24 Temmuz 2014 Perşembe

Pembe ve Yalın

Pembe kiraza düşkün, yalın ise Pembe’ye: Ama uzaktan görüyorlar birbirlerini, Yalın, olduğu yerde çarpılıyor yıldırımlarla ve kentin bütün elektrik sistemi aniden çöküveriyor. Kale’ de karşılaşıyorlar bunlar.
Günlerden Cuma. Kentin tüm köylerinden, kasaba ve ilçelerinden, ünlüsünü farklısını, ucuzunu fahişini -olmazsa olmaz fahişelerini-, tatlı patatesini yahut domates olmadı biberini, bolca hıyarını ama, sarı ve mor mintanlı olanlarını hem de…
Keçi ve koyunların sütlerinden üretileni, değerli olan neyi varsa işte onu, bulduğunu kapan insanların, gıcır gıcır ford minibüslere sıkış tepiş doluşarak, umduğuyla değiştirmek için bulduklarını, o nedenle kurdukları pazar yerinde rastlaşıveriyorlar…

Hâlbuki kimse kiraz getirmeyi akıl edememiş ki pazarlık niyetine. Pembe belki bu yüzden, belki annesinin siparişi nedeniyle, illaki de bulması gerektiğinden şalvarlık kumaşları, onun da kiraz desenlisini arıyor ortalık yerde.
Bütün bir sıra boyunca dolaştıkça içinden, “kiraz olsunda artık, nasıl olursa olsun”, diyor.
Arıyor aranıyor: Kırıta salına, kalçalarını bir kaldırıp bir indirerekten, bir o yana -çınar ağacının gölgesinden sakınmadan geçerek, bir de bu yana dağıtarak iyice -topuklu ayakkabılarından olsa gerek-, bolca, maviyi, boncuk yapıp dağılarak etrafında, şakıyıp bazı pazarcılarla bi’de, bazılarının yüreklerini de arkasına katarak, hoplatarak dolanıyor.
İki dirhem, bir çekirdek: Bir Cuma pazarında, esnafın yüreği böyle hoplatıldığında, fiyatlar anında düşer, alan ve satan arasında, kıran kırana bir mücadele başlar derler borsada. Ah o gözler pembede, akıl canın yongasına takılı kaldığında… Sonra Pembe’nin geçtiği yerlere bir alıcı hücumu başlar ki… arada kalanın canı böylece çıkar.
Buna, Eli işte, gözü oynaşta’ derler: Yalın, parmak uçlarını yeni terlemiş bıyıklarını burmak için uğraşırken yakaladığında,  Pembe bütün bir Pazar yerini karıştırmış, don satıcısından, sebze, meyve ve helva üreticisine, ne kadar tezgâh varsa artık, fiyatlarını ucuzlatmış, tuhafiye hizasına, tam da Yalın’ın, kendini bir kazık gibi hissettiği yere doğru, ilerlemekteydi.
İşte ne olduysa zaten, o zaman oldu: Birden bire, Kale’nin kenar mahallelerini sessiz sedasız paylaşan, ne kadar coşkulu ve oynak esmeri varsa; “palesi, şoparı, at arabacısı, faytoncusu, falcısı, bohçacısı, ama en çok da gürültücüsü, ellerinde siniler, ay çekirdekleri, darbukalar, klarnetler, alçak perdeden kemanlar, kemaniler, çalgıcılar ve geri getiresiceler” yetmedi mi?.
Al sana dümbelekçiler, el çırpıcıları, caba atıcıları, takı asıcıları, çığırtkanı, davulcusu, rakıcısı, mezecisi, pilav pişiricisi, dev kazanları, oynak havaları, neşeli dansları, sağdıcı, eltisi, dünürü, halayı, düğünü eşliğinde, aniden doluşuverdiler Karantina’nın açık ama oldukça da küçük gazinolarından birine.

Çengiler, halaycılar, dansözler, ah o  yeni yetmeler… Sonra Tepeköy’ ün ileri gelenleri… Köçekler elbet, köşede sakız çiğneyenler ve ağzında asla bakla ıslanmayanlar… İri yarı dört çingenenin getirip, gazinonun dört bir köşesinde bulunan çam ağaçlarına astıkları dev “şoparlörler”den yayılan, “Tepsi de tepsi fındıklar, Ayşe’de Veli agayı gıdıklar”, şarkısının incecik sözlerine, kıvrak namelerinin büyüsüne ve havasına dayanamayıp, düğüne icab etmişler, Pembe’yi Yalın’a, kirazı da olması gereken yere, yakınlarda kahvesi bulunan, Coşkunun bahçesine yakıştırıvermişlerdi.
Adet yerini bulmuş, Yalın’ın da başı, dillere destan bir şopar düğünüyle, evciliğe bağlanmış idi artık…
Görünen oydu ki, kiraz dudakta, dudak Yalın’da eriyecekti bundan böyle.
Gelinliğin incecik beline sarılmış, üzerine altın paralar iliştirilmiş, kırk düğümlü, esnek ama Kıpkırmızı kuşağın, bütün anlatabildiği de buydu düğüne katılanlara…


ÜçRenk Beyaz




15 Temmuz 2014 Salı

İÇİMDEKİ ESİR MEKTUP

     
Bırak bir omzun hep açıkta kalsın
Çekiştirme bluzunun yakasını
Bütün mahremiyetin, dağınıklığın, susturulmuş yalnızlığın
                                                 aksın omzunun gölgesinde.

Yadsıma dudaklarımın cesaretini
Bir yer bırak bana saçının tentesinde
O uçsuz boğaz köprüsünde gezineyim.

Mutluluğun acıya çalan köklerinden sıyrılalım
Bir düğün şarkısı çalayım sana,
Kuralım şenlik kemerlerini
Ve açalım artık sessizliğin perdesini.

Kuşku yok sakatlanmış ruhumda
Sabahın seherini karşılıyorum
Gökyüzü biraz dumanlı
Bir nefes çekiyorum, içimde tanyelleri.

Duvarlar boyunca gölgeler,
Gittikçe eskiyen bedenlerimizin yaşam kanıtı
Aksaklığımızın yansıması
Aynalardan daha gerçek.

Yelkenleri rüzgar tutmayan bir gemide seni düşünüyorum,
                                                     kokunu duyumsuyorum.
Koku görüntüye özdeştir, ter ve esrar gibi
Başım dönüyor.

Şarkılarım yetmiyor dudaklarını ıslatmaya
Bir bardak su koyuyorum başucuna
Sen yutkunamıyorsun
Düğümler benim boğazımda.


Devirli sayılar gibi yalnızlık… 

Siyah Eskisi


5 Temmuz 2014 Cumartesi

HALLENMELER- KÜKÜRTTEN ATEŞE


Gözlerime inanamıyorum. İnanmıyorum. Gördüklerimin benimle bir alakası yok. Sizinle... burada… beş yüz dokuz milyon dokuz yüz elli bin yedi yüz on beş kilometre karenin, milyonda birinde. Tesadüf mü? Böyle söylemeyelim. Bırakalım, olasılığın iç yanıltıcı hesapları onların olsun. Daha nice şeydir ki, bırakın onların olsun. Biz, şu an’a düşen heyecanı dindirmeyelim yeter. Hatta bir arpa boyu daha yol almayalım. Bildiklerimizle doyurmayalım aklımızı, uğuldasın. Uğuldasın sokaklar ve caddelerin meydanlara varmayan hali. Sizinle… orada… dudaklarıma inanamıyorum. Öpmek, eylemlerin en şiddetlisiyken, kalabalığın gökyüzüne karışması yedi onda iki. Lütfen, sen sakınıver devirli yalnızlıkları hepsi bu…

                                                                                                                     -DEĞİL,

Üstelik hatırı sayılır bir kabahattir de cumartesi günleri. Yani umudu ya da bir dostu düşürenler kadar muadilidir sağ kalmanın. Her boyutta uysallaşandır. Elmayı dişleyende o dur, inciri yeşerten de. Bizi böyle geçmişten gelme bir sesle çağıran:

- Tanımak iki keredir

- Tanımak, iki kere.

İşte o yalnızca bir cumartesidir. Her cumartesinin kollarına uyanan bir cumartesi sesidir. İrkilmesi veya incinmesidir. Kulaklarıma inanamıyorum. Duyduklarım, yaşlı bir tuafiyecinin kaybolmayan mezurası kadar sihirli. Bu biraz da bir cumartesi hırsızının ilgisizliği

                                                                                                               - DEĞİL Mİ?


Sizinle… Belkide… güneşin gerindiği, denizin durulduğu bir sabahçı kahvesinde. -Hepimiz yaşadık biraz. Belki müthiş bir unutuluş halinde. Birkaç gereksiz sözün yine de bir sese olan gereksiniminde. Düz ya da dalgalı bir gezintide. -Uzaktan uzağa… Meteliksiz çocukların bit pazarlarını kurcalayan gölgesinde. Belki dalgın, belki dağılmış bir şenlikte. Tesiri yok bu yorgunluğun. Yok, Kırıştırmıyorum sizi biriyle. Bazen aşkın ne olmadığını karıştırıyorum hepsi bu – değil. Sizinle…

Kemik