerektiğini sizlerle paylaşmak istedik. Bundandır ki, üçrenk sanata ürün vermiş renkler arasında, seçki'de yer almak istemeyen bir renk olması durumunda, bu durumu ucrenksanat@gmail.com adresi aracılığıyla bizlere bildirmeniz gerekmektedir.



unutmadan : ) " renkler! başbaşayız, güzel giyinelim."



Sevgilerimizle

Üçrenk


6 Mayıs 2012 Pazar

BEKLEYİŞ





uyuyorum...
ama derin uykuda değilim.

tüm ışıklar yanıyor evde. fazlasıyla aydınlık, -kullanmayı sevmediğim tavan ışıkları, tepe ışıkları açık..asla kullanmam ki- hastane kadar aydınlık ve bir o kadar bembeyaz her yer.

çok sessiz.
çok yorucu bir sessizlik...

uyur uyanık yatarken, ara sıra gözlerimi açıp aydınlığa,
"güvende miyim?" kontrolü yapıyorum...
o kadar aydınlık ki tam ve ham bir güvensizlik hissi veriyor.

kapının kurcalandığını duyuyorum, evin dış kapısının. kapı da beyaz. emniyetsiz bir renkte. aslında oldukça emniyetli bir çelik kapı.
nazikçe, olabildiğince sessizce kurcalanıyor...

gözlerimi, kulaklarımı tam açıp dinliyorum.
kapının ardındakleri görebiliyorum, duyabiliyorum.

kaçmak, yardım istemek istiyorum.
nafile...
parmağımı bile kıpırdatamıyorum korkudan...
"ya bir ses çıkarırsam?"
"ya beni duyarlarsa?"

kapının ardında iki adam var. içeride olduğumun bilincinde olduklarını biliyorum. ama uyanık olduğumu, korkuyla onları beklediğimi, dinlediğimi, gördüğümü biliyorlar mı, bilmiyorum.

korkutucu düzeyde sakinler...
biri gözlüklü, birinin de bıyıkları var.

kapıyı yavaşça açıyorlar. ayak sesleri çok sessiz. tüm seslere karşı hazırlıklılar.

yatağımda yüz üstü yatar pozisyondayım hala. oysa ki yüz üstü uyuyabilen biri olmadım hiç. başımı sağ yana çevirmişim, her şeyi duyabilmek için..

kapıyı eve girdikten sonra kapadılar mı, bilmiyorum.
korkudan donmuş durumdayım.
geçici bir felç yaşıyor olmalıyım.

ellerinde kara deri çantalarla diğer odaya girdiler bile.
görebiliyorum. duyabiliyorum.

bulundukları oda, benim içinde bulunduğum odanın en uzağında, evin diğer ucunda.
"salon mu?"
bilemiyorum.
oda neredeyse boş. pencere yok. koltuk ya da bir evde ihtiyaç duyulan eşyalar o odada yok.
uzunca dikdörtgen -ve tabi ki beyaz- bir masa.
kara deri çantalarını açıyorlar.
sakinlikleri, sessizlikleri, özenleri...

korkudan kalp atışlarımdan başka bir şey duymuyorum artık.
görebiliyorum...

benim için hazırlandıklarını biliyorum.

yanılma payım hiç yok.
her şey çok beyaz..
olabildiğince sessiz, çok sakin, çok korkunç..

hala aynı pozisyonda yatar vaziyetteyim.
tam anlamıyla yalnızım.

gözlüklü olan sarışın adamdan daha çok korkuyorum.

görüş alanım anahtar deliğinden başlayıp, odanın içindeki iki adama odaklı temkinle ilerleyip, kuş bakışına dönüşüyor. hemen yine, araştırdığımın yakın çok yakın gelecekteki kendi cinayetim olduğunu hatırladığım an, görüşüm bulunduğum odanın içine düşüyor.
korkudan, muazzam korkudan...

yavaş hareketlerle kara deri çantasını açan bıyıklı olanı görüyorum sonra. rulo yapılmış bir çanta. masanın üzerine ruloyu yavaşça açarak yayıyor.
gözlüklü olan ne yapıyor göremiyorum.

masanın üzerine yayılmış olan kara deri çantanın rulosu uçup gitti.
geride parıl parıl ışıldayan ameliyat gereçleri.

bir de sandalye var odada.
o da benim için.
odanın ortasında, masanın yakınında oturuyor.

"gözlüklü olan da beni izliyor olabilir mi?"

hala ne yaptığını göremiyorum.
yalnızca profilden boynunu, başını görebiliyorum.
başını öne doğru eğmiş, özenle bir şeylerle uğraşıyor.

korkum görüşümü kısıtlıyor.
"sessizce korkmak kadar yıpratan başka bir şey var mı?"

o kadar sessiz, o kadar beyza ki.
hiç güvende değilim.
üstelik yüz üstü yatıyorum yatağımda.

"kimse gelmeyecek..martılar bile..."


"doğumdan sonra hayat var mı?" (nietzsche)

  
üç ton kara

                                                          Jean Paul Boulinguet