23 Haziran 2015 Salı

YA, RANA…



Çalan telefonu, güçlükle uzanıp aldım. Gözlerim yarı kapalı, bu saatte kim ola ki, diye düşündüm. Saçma bir düşünceydi; çünkü saatten haberim yoktu. Sabahın körüydü belki veya öğlen olmuş olabilirdi. Rana’dır belki düşüncesi gelir gelmez aklıma ayıldım tabii. Gözümü telefon ekranına diker dikmez hayal kırıklığı. Rana niye arasın oğlum seni? Doğru. Niye arasın beni Rana? Rana konusunu ertelesek? Telefon ekranında Hakan’ın adı var. Açtım tabii.

-          Hakan?

-          Abi evde misin, uyuyor musun, diye soruyor. Sesi telaşlı.

-          N’oldu, saat kaç, diyorum.

-          Abi, sana geliyorum, diyor soruyu duymazdan gelip.



Hakan, birkaç yıl önce trafik kazasında kaybettiğimiz kan kardeşim Kaan’ın kardeşi. Bir bakıma, Kaan’dan miras kardeş. Kaan çekip gidince, bu oğlan bana düştü iyice. Ne yalan söyleyeyim, ben de ona. Öncesinde, abisiyle nereye gitsek peşimize takılan, aramızda olmak için rahatsız edici bir çaba içinde olan, pek de istenmeyen küçük kardeşti. Kaan’ı defnettiğimiz günden beri oğlana abilik yapmak kaçınılmaz oldu. Geçenlerde evlendirdik; düğününde hiç utanç duymaksızın “ Ankara’nın Bağları” ve ardı sıra çalınan “ Hayatı Tespih Yapmış Sallıyormuşum” şarkıları eşliğinde göbek de attık. Yine de büyümedi oğlan bak, başı sıkıştıkça bende.

-          Gel, diyorum. Evdeyim, nerede olacağım?

-          Abi, kahvaltı ettin mi, poğaça filan alayım mı, diye soruyor.

-          Al Hakan, diyorum. Karaköy böreği de al. Nasılsa Rana yok; yağlıydı, o yenir miydi lafları edecek, kafa şişirecek bir Rana yok, diye düşünüyorum. Rana’nın yokluğunun iyi bir yanını görebileceğim aklıma gelmezdi. Toparlıyorum herhalde, diye seviniyorum buna.

-          Tamam abi, diyor Hakan. Sesi hala sıkıntılı.



Telefonu kapatıp, doğruluyorum yatakta. Mıymıy ile göz göze geliyoruz. Rana’nın kucağında, ki el kadardı o zaman, eve geldiği günden beri ne vakit göz göze gelsek yaptığı gibi sarı gözlerini kısıp pis pis bakıyor bana. Rana’nın gidişinden bu yana şiddetlendi bu bakışlardaki kızgınlık. Sırf onu terk etti sanki Rana. Bizi birbirimize ceza bıraktı kızım, anla işte diyorum bakışlarına tahammül edemediğimde. Bir şey anladığı yok tabii. Yemeğini, suyunu verip, işini halletmesi için bahçeye bakan pencereyi açık bıraktım mı, ilişkimiz sonlanıyor. Birbirimizi olabildiğince görmezden gelerek yaşamayı sürdürüyoruz işte. Giderken onu neden götürmediği de muamma. Bir kadının aklından ne geçtiğini anlamak mı, yok işte orada cidden yeteneksizim.

Yataktan kalkıp banyoya geçiyorum, Hakan gelmeden hızlı bir duş olasılığını şöyle bir tartıyorum. Nerede olduğunu sorsaydım keşke. Elimi yüzümü yıkayıp çıkıyorum. Mutfağa yöneldiğimi fark eden Mıymıy da yataktan atlayıp, peşimden geliyor. Önce çayı koy, sonra huysuzun yemeğini ver, pencereyi aç, sonra bir sigara yak planlamasını yapıveriyorum hızlıca. Ardından bir bir yapıyorum kendime dediklerimi. Pencereyi açınca içeri dolan ama üşütmeyen serinlikle, sigaranın ilk nefesinin ciğere dolmasının ürpertisi aynı anda geçiyor içimden. Su kaynıyor, demlerken kapı çalıyor. Geldi bizim oğlan. Acaba derdi ne? Büşra ile kavga etmiştir’e yatırırdım paramı. Kedi – köpek gibiler kızla. Evlenmelerinden önce de böyleydiler, dünya evine soktuk bir şey değişmedi. Gidip kapıyı açıyorum, elinde köşedeki pastaneden alınmış poşet, yüzünde epeydir görmediğim bir gerginlikle giriyor içeri. Mıymıy koşup paçalarına sürünüyor. Hep sevdi bu oğlanı, hiç yapmaz bana böyle. İçimden saçma bir kıskançlık dalgası gelip geçiyor.

-          Geç, diyorum mutfağı göstererek.

Elindeki poşeti mutfak masasına bırakıp oturuyor. Yüzüne fazla gelmiş sıkıntı, ağırlığının birazını da omuzlarına vermiş gibi çökkün.

-          Naber abi, diyor. Sesimi çıkarmıyorum. Nasıl olduğumla ilgilenecekmiş gibi durmuyor.

-          Hayırdır, diye soruyorum. Sabah sabah bu ne hal?



Cevap vermeden, cebinden sigara çıkarıp yakıyor. Sonra aklına gelmiş gibi paketi bana da uzatıyor. Bir tane çekiyorum paketten. Sigaramı yakması için eğiliyorum. Bakışlarımız denkleşiyor. Canı gerçekten sıkkın bu çocuğun, o an anlıyorum. Doğrulup, tabak çıkarıyorum masaya. Çay bardakları, çatal kaşık, biraz peynir ve yaz sonu Rana’nın annesinin Ege’den getirdiği çam balından çıkarıyorum. Bal kâsesini elimde tutmanın tuhaf hissini bir yana atıp, ikimize çay doldurup karşısına oturuyorum.

-          Rana abladan haber var mı, diye giriyor söze. Hay Rana ablana, diyecek gibi oluyorsam da vazgeçiyorum. Söze nasıl gireceğini bilemediğinden belli ki.

-          Yok, diyorum. Rana meselesinde her şey aynı.

Tabağına Karaköy böreğinden ve birkaç parça poğaça koyuyorum. Hafifçe ittiriyorum ona doğru. Açlık sıkıntıyı katlar, dolu mideyle daha kolay halledilebilir gelir meseleler. Börek de güzelmiş ayrıca, sıcak ve bol yağlı.

-          Birkaç gün misafir kabul eder misin abi, diye giriyor Hakan söze.

-          Hayırdır, Büşra kapıya mı koydu yoksa, diyerek gülüyorum. Sıkıntıyla bakıyor.

-          Sen he demezsen o da olacak, diyor. Meraklanıyorum.

-          Doğru düzgün anlat oğlum işte mesele neyse, diyorum sabırsızca.



Anlatıyor.  Şu kızmış işte. Hani, üniversite yıllarında sevgilisi olan. Hani okul bitince çekmiş memleketinde gitmiş. Hani, geçenlerde bunu facebooktan bulmuş da, mesajlaşmaya filan başlamışlar. Ama yok abi, düşündüğün gibi değil. Dostça. Büşra’nın haberi yok tabii. Abi biliyorsun kıskançlığını, gebertir beni. Kız da yazıyor napayım, engelleyeyim mi? Neyse işte bu kız geliyormuş akşama ve kalacak yeri de yokmuş. Laf arasında da ayarlarız bir şeyler demiş bulunmuş. Ama kızı kendi evinde nasıl misafir edermiş. Büşra derisini yüzermiş vallahi. Ocağıma düşmüş. Rana abla da yokmuş zaten. Sanki bilmiyoruz olmadığını! Boş odam da varmış. N’olurmuş şu kızı, bir iki gün misafir etseymişim. Sessiz sakin, İyi kızmış, rahatsızlık vermezmiş.

-          Kız kabul eder mi ki, diye sordum sanki tek derdim buymuş gibi. Tanımadığı etmediği bir adamın evinde kalmayı? O sırada, ya kız evdeyken Rana’nın geleceği tutarsa diye geçiyordu aklımdan. Ya kızı görürse, ya açıklamamı dinlemek istemezse, ya dönmemek üzere giderse. Zaten öyle gitmedi mi ki, cevabının da tam yeri hani.

-          Orası kolay abi, diye atılıyor Hakan. Kızla konuştum, önce nasıl olur, olur mu filan dedi ama sonra, işi acil tabii ve kalacak yere ihtiyacı da var. Kabul etti.



Her şeyi de ayarlamış kerata. Rana’dan sonra bu eve ilk kez girecek kadının, tanımadığım biri olduğu fikrinden daha korkutucu ne olabilirdi o an bilmiyorum. Yine de çocuğu yüz üstü bırakmayacağımı biliyorum.

-          Bir düzenim yok biliyorsun, diyorum yine de Hakan’a. Geliş gidişim belli değil. Rahatsız olmasın arkadaşın.

-          Yok, abi diyor. Aldırmaz o. Kendi halindedir zaten. O da yatmadan yatmaya gelir zaten.

-          Büşra duyarsa benim de derimi yüzer biliyorsun, diyerek son çekincemi söylüyorum.

-          Duyarsa ikimiz birden gittik zaten abi, diye gülüyor. Vallahi benim kötü bir niyetim yok, kızla bir kahve içersem içerim eski gümlerin hatırına. Hepsi bu, diye de ekliyor.

-          Tamam ulan, inandım diyorum. Rahatlıyoruz.



Çaylarımızı içiyor, börekleri bir solukta tüketiyoruz. Arkasından birer sigara tellendiriyoruz. İkimiz de düşünceliyiz. Kaan’la pek çok kez suç ortaklığı etmişliğim vardı yıllar boyunca. Hakan’ın suç ortağı olacağımı hiç düşünmemiştim. Böyle mi abilik yapılır, diye sorduğunu işitir gibi oluyorum Kaan’ın. Oğlum, n’apsaydım? Çocuğu nasıl yüz üstü bırakırım? Üstelik kötü bir niyeti yok, diye açıklama yaparken buluyorum iç sesimi. Rana’nın geleceği tutarsa da tutar. Beni terk ederken, şu kediyi de başıma bırakırken düşünecekti bunları. Aşk bitmişmiş! Birbirini çok seven kardeşlere benzemişmişiz! Hayat geçiyormuş! İkimizin de önünde şans varmış henüz, bundan mahrum kalarak birbirimize haksızlık ediyormuşuz! Gelsin ulan! Gelsin görsün!

Akşama havaalanından alacakmış kızı bizim oğlan. Ev leş gibi, dolap da tam takır. Çayları bitirip, ikimiz iki koldan telaşlı bir temizliğe girişiyoruz önce.

-          Kral adamsın, diyor durup durup Hakan. Kaan geliyor ikimizin de aklına. Gözlerimi kaçırıyoruz birbirimizden.

Hakan’ı alışverişe yolluyorum sonra. Yoldan gelenin önüne yemek çıkartmadan olmaz. Oğlum, ne bu heyecan, bu telaş diye sorsam yeridir kendime. Ya Rana… Mıymıy’ın kızgın bakışlarındaki yoğunluk artmış gibi geliyor bana ya, aldırmıyorum. O hep böyle baktı bana. Hakan eli kolu market poşetleriyle dolu, kapıda bitiyor az sonra. Kız için ayırdığımız odayı havalandırdık, çarşaflarını da değiştirdik. Başka? Bir buket çiçek de mi koysaydık odasına. Yok deve!

Hakan öğlene doğru çıktı. Büşra’yı yeni açılan alışveriş merkezinde arkadaşlarıyla buluşması için götüreceğine söz vermişti, işine de gelmişti keratanın. Kızı almak için bahane düşünmesine gerek kalmamıştı. İşin rast gidiyor ha, diye dalga geçmiştim. Aman abi ya, demişti utanarak. Akşamüstü kızı alacak, belki deniz kenarında bir çay içmeye götürecek, ardından da bana bırakacaktı. Allah var, akşamı dar ettim. Oda oda gezinip, Rana’nın geride bıraktığı boşlukların artık o kadar da boş görünmediklerini fark edip şaşırdım. Daha çok Rana’nın beğenisi olan eşya çokluğuna bakıp, neden bunları götürmemişti ki yanında diye meraklanıp, bir kısmından kurtulmanın işe yarayıp yaramayacağını düşündüm. Akşamın yaklaşmakta olduğunu görüp panikle mutfağa attım kendimi. Kıymalı makarna, salata ve anne tarifi yalancı Çerkez tavuğu. Fena olmadı.  Mutfak penceresinden bir içeri girip bir dışarı çıkıp duran Mıymıy’ın huzursuzluğunu görmezden geldim. Nihayet kapı.

Çok da hevesli görünmemeye çalışarak açtım kapıyı. Sıkılan gülümseyen Hakan’ın hemen yanındaydı. Utangaç bir gülümseyişle bakıyordu. Nazikçe buyur ettim onları içeri. Davetsiz misafirimin gözlerine bakar bakmaz düşünmekten kendimi alamadım: Ya Rana….


Mel’un Renk




15 Haziran 2015 Pazartesi

AĞAÇ OKULU



yaralı kuşlar için mahfel
yağmurun doldurduğu karınca yuvası
yangın yeriydi, koynunda kışladım

boynun nasıl da tuz kokuyordur şimdi
nasıl da ağrıyordur
geceleyin kıvırıp başının altına koyduğun kolun
kimse bilmiyor ensene değip geçen rüzgârdan başka:
gövden, anlamı ararken kaybolduğum harf ormanı

sahi, sabah mıydın
ağzının içinde daha yeni uyanmış incir
yıllanmış birer kazak gibi sürtünce kemiklerimiz
divan altı, pencere kafesi, defter süsü
bir kuyunun dizlerinde eskiyen çocukluğum
ilk mezunlarını vermiş bir ağaç mıydın yoksa
dalların gökyüzünün suretini çizerken toprağa

sepilenmiş derinin tavıyla öp beni, tuzla
koynuma yaklaştır nardan sızan kırmızıyı
beni tarlanın boynunu büken güneşe inandır

kısa kesilmiş aşkın bahçe kokan saçları
dünyanın nefesi donuvermiş yüzünde
sırtından başladım seni ezberlemeye
yokluğunu sesinden tanıdım
içimde gezinip durdu zamanın yabani adamları

hasret koydum
uzak denizlere baka baka doğurduğum çocuğun adını

Kahverengi