27 Aralık 2011 Salı

UMUTKAN



Yakın çekim hasretin hala

Hala en sık kullandığım kelime gibi yakınsın bana.
Konuşsak.
Görüşmesek. De.
Durmadan eski günlerden bahseden anılar vardır
ve morluğu geçmeyen saflıklarımız.
Boş vermeyen umutlarımız. Da.

Eski defterlerde
pişmanlığın harfleri dans eder durmadan.

Susacak bir şey kalmadı artık
seni özlüyorum.



Bozkır


                                                                 Giorgio de Chirico 

19 Aralık 2011 Pazartesi

ANLATICININ ANLATISI

Sevgi Aydın’a…

Bin ölünün gözünü taşıyorum; sırtım etten küfe! Mezarlıklar yaşayanlar için, bense kentlerde dolaşıyorum. Gözler iki çentik gibi; doğum ve ölüm... Ve biliyorum ki görmek göz Tanrısının sahip olduğu tek zulüm!

Çürümüş binalar ve eriyen ağaçlar arasından geçiyorum. Pencerelerde yoğun apse akışı var. Merdivenlerse dolgu gibi duruyor. Oraya ait olmayan bir aitlik gibiler… O basamaklarda yürüyen insanları görüyorum; adımları başkalığa yürüyüş…  Ağaçlarsa mevsim yorgunu; bir çiçeklik canları var. Toprağa değil de kefene gömülmüş gibiler. Bu bahar değil olsa olsa öğütlenilmiş bir çürüyüş.

             Bu gözlerin her biri yuvalarından sürülmüş. İtilmişler bir çukurdan öteye. Bense sırtladığım boşluğa yüklüyorum her birini. Bazen çığlık niyetine yaşlar dökülür.  Tiz yaşlar işitilir yanağın sağında ve solundaki ceninlerde. Bazen görüşten de derin uçurumlar büyür. O anlarda –ne muazzam bir görüntüdür o- nesnelerin boşluğunda öznesiz düşüşler sayıklanır.  Bazense beyazında kör çöller kaybolur…

            Küfemi ilk görenler korkuyla bir yerlere kaçışırlar. Tepeleme yığılan her göz onlar için korkunun ta kendisidir. Gözlerden bir dağ taşıdığımı düşünenler de olur. Ki onlar ne de şanslıdırlar bence; çünkü görülenin ardına ufalanıp süpürülmüş yarını görürler. Diğerleriyse sadece gözlere bakarlar. Onlarsa gördükleri her gözle korkmak için bahaneler yaratırlar. Tanrısıdırlar kendi cehaletlerinin…

            Bazen küfeden düşer gözler. O anlarda yolu ve amacımı unutup düşeni yakalamaya girişirim. Bedensiz olduklarından daha rahat kaçarlar. Bir beden kadar yorucu bir şey yoktur bir göz için. Aslında her göz diğerinin yalanını onaylar. Düşen gözlerin de zaafı budur. Hangisi ne yöne kaçarsa diğerleri de o yöne doğru sürüklenirler. Bekledikleri bir umuttur. Diledikleri ölümlü bir bedene sığınmaktır o anda. Bense buna gülerim sadece. Neden mi? Çünkü o gözlerin hepsi görülene kaçarlar. Bense görünmeyen bir amaçla kovalarım onları.

            Küfeme alışanlar içinse bu durum son derece doğaldır. Çünkü taşıdığım onların gözleridir. Oyulmuş, boş deliklerle uzun uzun bakarlar bana. O an onların boşluğu olurum. Yadırgamam bu durumu. Bazen biri yanıma gelip birkaç dakikalığına gözüne dokunmak istediğini belirtir. Ellerine almak bile yeterlidir onun için. Bu isteği sırtımdakilerden de ağır olduğundan cevapsızca uzaklaşırım oradan. Çünkü bazı soruların ve isteklerin yolu cevabın yolundan daha karanlıktır.

            Bunlar gözlerinden soyunmuş insanlardır. Görmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü bu dünya üzerinde görülecek bir şey kalmamıştır. Anlatılanlar, telkin edilenler yeterlidir onlar için. Bilirler ki kendi gözleriyle görecekleri anlatılarının zihinlerinde küfür olarak yer eder. Farklı bir şey görecek olsalar hemen dışlanacaklardır. Bu yüzden Anlatıcıları gözlerini oyup karanlık bir dünyada onları kendi istekleri doğrultusunda aydınlatırlar. Fazla ışık hiçbir zaman iyi değildir. Çünkü o ışık bir süre sonra kör edecektir onları. Anlatıcılar da bunu çok iyi bildiklerinden ışığı kendi istekleri ekseninde yönlendirirler.

            Gözleri oyulmayanlarsa –yani kendi gözleriyle görenlerse- büyük bir suçun içindedirler. Onlar kendi cümlelerini kurarlar; umarım kimsenin başına böyle bir kötülük gelmez. Onlar, Anlatıcıların anlattıklarına şüpheyle bakarlar. Derler ki, taşıdığımız bu gözlerle görülen neden anlatılmasın? Ve yasada geçmeyen bir suçu daha işlerler. Yani yasaya girmeyecek bir cümleyi zikrederler. Bundan daha büyük bir suç hayal edemiyorum.

            Gözleri oyulmayanlar ile oyulanlar arasında büyük bir fark vardır. Oyulanlar bir yalanın içinde icat edilirler ki bu doğru olandır. Çünkü Anlatıcıların onların yerine görüp söyledikleri her şey onlar içindir. Gözleri oyulmayanlarsa yeni gerçekler icat ederler. Bu da kendi yalanlarının ispatıdır aslında. Mesela, Anlatılar’dan birinin işlediği bir suç gözleri oyulanlara anlatılınca ne kadar da masum bir hal alır. Artık insan öldürmek, bir şey çalmak veya yasaklamak bir çocuk oyunudur. Oysa gözleri oyulmayanlar için bu durum korkunç haldir. Konuşup, dile getirmeye çalışmaları boşunadır. Çünkü gözleri oyulanların Anlatıcıları suçu işlemezden evvel kelimelerini hazırlamışlardır. Bir rivayet gibi ortada dolaşan ve masum olduklarını ispatlayan belgeler seslerinden uzun uzun dinlenilir. Gözleri oyulmayanlarsa artık masum bir insan olan Anlatıcıları suçladıkları için yeni bir suçun içinde bulurlar kendilerini.

            Suçlamak için de çok uğraşmaz Anlatıcılar. Çünkü Anlatıcılara, Anlayanların dediklerini aynen uygularlar. Anlatıcılara anlatanlaraysa başkaları anlatır. Böylesine derin bir anlatışın neresi yalan olabilir ki?  

Ve ben… Bin ölünün gözünü taşıyorum; sırtım etten küfe. Oyulmuş gözlerime doldurulan cümlelerden başka bir şey göremiyorum. Ve bu cümleler Anlatıcıların sesleriyle bezeli. O Anlatıcılar ki hepsi kutsal birer nesnedir. İnanıyorum ki artık Tanrı’ya ihtiyacımız yoktur. Tek dileğimiz Tanrı’nın sözlerini taşıyan bu Anlatıcıların Tanrı’yı anlatmak adına susturdukları Tanrı’yı bize bir daha anlatmamalarıdır. Bu Anlatıcılar sayesindedir ki artık Tanrı’nın bir ideoloji olduğunu da görebiliyoruz!  

Kafkarengi

                                                                Erik Johansson

12 Aralık 2011 Pazartesi

UNUTTUĞUN

Gemilerin omurgası demirdendir,

yataklarını kimse sermez sana.



Kaç uykun var günlerce dağılmış,

kaç sevdan var, anıları sende kalmış…



Çaldığın o kapıları, başkaları açacak;

“Bu sevdam mı? Benim mi?” diyeceksin…



O senin, unuttuğun olacak;

Gemiler kalkacak sende.



O sularda dağılmış,

anılara ağlayacaksın.


Leylak

                                                                      Mabel Alvarez

8 Aralık 2011 Perşembe

RÜYA



Sabah güneşinin salına salına yayılan taze ışıkları, kırmızı perdelerin kapladığı pencereden kızıl yansımalarla odaya dolduğunda, yazı masasının başında uykusuzluktan ve umutsuzluktan dağılmış bir yüzle karşılaştılar. Dağılmış yüz, bütün gece uğraşıp tek bir satır bile yazamamanın verdiği üzüntü ve öfkeyle masadan kalkıp odanın içinde kızgın adımlarla dolaşmaya başlayınca da bunu seyretmeyi pek eğlenceli bulmadıkları için hemen önlerinde, artık hiçbir işe yaramadığını düşünen ve bu kederli haliyle gökyüzünde bir başına ne yapacağına karar vermeye çalışan yaşlı bir bulutun ardına saklanıp onun zavallı varlığına anlam kattılar. Genç yazar, yüzünde taşıdığı derin hayal kırıklığının ve umutsuzluğun keskin izleriyle bir süre daha odanın içinde dolaştıktan sonra kendini yatağına adeta bir ölü gibi bırakıverdi ve kızarmış gözlerini tavana dikip en az yüzü kadar dağınık düşüncelerini toparlamaya çalıştı bir süre. Ama hiçbir şey düşünemiyordu şimdi; tüm benliğini saran hastalıklı bir tutku onu yavaş yavaş eritiyor, yok ediyordu. Az sonra da yatağa uzanan her uykusuz insan gibi plansızca uykuya daldı ve bir rüya gördü...
Serin bir akşamüstü sevgilisiyle birlikte kalabalık bir caddede yürüyorlardı. İnsanlar neşeyle birbirleriyle konuşuyor, gülüşüyor, tanrının onlara bahşettiği öncesiz ve sonrasız bir mutluluğu tadıyorlardı. Sokaklarda bayram havası vardı. Herkes hiç olmadığı kadar mutlu, hiç hak etmediği kadar şanslıydı o akşam. Tuhaf, tatlı bir huzur vardı içinde. Serin rüzgar saçlarını okşuyor, yüreğini yaşama sevinciyle dolduruyordu. Sevgilisi, yanında neşeyle yürüyor, bir şeyler anlatıyor, bazen önüne geçip boynuna sarılıyor, bazen koşarak onu geride bırakıyordu. Havuz kenarında toplanmış kuşları seyretti bir süre: Çocuklar ellerinde yiyeceklerle sevinç çığlıkları atarak kuşlara doğru koşuyor, onların korkup havalanmasıyla yüzlerinde beliren coşku ve heyecan onu da şenlendiriyordu. “ne güzel!” diyordu içinden, “bir hayatın varlığını birden bire keşfetmek ve ona saygı duymak ne güzel! keşke hep saklasam bu anı içimde, saklasam ve yaşadığım her ana bu büyüyü fısıldasam.”

Yürüyordu... İçinde tuhaf bir huzur vardı... Rüzgar saçlarını okşuyordu... Sonra tuhaf bir şey oldu.

Hiçbir duygunun çağrıştırmadığı, daha önce tasarlanmamış, hatta akıldan bile geçirilmemiş bir düşünce, bütün karşı koymalara rağmen gelip beynine yerleşiverdi. Bunun nasıl olduğunu anlamamıştı ama çekimine kapılmaktan da kendini alamıyordu. Yanında yürüyen sevgilisine döndü, vereceği tepkiyi hesaplayarak, ihtiyatlı bir sesle, “ben İstanbul’a gidiyorum.” dedi. Sevgilisi hiç şaşırmamıştı. “paran var mı?” diye sordu sadece. “sadece yol param var.” dedi. “acele edersem akşam otobüsüne yetişirim.” sonra telaşla koşmaya başladı. Az önceki tuhaf huzur yerini anlamsız bir coşkuya bırakmıştı. Terminale kadar koştu. Yazıhane kapısının önünde biraz soluklandıktan sonra hırsla içeri girdi ve cebindeki bütün parayı çıkarıp İstanbul için bir bilet istedi.

Güneş az önce batmış, alçakgönüllü bir alacakaranlık sessizce çöküvermişti şehrin üzerine. Yazıhaneden çıktı, otobüsün beklediği yere gitti. Ama bir tuhaflık vardı. Bineceği araç bir İstanbul otobüsü için fazla eski görünüyordu. Uzak şehirlerin kenar ilçelerine yolcu taşıyan, zamanın ve yolların gazabına uğramış otobüslerin acıklı hali vardı üzerinde. “Çok yalnız olmalı!” diye geçirdi içinden. Sonra, yüzünde çalışılmış bir tebessümle arka kapıdan usulca içeri süzüldü ve aynı anda boğuk bir gürültüyle hareket etti otobüs.

Otobüse bindiğinde bütün koltukların dolu olduğunu, tek bir boş yerin bile olmadığını gördü. Bu, hoş görüp geçiştirebileceği bir aksaklık değildi, ama biraz ileride ona tuhaf bir ilgiyle bakan muavinle göz göze geldiğinde bir şey sormaktan çekindiğini fark ederek elleriyle her iki yanındaki arkalıklara sıkı sıkıya tutunup beklemeye başladı. Az önceki alacakaranlık yerini öfkeli bir karanlığa bırakmış, hızla kat edilen yolun üzerine tedirgin edici bir iştahla çökmeye başlamıştı. Biraz sonra otobüsün ortasından tuhaf bir uğultu yükselmeye başladı ve çok geçmeden bütün koltukları sardı. Az öncesine kadar adeta ölüm sessizliğiyle oturan yolcular şimdi birbirleriyle konuşuyor, gülüşüyor, birinin sözünü bir başkası tamamlıyor, kahkahalar arka koltuklardan önlere, oradan da bütün otobüse yayılıyordu.

Dehşetle fark etti: bu insanların hepsi birbirini tanıyordu!

Dahası kırk yıllık dost, ahbap akrabaydılar sanki. Bir düğün kalabalığının ortasında unutulmuş bir çocuk gibi şaşkın şaşkın çevresine bakıyor, bütün bu kaynaşma ve gürültü ona kimsesizliğini ve çaresizliğini haykırıyordu. Bütün vücudundan tuhaf bir ürperti geçti, korumaya çalıştığı soğukkanlılığı yerini amansız bir paniğe bıraktı. Aynı anda da verdiği kararı sorgulamaya başladı. İstanbul’a niye gidiyordu şimdi? durduk yerde bu anlamsız fikre nasıl kapılabilmişti? Üstelik daha önce oraya hiç gitmemişti. Ne birini tanır ne de bir yer bilirdi orada. Her şeyden önce cebinde beş parası yoktu. Otobüs gece yarısı İstanbul’da olacak ve o bilmediği bu şehirde beş parasız ve yabancı, kalakalacaktı. Ne güzel yürüyordu sevgilisiyle. Serin bir akşam rüzgarı yüzünü okşuyor, havuz kenarlarındaki kuşları ve çocukları seyrediyordu neşeyle. Hem sevgilisi niye bir şey söylememiş, karşı çıkmamıştı bu aptalca fikre? sanki çok olağan bir şeymiş gibi hemen kabullenivermişti bunu.

İçinde sevgilisine karşı derin bir nefret duydu bir an. Muavin hala tuhaf bir ilgiyle süzüyordu onu. Otobüsten bir an önce inmesi gerektiğini düşündü. Çünkü geldiği yolu yürüyerek dönmesi gerekecekti. Korkuyla muavinin yanına yaklaştı ve kendisinin bile tanıyamadığı ürkek bir fısıltıyla, “ben vazgeçtim.” dedi. “otobüsten inmek istiyorum.” muavin, elimden bir şey gelmez demek ister gibi kollarını iki yana açtı ve başıyla şoförü gösterdi.

Şoförün yanına giderken bir yandan da, “acaba paramı geri verirler mi?”, diye düşünüyordu. Usulca yanına yaklaştı, kulağına eğilerek muavine söylediği şeyleri tekrar etti. Şoför, yüzünde yapma bir tebessümle başını çevirdi ve “tabii ki inebilirsiniz.” dedi. “yarım saat ilerde bir mola yeri var. Orada sizi bırakabiliriz.” panikle, “hayır” dedi. “belki de şimdi inersem benim için çok geç olmaz, zira kat edilen yolu yürüyerek dönmem gerekecek.” Şoför bir şey söylemedi, yüz metre ilerde otobüsü sağa çekerek durdurdu ve kapıyı açıp, “buyurun!” dedi.

Ne kadar da kolay olmuştu. Bir tarafları onu zorla alıkoyacaklarını, bırakmayacaklarını düşünüyordu. Oysa hiç sorun çıkarmamışlardı. Basamaklardan inerken durdu ve her şeyin çok kolay olmasının verdiği rahatlıkla şoföre dönüp, “acaba paramı da geri alabilir miyim?” diye sordu. Şoför, “tabii” dedi, “elbette alabilirsiniz. Siz şimdi bize adresinizi verin, biz bileti size postalayalım. Biletle birlikte yazıhaneye gittiğinizde paranızı iade ederler.” yüzünde derin bir hayal kırıklığıyla teşekkür edip indi aşağıya ve otobüs aynı boğuk gürültüyle karanlığa karıştı.

Gökyüzünde tek bir yıldız yoktu. Zifiri karanlığın içinde dönüş yolunda yürümeye başladı. Uzaktan rüzgarın çığlıklarına karışan köpek seslerini duyuyor, çevresini saran ıssızlığın ortasında tedirgin yüreğini biraz rahatlatacak küçük teselliler arıyordu. Ama etrafta ne bir insan ne de herhangi bir yerleşime dair bir belirti vardı. Köpek sesleri her adımda biraz daha yakından duyuluyor, önce giysilerini sonra derisini ve ardından bütün organlarını sarıyordu sanki. Korkmaya başladı. Bir süre yürüdükten sonra bir köpek sürüsüyle karşılaştı. köpekler delici bakışlarıyla tuhaf hırıltılar çıkarıyor, anlamsız bir öfkeyle ağızlarından salyalar saça saça havlıyorlardı. Paniğe kapılmadan yanlarından geçmeyi başardı. Ama şimdi her yandan geliyordu sesler. Terden sırılsıklam olmuş, korumaya çalıştığı soğukkanlılığı cam gibi dağılmıştı. Biraz ilerde yeni bir köpek sürüsü gördü. Gergin bir ip gibi geçti yanlarından. Ama artık dizlerinin bağı çözülmüş, yürümekte güçlük çekiyor , yaşadığı panik nefes almasını bile zorlaştırıyordu.

Uzun ve gergin bir yürüyüşün ardından uzaktan cılız ışıkları görünen bir köye yaklaştığını fark etti. İki köylü kadın yolun kenarına oturmuş karanlıkta örgülerini örüyorlar, yanlarındaki küçük bir erkek çocuğu ise elinde salladığı sopasını durmadan köpeğinin kafasına kafasına vuruyordu. Adamın yanlarına yaklaştığını fark eden köylü kadınlardan biri ayağa kalktı, şaşırtıcı bir çeviklikle tam karşısına geçti ve yabancı yüzünde beliren tuhaf bir ifadeyle, “bütün kuşlar gitti.” dedi. “geriye sadece köpekler kaldı!”

Gözlerini açtığında hemen hareket etmedi, tavanı seyretti bir süre. Ne kadar uyumuş olabileceğini tahmin etmeye çalıştı ama hiçbir fikri yoktu. Odaya güneş ışıkları girmediğine göre vakit öğleyi çoktan geçmiş olmalıydı. Yatağında yavaşça doğruldu, ayaklarını yere sarkıtıp oturdu. Ellerini saçlarının arasına gezdirdi bir süre. Kafasına takılan bir şey olduğunu hissetti ama bir türlü onu bulup çıkaramadı oradan. Ayağa kalktı, kırmızı perdeleri aralayıp gökyüzüne baktı. Yaşlı bir bulut, yüzünde onun göremeyeceği bir sevinçle kahramanca sallanıyordu orada. Odada dolaşmaya başladı. “amma derin uyumuşum!” diye söylendi yüksek sesle. “rüya bile görmemişim.” bir sigara yaktı, sıkıntıyla içmeye başladı. Biliyordu. Kaçınılmazı daha fazla ertelemenin bir anlamı yoktu. Gözlerini yavaşça yazı masasına çevirdi. Tiksintiyle buruşturdu yüzünü. “ne lanet!” diye söylendi yine yüksek sesle. “bunu hak etmek için ne yaptım?” sonra bezgin bir tavırla ayaklarını sürüye sürüye masanın yanına gitti, isteksizce sandalyeyi çekip oturdu. Dirsekleri masaya dayalı, kafası ellerinin arasında uzun süre düşündü. Yaşlı bir bulut bütün heybetiyle ona bakıyordu.





Kafasını kaldırdığında gözlerinde tuhaf, şeytani bir pırıltı vardı...


Şatov Grisi




                                                                        Turuncu