24 Ağustos 2012 Cuma

GEÇERKEN SARF EDİLMİŞ BİRKAÇ SÖZ




Haklıydın. Yaşamak, geçip gitmelerle sınırlı bir yolculukmuş.

Bazı bedenlerden,

bazı kalplerden,

bazı hayatlardan geçmek. Geçmek ve gitmek.

Ellerim söz’den kuşandığım entarinin eteklerinde, geçiyorum senden.

Sevdiğin ve seni seven ne varsa, her birine tek tek değerek…

Haklıydın!

Geçmek ve gitmek var yalnızca.

Ama unutmuşsun besbelli: bazı hayatlardan geçmek kutsaldır.

Haklıyım.


Üçrenk Kırmızı 




                                                                       Man Ray

15 Ağustos 2012 Çarşamba

BİRKAÇ RENK

gülümsemeden uzak bir dudak buruşu bu. bütünüyle glümsemeden uzak.
yarım ağız kahkahalara özlemli yazım ağız selamlaşmalar. yaşamının
yansımasını gözleri devralmışken istemsiz, ötekine bakıyor ısrarla.
öteki dinlerken dolu ağız gözlerini, zaman zaman duvarın gözleriyle
karşılaşıyor.

-öyle ki; yorgunluğum göz boyu. yorgunluğum göz bebeklerime bulaştı.
dingin bir epidemik bu...

ötekinin kahveye bulanmış çatalını kavrayan pembemsi-siyah elleri
bakıyor durgun, koyu kahve kirpiklerin çırpınışlarına. ve ardından
kaçamak bakışlarla yine duvara...

-sanki hiç olmamış bir yaşantının içinde çocukluğumdayım. düşlerimde
annem ve ben. gerçek ise oldukça karmaşık. bir de o mavi var tabi,
belki de yeşil. getirmedi bana rengini... tahminlerim renk ahenk!

sessizliğin yorucu dinginliğinde dış seslere açılan algıların kapıları
ve yapılan seçimlerle belirlenen renklerin saniyelik dostluğu. ve yine
ardından gelen renk arayışları.

-benim rengim nedir biliyordum. şimdi farkındalıklarım yer değiştirdi
-ben değiştirdim sırasını- ve renklerim soldu, gözlerim kor oldu
yansısız, kirpiklerim döndü benim. peki ya senin ?

öteki durmaksızın dinliyordu, yorulmadan, sıkılmadan, bıkmadan beyaz
küçük minik kaşığını evirip çevirerek...yarım kalan di-yaloglar içinde
tepeler üzerinden yapılan özet atlamalarla kısa dolaylı mutsuz
bilgiler edinmenin huzursuzluğu dudaklarından kaydı, içinde bir
yerlere düştü. yuvarlandı, yuvalandı...

-ve sonra ay'ın çok, yıldızlarınsa aslında "tek" olduğunun farkına
vardım kabul edilenin tersine...

öylesine hoş bir hüznün açık kahve ile buluşması maviye delaletti.
kırmızı aldı başını gitti. mavi geceye sarıldı, güne küstü. siyah yek
siyah kaldı; gecesi ve gündüzü tutarlıydı. ardından sarı
çığırtkanlaşınca ve kahveler bitince dağıldılar yek pare. bir yerlerde
bir kelebek o anda kanat çırpmış olmalıydı...

-yüzümdeki ince pembe renkleri farkettin mi?

her gecemiz günümüz farklı farklı masallarla...

(mina'ya)



üç ton kara
                                          

Gustav Klimt

11 Ağustos 2012 Cumartesi

İKİNCİ EL MEKTUPLAR



Üzerime iki beden büyük gelen gri keten paltom ile içinde yaşlandıkça küçülen bedenim, seri hareketlerim, botumun fermuarını çekerkenki yoruluşum yıldırmıyordu beni. Apartmanın indikçe çoğalan merdivenlerinden hızlıca inmemi de  engellemiyordu.  Ara sıra soluklanmak zorunda olduğum apartmanın koridorunda durarak, sabah dokuz akşam altı mesaisi misali, posta kutusunu seyrediyorum. Rutin bir şey değil yaptığım dedim ya, arada sıra da işte.  Posta kutusuna konulmuş birkaç zarfı atıyorum cebime soluk soluğa o kadar.  Sonra bakkala uğrayıp kıpkırmızı olmuş suratımla –soğuktandır- havası vererek muhabbete koyuluyorum.

Yazları sıcak ve kurak, kışları yağmurlu ve endamsız bir yüzüm var aslında. O sırada gözlerim apartmanımızın giriş kapısında. Fatura aşırdığım hiç olmadı ama nadiren apartmandaki  gençlere gelen dergilerden birkaçını da aldığım oluyordu. Yalan tabii, aslında apartmanların geleni gideni bile benden sorulur. Necip Fazıl apartmanını kıskanırım en çok.  Adından değil de sarışın bi kadının, yarı çıplak girip çıktığından apartmana, bazen de insan çalasım gelir ama bu yaşımda mümkün olmadığından ben de evladiyelik ürünlerle yetinmek zorunda kalıyorum. 

Bakkaldan çıkıp evime doğru ilerlerken apartmandan dört numaradaki Nazmi Bey çıkyor. Ne kadar da dertli gözüküyor adam oysa o tam bir iç savaşçı. Evdekilere de eminim huzur vermiyordur. Geçtiğimiz aylarda uzak bir adresten mektup geldi ona; mektubun dışında, apartmanda oturmayan birinin adı ve daire numarası yazılıydı. İçinden kendiisine hitaben yazılmış bir mektup çıktı.  Bazen postacıyla karşılaştığımızda sorardı -bu kim, yine yanlış mı gelmiş- gibisinden.  Sonradan anladım ki  şifreli mektuplar ona geliyormuş.  Zaten bir o,  bir de ben bekliyoruz; demiri pas tutmuş, posta kutusunu.   Boşanamayan astsubay bir adam,  üzülürdüm karısının çabalarına. Bazen merak ederdim acaba Nazmi Bey, ne yazıyor, diğer kadına nasıl hitap ediyor? Tükenmez kalemle mi, dolma kalemle mi yazıyor? Kokular sürüyor mu mektuplarına? Çünkü ona gelen mektuplar el yazısı, divit kalemle yazılmış oluyordu. Sanki bir kaç şehir öteden değil de çok yol almış bir mektup havası taşıyordu. Onun mektuplarını okuduktan sonra birkaç gün kendime gelemiyor hatta kendime cevap yazdığım bile oluyordu.  Bir sonraki mektupta sanki benim yazdıklarıma cevaben yazılmış satırlar da okuyor,  seviniyordum;  bana yazmış gibi.  Dört gözle bekliyordum postacanın gelmesini.  Evet zaten bana yazılıyor bunlar aslına bakarsan, ben bir mektup yazacak olsam; ilk ağızdan, denizdeki kimsesiz bir sandalın kıyıya vurmaya niyetli yosununun içinde, kendi kendine üreyen bir su solucanına yazardım. Öyle bakma, ne anlarım mektuptan.

Bir de on dört numaradaki Nevres Hanım var. Emekli olduğunu biliyorum ama oturupta muhabbet etmişliğim yok.  Onun mektupları ise yurt dışından gelirdi. Renkli zarflar, bazen içinden yabancı sözlerle yazılmış aşk cümleleri olurdu. Yabancı dil bildiğimden değil ama içeriğin ahengi bakımından öyle duruyordu. Onun tam tamına on mektubunu aldım. Bir kısmını hiçbir zarar vermeden geri koydum. Postacıya şikayet etmeye başlamıştı. Sonra apartman toplantısında yönetici, bu konuya da değinerek kilitli posta kutuları yaptıracağını söyledi ama hala ortak kutuyu kullanıyoruz. Bakkal Selami’den şüphelendim acaba anladı mı diye, ama yok; o bilmiyordu, bu konu hakkında bir şey. Bu durumu anlayabilecek bir tek kişi vardı o da evime temizliğe gelen karımın yakın ahbaplarından birinin yardımcısı. O anlamış olabilirdi. Bazen ona bütün para verirdim; mark, dolar. Dışarıya pek çıkmadığımdan param olmazdı. Nevres Hanım‘ın yurt dışından gelen mektuplarından, yabancı paralar çıkardı. Onları aşırırdım sonra. Zaten para koymayı da bıraktılar. Nevres Hanım da selamı sabahı kesti herkesle.  Ardından bir dedikodu yayıldı, ağızımı bile açmadığım halde. Bizim yardımcı Nevres Hanım, şeymiş de adamlar ona yabancı para karşılığı aman ya, daha neler. Kadın hep aynı yeri temizler dururdu evde. Onun yapacağı işler değil, temiz namuslu mahalle kadını o. Ramazan vaktinin geldiğini ondan anlardım. Karşı camiye bakan pencereyi, dört kez üstüste silerdi. Mübarek kadın kendisi.

Apartmana girerken yine kutuya göz atıyorum yeni bir şeyler var mı diye, öğleden sonra da bazen uğruyor postacılar, tahmin ettiğim gibi iki numaradaki Selma Hanım‘ın oğlundan bir zarf var, tam cebime atacakken Nazmi Bey geri dönüyor ardımdan apartmana ve “ne var, ne yok Kemal Bey” diyor. Elimdeki onca yığın kağıt dökülüyor yere. Onları toplarken laflıyoruz. Laf arasında “kes şu sakalları” diyerek gülüyor, “kelin merhemi olsa” diyorum içimden, anlamıyor.  Selma Hanım‘a gelen mektubu da alıp kapılarının önüne bırakıyor, zili çalıyorum, Selma Hanım mektubu görünce seviniyor ve iyi günler diliyor.  Hızla merdivenlerden çıkıyorum evime doğru, iki numaranın zarfından çıkanları kaçırmış olsam da en azından yan apartmandaki Adnan Beylerin kızından gelen, üzerinde –görüldü- damgası bulunan bir zarfın hikayesiyle başbaşa kalacağım için mutlu oluyorum. Evime çıkıp okuma masama yerleşmek  için  mektupları adımlıyorum.

ŞemsAzure 
                                                                        ŞemsAzure