22 Aralık 2015 Salı

BU SABAH UYANMADIM

3. GÜN

Kader bugün kısa bir süreliğine uyandı. Bir inleme sesi duydum önce. Yaralarının acısını artık hissetmeye başladı sanırım. Epey canı yanıyor olmalı. Bir hastabakıcı geldi yanına kontrol edip gitti. Doktor sabah kontrolüne geldiğinde kendinde değildi henüz. Ağrı kesicinin dozunu değiştirdi sanırım. Şu sıralar tekrar gelecek. Benim de koluma bağlı olan şeyi değiştirdi. Yüzüme doğru eğildiğinde bıyıklarına sinmiş sigara kokusunu aldım. Gerçekten kötü kokuyormuş. Uyanır uyanmaz bunu ona söyleyeceğim. Hasret amca bir türlü uyanamadı benim gibi… Acaba dışarıda kimler var? Orada beklemek burada beklemekten daha zordur eminim. Kızımın haberi olmasa bari çok üzülür… Eğer buradan nefes alır halde çıkamazsam ne kadar çok şey eksik kalacak… Hangi insan bu dünyada hiçbir işinin kalmadığını düşünmüştür ki? Bildiğim bir tek Einstein var. Muhtemelen milyarlarca aptalın içinde yaşamaktan sıkıldığı için tedaviyi reddedip maskara olmadan ölmeyi tercih etmiştir.
Hep ölmek için çok genç olunmaz ki… Ama 20 yaşındayken ölüme bu kadar yaklaşsaydım farklı düşünürdüm çünkü o zamanlar yapmam gereken daha çok şey vardı şimdi ise zaten bir çoğunu yapamayacağımı biliyorum. 90’lı yıllarda Levi’s pantolonlar çok moda olmuştu. 501 modeli herkesin kıçındayken cevval tekstilcilerimiz her kaliteden ve farklı kalıplardan sahtelerini yapınca, bir anda çarşı pazar her taraf Levi’s oldu. Taklit olanların bariz anlaşılanları ve bilinmeyen marka kotların adı “amele” oldu. Böylece sınıfsal ayrımcılık ülkemizde kendini lale bahçesindeki osuruk ağacı gibi belli etmeye başlamıştı. Sonrasında her şey maddi ederi ile değer bulmaya başladı. Arkadaşlarımın arasında bu pantolon uğruna hırsızlık yapanlar, yemeden içmeden para biriktirenler bile oldu. Bu markayla birlikte diğer reklamı yapılan meşhur markalarda varoşlarda çok rağbet görmeye başladı. Parayla satın alınabilecek şeylerin insanın değerini artırması genel olarak insanları çok mutlu etti çünkü kültür, terbiye, usul ve adap parayla alınamıyordu ve parayı kazanmak daha kolaydı. Daha seksenli yılların kaosundan yeni kurtulmuşken, çağ atlayan Türk gençliği aslında kapitalizmin ağına düştüğünün hala farkında değil. Benim bu durumu sallamıyor olmam o dönem arkadaşlarımın sohbetlerinden çok sıkılmama neden oldu. Eğer yokluk çekiyor olmasaydım ve daha önemli ihtiyaçlarım için kazandığım parayı harcamak zorunda olmasaydım belki ben de onlardan biri olabilirdim. Ama o zamanın Gültepesinde delikanlı olmak, etilerde oturan zengin bir kız tavlayabilmekti… Kahve türü yerlerden hiç hoşlanmadığım için bilardo salonunun açılması beni çok memnun etmişti. Hala batak nasıl oynanır bilmem… Bir de çoban çizmeler moda olmuştu. O zamanlar bu çizmeden giymeyen yoktur heralde. Şimdi biri giyse herkes güler palyaço diye. Ama o zaman için bu domuz burunlu, halka tokalı çizmeler bir fenomen haline gelmişti. Tabii ki ben alamamıştım. O sıralar babamın gençlik arkadaşı rahmetli Ali Amca’nın oğluyla çok iyi arkadaştık. Her gün okul çıkışı eve gidip üstümü değişir sonra ayakkabı dükkanına giderdim. Ayakkabı yapmayı orada öğrendim. O dükkan hala duruyor… Çoban çizme alamıyor olmak beni fazlasıyla yaralayınca giydiğim kahverengi botları çoban çizmeye dönüştürmeye karar verdim. Bu benim için bir projeydi aslında çünkü çoban çizme giymek istememe rağmen o iğrenç domuz burnu istemiyordum. Ayakkabıcı arkadaşımla beraber, botlarımı tamamen söküp, sayasını oksford denilen yuvarlak burunlu kalıba çektik. Siyah renge çevirdik, güzel bir taban ve tok sesli ökçeler çaktık ve nihayet tokasını da taktıktan sonra yuvarlak burunlu ilk çoban çizmeyi yaptık. Şaşkın bakışların ve “nereden aldın” sorularını cevaplamanın verdiği keyifle o botlar parçalanana kadar giydim.

Bir de o zamanlar, babamın yürütmeye çalıştığı 1976 model Ford minibüsün gençliğimi yediği zamanlardır. Bu minibüsle ilgili en büyük paradoks, eski olmasıyla birlikte, servis aracı olması ve dolayısıyla her sabah saat 06:00’da marşına bastığında çalışma şartı ve hafta içi her gün 300 km yol yapma gerekliliğiydi. Üzerinde kaç bin kilometrede olduğu bilinmeyen 57 beygirlik dizel motoruyla ekmek teknemiz olan bu minibüs, babamın, hala hayran olduğum mekanik bilgisiyle ve feda ettiğimiz hafta sonlarında yaptığımız ilginç uygulamalarla, döneminin ötesinde donanımlara sahip olmuştu. Okul taşıtlarında sürgülü kapılar olmadığı dönemde, §zorunlu olan otomatik kapılar, kilit mekanizmasına takılan marş otomatiği ve kapıyı açıp kapamaya yarayan bir kolla yapılırdı. Bu kol el freninin yanındadır ve orta kapının içerden açma kolu söküldüğünden, kapı tamamen sürücünün kontrolündedir. Ancak zırt pırt bozulan o lanet olası marş otomatiği yüzünden bazı günler 24 tane çocuğa tek tek kapı açmak zorunluluğu doğabilir. Bir de işin kötü tarafı o zamanlar genellikle arabaların el freni tutmadığından (bizimkinin tuttuğunu hiç görmedim) kontağı kapatıp, arabayı vitese takıp olmadı tekeri kaldırıma yaslayıp, kaymayacağından emin olunduktan sonra inip orta kapıyı açıp, çocuğu indirip sonra tekrar dönüp 100 metre sonra aynı işlemi tekrar etmek zorunda kalınırdı. Bu durumdan çok sıkılan babamla birlikte bir hafta sonu bu mekanizmanın tamamen mekanik olanını yaptık. Marş otomatiği iptal edildi ve iki kademeli kol ile önce kilit sonra kapı açılıyordu. Sonraki haftasonundan itibaren babamın servis arkadaşlarının hepsinin arabasına aynı mekanizmadan yaptık, kimseden de tek kuruş almadı. Babamın zorunluluktan doğan icatları bu kadar değildi tabi. Aşırı yükten dolayı silkeleme yapan şanzumanın altına travers, yaz sıcaklarında sürekli hararet yapan motorun radyatörü önüne davlumbaz, orijinal fren sisteminde olmayan vakum pompası ilavesiyle fren pedalında inanılmaz yumuşama, polyesterden kendi yaptığı kalıba döktüğü yüksek tavan gibi birçok önemli buluşu benim sonraki yaşamımı çok kolaylaştırmıştır. Hala da rahat durmaz. Şu an kullandığı 1990 model kartalda elektrikli bagaj kapağı var mesela. Eğer şöför değil de mühendis olsaydı eminim adını buradan başka yerlere de yazdırırdı.

Her tarafımda o kadar çok zımbırtı bağlı ki, en başta şu nefes almam için ağzıma takılı olan şeyden çok rahatsızım. Bedenimde bana ait olmayan bir şeylerle yaşamak o kadar sıkıcı ki, zamanında sırf bu rahatsızlık yüzünden diş protezlerimi çıkarttırmayı düşünmüştüm. Ezdiğim adam ne oldu acaba? Büyük ihtimal onu öldürdüm. Beni almaya geldiklerinde arabanın altında biri olduğunu bilmiyorlardı. Tanrım! O ses!... Bir bedenin parçalanma sesi! Normal şartlarda duymamış olmama rağmen her kemiğinin kırılış şekli ve sesi zihnimde yankılanıyor. Bunu aklımdan atmam çok uzun yıllar sürecek. Zeynep bunu görmeseydi iyi olurdu. Bu sahne onun aklından da ömür boyu çıkmayacak.
Bu odaların en büyük eksikliği müzik olmaması. Bence insanları hayatta tutmak için müzik çok iyi bir yöntem olur. Mesela şu an shakira şarkı söylemeye başlasa kesin bir yerimi kıpırdatırım. 3 gün devam etsinler waka waka dansı yaparak çıkmazsam sonraki yaşamımda sirkte bisiklete binen ayı olayım!


Nar Çiçeği





14 Aralık 2015 Pazartesi

HAİKU / YARA

Sessizliğimde, zincirlenmiş bir
köpek havlıyor.
Boynundaki yaralar, tasmasından değil.
Sahibi uzaklaşıyor.


Dilrengi





9 Aralık 2015 Çarşamba

AH FATE



İlkbaharda sararıp soluyorsun Fate, düşüyorsun dalından. Haydi! Fate söylemesen de biliyorum ben; çok sevdin sen.

Küçüksün! Fate daha çok Küçüksün. Küçücüksün, seni bırakıp gittiğinde de küçüktün. Onu beklediğinde de, hatta sabah ezandan önce doğup, avuç açıp dua ettiğinde de… Sonra o avucu yaşla doldururken de küçüktün.

Konuşmak istiyorsun Fate, kelimeler ağzında kuruyor. Dur ben anlatayım Fate!

Kalkıp gittin ona, sardın onu. Öyle kocaman… O da sardı seni, hatta öyle bir sardı ki kemiklerin çıt dedi. Hani ayı yavrusunu severek öldürürmüş ya… Ayı misali sarıp sevdiniz birbirinizi...

Tuttunuz ellerinden birbirinizin, rüzgârı da alıp arkanıza, koştunuz yokuş aşağı. Bir de o yokuşu çıkmak var Fate...

Çocuksunuz. Öyle masumsunuz ki… Öpüyor seni, bir kelebeğin ömrü uzuyor Fate...

Hatırlıyor musun? Gelip alırdı seni okuldan. Fazla vaktiniz olmazdı. Doğuramazdınız çocuğunuzu, doyamazdınız sevmeye.

Hani bir de dürüm alırdınız. Sen hemen eve çıkardın, vakit olmazdı oturup yemeye.
Sen eve çıkınca o da pencerenin karşı caddesine geçerdi. Sen pencerede yerdin, o karşı caddede. Doğru ya nasıl sevdiniz öyle dar vakitte?

Bir keresinde seni masada bırakıp 10 dakikaya geliyorum dedi. Bekledin, bayağı sonra nefesi kesik kesik geldi. Çiçekçi çiçekçi gezmiş, lale almış sana. Öyle basitinden de değil ha, beyazından... Ah Fate! Beyaz laleden başka çiçek mi yok sevecek, bir de karın ortasında... Ne de mutlu oldun, yüzün yeşerdi Fate. Lalen ters dönmesin mezarlarda; o da sevdi seni Fate...

Yağmurda sicim sicim ıslanır, koca harflerle şarkılar söylerdiniz. Bir de o ıslanmışlıkla sarardınız birbirinizi kocaman... Küçüğüm derdi sana; oysa kendi de küçüktü Fate... Biliyorum, şimdi ben konuşurken kulağında yankılanıyor parçalar. Ah Fate! Gözünde çiselemesin, yaşları durdur bi Fate.


Öyle birden çok sevince daha fazla sevemedi o, ondan gitti. İnan… Bırak çocukluk sende kalsın Fate...



Gewr



                                  

4 Aralık 2015 Cuma

OYUN

Oyun başlayalı çok olmamıştı ben vardığımda ya da oyunun başlangıcıyla ortası arasında ayrımsanacak bir fark yoktu. Bu da handiyse aynı anlama geliyordu, benim gibi dışarıdan gelen bir yabancı için. Başlangıç, orta, sona yakın, başa yakın; hepsi aynıysa bunların; oyunu oyun kılan tek bir işaret kalıyordu geriye. Oyunun sonu. Sonu olsun ki ayırt edebilelim oyunu hayattan. Zaten yeni gelenler ayıramıyordu, oyunu oynayanlarla izleyenleri. Peki eski gelenler! Onlar…
Öyle ki herkes oynuyor sanılıyordu ilk bakışta. Bu farksızlık beni bile kuşkuya düşürmüştü önceleri. Oynuyor muydum, izliyor muydum? Yoksa izleniyor mu?  Görünüşte izliyordum, ama bazı oyuncuların bana karşı tavırlarında onların beni oyuncu olarak gördüklerini seziyordum. “Bir oyun” diyordum içimden, “sezgilerin öngördüğü ham hayaller üzerine inşa edilebilir mi?” ya da…
Peki ya izleniyor olmak! Bir öznenin gözbebeğinin arkasına düşen ters bir görüntü olmak! Ürkütücü olan izlenmek değildi elbet, eğer oyuna dâhil olduğuna eminsen. Korku kuşkunun bebeğiydi, en sığ oyunda bile. Keşke…
Herkes biliyordu oyunun sonunun “Bittiiii” bağrışıyla geldiğini. Ben de herkesin bildiğini biliyordum. Birisi bitti diye bağıracaktı; ama öyle az uz değil, çok bağıracaktı, boğazını yırtarak, ciğerlerini ağzına dayayarak, sırtıyla göğsünü birleştirerek. Bitti diye bağıran çıkmadığına göre oyun devam ediyor olmalıydı. Ne zaman başlamıştı oyun, soracak kimse olmadığı için bunu da bilemeyecektim. Oyun sırasında oyunculara oyun hakkında soru sormak yasaktı. Belki de oyundaki tek yasak buydu. Bir de oyun kelimesini alenen kullanmak, oyundan başka bir şey ima etsen bile…
Oyunun önceden belirlenmiş bir adı var mıydı? Kurallarının yazılı olduğu bir yer? Dışarıdan gelenleri sorgusuz sualsiz aralarına almalarına bakacak olursak onlar kuralların açık ve seçik olduğunu düşünüyor olmalıydılar. Benim de aynı sonuca ulaşacağıma inanıyorlardı belki de. Yoksa biri durur, bana oyunun kurallarını anlatırdı, hiçbir soru işaretine yer bırakmaksızın çizerdi sınırları. Koşuşturmaca sırasında oluşan kaostan yola çıkarak da birtakım sonuçlara varılabilirdi tabii ama; aynı koşuşturmadan soru işaretlerine de varılabilirdi. Demek ki emin olmak değildi oyunun amacı, kuşku duymak, kaygılanmak ve ürkmekti. Belki de…
Adı neydi oyunun? Körebe ile saklambaç arası bir görüntüsü vardı, adı körebaç olabilirdi pekâlâ. Bir ebe vardı, kaçışanlar. Ebenin gözleri hep bağlıydı, diğerleri hep kaçıyor, hep savruluyor, hep saklanıyordu.  Savrulanlar eninde sonunda saklanıyordu, saklananlar eninde sonunda intikam alıyorlardı. Bunu oyun öncesi hayatımdan biliyordum. Ebe yavaştı yürüyüşünde, ama sabırlıydı, vakurdu. Süre sınırının olmamasını sonuna kadar lehine kullanıyordu. Tüm deliklere giriyor, sokaktaki duvarlar boyunca değneğiyle dolanıyordu. Düşeyazdığı zaman bileyazıyordu, bileyazdığı zaman koşayazıyordu, koşayazdığında da yine düşeyazıyordu! Yakalanmamanın kurallarını herkes biliyordu ama en çok ebe biliyordu. Görünen oydu ki ebe sadece kuralların değil, kuralları koyan büyük zihnin art niyetinin de farkındaydı. Böylece etrafından dolanabiliyordu engellerle karşılaştığında. Oyunun yazılı olmayan kurallarının var olduğu söylentisi söylenti olarak kalmalıydı çünkü…
Bu yüzdendi ebelikten vazgeçmeyişi. Belki de ebeye mahsus bir yol açılıyordu oyunun başında. Ebe olsun, ebelikten zevk alsın, oyundan hemen caymasın diye. Öyleyse, bildiğim tüm diğer oyunların aksine, tüm oyuncuların ebe olmak için yarışmaları gerekmez miydi? Bilmek değilse neydi amaç? Oyunun tanımını yapamamak rahatsız etmiyorsa onları, nedendi bunca tantana, bunca gürültü, bunca kovalamaca birbiri ardına? Ebenin oyuna bakışı muhakkak farklı olmalıydı, çetin bir denizde ilerleyen ufak bir balıkçı kayığıyla devasa bir yük gemisi aynı olur muydu hiç?
Oyunun bildiklerimin dışında kuralları var mıydı yok muydu? Benden başka rahatsızlık duyan yoktu, anlaşılan. Benden başka oyunun bitmesini isteyen de yoktu. Oyunun bitmesini istemem bile yetti, oyuna dâhil olduğumu anlamam için. Herkes istiyordu ama belli etmiyordu, tıpkı benim gibi. Oyun, kendini oyunun parçası yaptığın anda başlıyordu. Parça olmak da bir işe yaramakla mümkündü. İşe yaramak, yani oyunda rol almak, oyunun sınırlarını kendi sınırların kabul etmek, kendi sınırlarını oyunun sınırlarına indirgemek. Sınır varsa sınırın ardı da vardır. Ya yoksa…
Oyun zevkliydi. Geniş bıyıklı, kocaman kulaklı, kır saçlı ebenin havada savrulan uzun değneğinden kaçarak sığındığım bu duvar dibinde kalbimin atışlarını dinlerken fark ettim bunu.  Belki ilk çağlardan kalma bir ölüm kalım savaşını andırdığı için, belki orta çağın şövalyelerine gönderme yaptığı için, belki de arkamızda kalan kaleye  –bir zamanlar orada yaşadığına inanılan güzel Godiva’ya– sırtımızı dayadığımız için, denizlerden gelen uzun soluklu meltemlere benzeyen içten bir serinlik vardı oyuncuların yüzlerinde. Bir de, evde kalmış yaşlı kızların memelerinin arasında, yaldızlı kâğıtlara sarılıp saklanılan kokulu sakızların, bir gün gelecek olan Don Juan kılıklı sevgiliye verileceğine dair umuttu oyuncuları hevesli yapan. Kim bilir…
Duvarın dibinde beklerken bir düdük sesi geldi sokağın göbeğe açılan geniş ağzından. Ebe, çıkardı gözünü bağlayan kızıl çaputu; herkes saklandığı yerden neşeyle çıktı, hoplaya zıplaya ilerlediler. Yolun bittiği yere, onlarca farklı tadın sunulacağı, hararetle hazırlanan dev sofraya yöneldiler. Öyle ki ben de koyuldum yola, bedenimi çevreleyen sele kapılarak, yanımda beliren her oyuncunun benimle aynı düşünceleri paylaştığını sezerek. Herkes bendi, ben herkes.  Kural yoktu, akıntı vardı. Akıntı karar veriyordu hıza ve ivmeye, akışın yönüne, yönelene ve yönelinene.
Kimse benden farklı değildi, ne benden üstün ne benden eksik. Hepimiz o eski kale kapısını geçip, aynı Marco Polo öyküsüne inanıp, aynı İndoçin tütsülerinin çıkardığı dumanı içimize çekerek düşmüştük bu yola, koyamasak bile başımızı. Ben baş koymağa mı geldim ki başkalarından böylesine bir diğerkâmlık bekliyorum? İntizar en büyük ayıbımdı, asla vazgeçemediğim. Vazgeçmeliydim ama! Hepimiz aynı eksiklik ve bilgisizlik kaygısıyla dâhil olmuştuk oyuna. Oyunun oyun olduğunu bile bile girdik içine, ne için olduğunu bilemesek bile. Belli ki oyunun ne için olduğunu içeriden görebilirdik ancak, her ne kadar içeride olduğumuzu asla bilemeyecek olsak da.  Madem muallaklıktan beslenen bir yargısızlıktı oyunu oyun kılan, mademki oyun oyuncuyu kuşkuda bıraktığı sürece oyundu, mademki oyun oyunculardan bağımsız bir akla sahipti, oyuncular yok olduğunda yok olan ve madem ki…
Hep birlikte yemeğe gittik, güle oynaya, kahkahalar atarak. Demek bir ara verilmişti yemek için ve düdük yemeğin işaretinin işaretiydi. Çünkü yemeğin işareti oyuncuların kolektif akıllarıydı ya da akıllarda yanan bir ışık, duyulan bir ses, karmaşık bir şebekenin bilinç gibi algılanmasının getirdiği kaçınılmaz yanılgı. O görülmeyen, hissedilmeyen, bilinmeyen güç; oyuncuların bireyler olarak akıl sır erdiremeyeceği ince sızı.  Ancak yine de birkaçı bir araya gelirse. O da belki, yani…
Yemek şendi, şakraktı, güzeldi. Oyuncular için oyundan başkası yoktu sanıyordum, ama var olduğunu öğrenmek sarsmadı beni. Belki de düdüğün keskin sesiydi beni rahatlatan. Rengin değiştiğinin, güneşin battığının, çocuğun uyandığının ilanı gibi bir ilandı bu, yaygarayı andıran. Düdük netti, bıçak gibiydi, yarım bırakmayacak kadar istikrarlıydı. Yemekten sonra düdük tekrar çaldı, oyun kaldığı yerden devam etsin diye herkes çabucak ayağa kalktı. Ebe, kızıl çaputunu taktı; maskesini kafasına geçirip performansına devam eden bir palyaço gibi. Oyuncular sağa sola koşuşturmaya başladılar, bayram sabahında hediye avına çıkan çocuklara taş çıkarırcasına. İyi ama hatırlamayacak mıydı ebe az önce kimin hangi delikten çıktığını? Yoksa bu da oyunun bir parçası mıydı?  Unutmak da oyunun bir parçasıysa, hatta şartıysa, neden oyunda olduğumuzu da unutup rahata ermiyorduk? Evet, evet öyle olmalıydı. Unutmalıydık. Her şeyi, herkesi unutmalıydık. Affetmeliydik bize kötülük yapanları ve acımalıydık onlara, kasabın koyuna acıması kadar ama… Sağ yanağımıza şamar atanlara sol yanağımızı… Ve hatta!
Yok ama; oyunda olduğumuzu unutursak oyunun dışını da unuturduk. Yani hayat ile oyun arasındaki çizgi kaybolurdu. Var mıydı öyle bir çizgi? İçimden bir ses “Geç kalıyorsun.” dedi. Koştum ve saklandım ilk bulduğum kovuğa. Yanımda bir çocuk belirdi, şirin mi şirin, parlak mı parlak, gözlerinde evrenin karmaşası. “Unut.” dedi bana. “Unut ki oyun hiç bitmesin, unut ki oyun hayatı taklit edeceğine hayat bir oyun olsun.” Çocuğun başını okşadım titreyen ellerimle. Geriye dönüp sokağa girdiğim kale kapısına baktım sanki kapının berisinde beni bekleyen bir şeyler varmış gibi. Çocuk “Sen de biliyorsun.” dedi. Uzaklara baktım anlamazlıktan gelerek. Oyun bitmeliydi yoksa her şeyin oyun olmasına katlanmak zorunda kalacaktım. Oyunun her şeyim olmasına dayanamayacağımı bilsem de…
Saklandığım yerden çıktım ve bağırdım. “Bittiiiiii!”, “Bittiiiiii!”. “Oyun bittiiiiiii!”. Ben böyle bağırınca tüm oyuncular yerlerinden çıktılar, şaşkın ya da pişman görünmüyorlardı. Olağan bir sonu karşılıyormuş gibi bir halleri de yoktu. Sonra ebeyi gördüm uzaktan ağır ağır bana doğru yaklaşan. Bir yandan da gözlerini kapayan çaputu çıkarmaya çalışıyordu. Yanıma vardığında açıktı gözleri, ışıl ışıl parıldayan ama gri bir sinsiliği derinlerde tuttuğunu da saklamayan.
Bir anda ne olduğunu anlamadan etrafım sarıldı. Diğer oyuncular ellerimi, kollarımı tuttular. Ebe; kızıl çaputu kafama sardı, gözlerimi kapadı, sıkı sıkı bağladı. Elime değneği zincirleyip kilit taktı. Sonra sesler duydum, çığlıklar, bayram coşkusunu anımsatan türküler.  Kaçışıyordu anlaşılan az önce elimi ayağımı tutan oyuncular.  Ben ne yapacağımı bilmeden kımıltısız durdum olduğum yerde. Beklediğim bir yönergeydi, bir sesti belki.  Nihayet geldi beklenilen, her bekleyene nasip olmayan. Usul usul üfledi kulağıma, okyanuslar üzerinde esen belli belirsiz bir yel gibi. Bir şey demedi ama ben anlamıştım anlamam gerekeni.
“Artık oyun sensin.” demişti titrek bir ses,   “Ne izleyensin ne de izlenilen. Oyunun ta kendisisin. Aramıza hoş geldin.”

  Lacivert 





30 Kasım 2015 Pazartesi

GECE MONOLOGLARI

Ölüleri aldatamazsınız. Bir kez bile.  Bakışlarında biriktirdiğin nefrettin sana yük oysa ölünün donuklaşan bakışları size korku ve endişe nakşeder.  Hata bazen yerinde olmayı dileyen bakışlar ölüye tebessüm ettirir. Bakışlarımızla   aramıza  aldığımız  o korkunun biricik nedeni  acaba  ben ne zaman öleceğim’’  dır. Gelecekte olacağımız son halimizi görmek bizi daha çok geçmişe mi bağlıyor dersin.  Yok, işte geçmişten başak gidecek bir yerimiz. Ölüm, diri bir anlam kazanınca baktığımız ilk yer hep orası değil mi?

Her gün bıkmadan usanmadan kendine bakıyorsun. Uyanışınla birlikte soluğu aldığın yer buharlı bir gaz odası değil mi? Hayatımız boyunca neredeyse hiç şaşmadığımız biricik alışkanlığımız tek nedeni bir türlü hafızamıza yer edinemeyen görüntümüz.

 Cilalı nesnenin karşısında beliren şeye bir hayranlık mı yoksa kendini hatırlamak mı pek anlayamadım?  İnsan kendini unutur mu dersin? Sanmam. Hiç düşündün mü kendi yüzümüzü neden hatırlamadığımızı hatta düşlemediğimizi. Tıpkı sesimiz gibi yüzümüze de yakın değiliz. Dokunarak da hissedemiyoruz. Ezber bir elin kulak, burun, dudak üzerinde geçişi sıradan ve özensiz. Birbirlerini yabancılayan kemiğimiz ve etimiz.

Bak burada her şey sihirli sanki. Cilalı nesneler hiç ihtiyaç duyulmamış gibi. Toprak nasıl da sıcak sac da kavrulmuş ılımaya bırakılmış kundak yatağı gibi. O yüzden burada her şey sıcak ve yakıcı.  Tıpkı öfkemiz gibi yakıcı.   Her gerilmede şaha kalkıyor öfke.  Bedenleri güneşin kavuruculuğunda nasıl da vahşileşiyor gördün mü?  Tıpkı gergin yayların ucundaki ok gibiler…

Kolun omzundan sarkıyor diye her şeyini kabul ettiğim anlamını çıkarmıyorsun değil mi?   Güneşin altında bir köpek gibisin, dilin dışarıda inliyorsun sürekli. Karşından bir ahtapota benziyorsun. Öyle ki, korkudan sarıldığını öldürebilirsin. Bunun adı aşk değil. Sevgi de değil. Bunun adı  ‘’ boşluk’’  dipsiz bir kuyun ucunda düşmekle düşmemek arasında kalmak.  Soluğumu kesiyorsun, aşkımı bu kadar zavallı görmen seni lekeliyor beni değil.
Bak saçlarımı ıslatıyorum şehvetle. Sense kuru ve yabansın.  Ellerinle kaldırıp fırlattığın o şey seni günahsız kılmıyor. İnadın o kadar ağırlaşmış ki, beynin koyduğu o kışkırtıcı yasaklar seni terletiyor. Bak! Parmak uçlarımda sızan terin toprağı ulaşıyor. Aman tanrım toprağı yaran senin tuzun mu?

 Sana öyle çengeller taktım ki fakında değilsin. Keşke beynin sana emanet ettiği o kuşkuluğun peşinde gitseydin de kollarıma atılmasaydın.  Soluğunun kesilmesinin nedeni ben değilim. Aşkla cenneti bir arada düşlediğin için bana sarılıyorsun. Bunu biliyorsun değil mi?
Bak bakalım ceplerinde ne ver. Yüzünü görmekte bu kadar istekli biri neden onun içine bakmıyor? Ürküyle bakma ban öyle.  Kendinden uzak düşmen için, seniokadar çok mahrem bilgiyle doldurdum ki.

Geceleri acıdan uzuyordu kirpiklerimiz  katran karası  saçlarımızın gölgesi göz kapaklarımıza düşerken, gözbebeklerimizden vuruluyorduk ansızın. Ergin  bir bakışla büyümüştük oracıkta.  Pembe gözlüklü düş  gezginleri,dünyalarına  haz  katmak  uğruna  kilometrelerce yol tepmişlerdi. Ne göreceklerini  bilmeden hem de. İnce narın parmakları arasında  tutuğu mercekle, sanki yeni keşiflerin peşindeydiler. Hesaba katmadıkları bir şey vardı. Güneş.  O kadar dik vuruyordu ki toprak bile yılgınlaşmıştı. Yanlışlıkla bir yere tutsa büyüteci, yakıp kör edecekti.  Bu kara topraklarda ne arıyorlardı? Uzakların büyüsü mü çekmişti onları dersin. Karşı kıyılardan duyulan her sese kulak kabartmak ne kadar doğruydu. Yanılgıları duydukları sesten mi yoksa uzaktaki bakışların zihni aldatmış olması mı? Kim bilir renkleri, derileri, farklı olması cazibeyi artırmıştı.  Pembe gözlüklerin çerçeveleri,  yüzlerini kapatmıştı. Sadece burun delikleri ve ufacık bir dudak boşluğu bırakmıştı.  Koku ve görme yetileri onlara yetiyordu anlaşılan.


 Buradaki evler birer ölü müzesi gibiydi.  Şimdiye kadar içeri giren olmadı hatta geçenlerde eşikten adımını yanlışlıkla öteye atmıştı ki kör bir baykuş kafasını gagalamaya başladı. Peşinden gelenler eşikten bakıp geçerken giyotine iki cümle söylemeden edemiyorlardı.

Oysa giyotin öyle güzel ışıldıyordu ki karşıdan, neredeyse boynumuzu gönüllü uzatacaktık. Alınlarımızdan biriken terin emekle hiç mi hiç ilgisi yoktu.   Burası çöldü ve yakıcıydı. Hayır, bütün neden tercihlerimizden kaynaklanıyordu. Bak şunlara nasıl kaçışıyorlar. İklime yabancılık feci bir şeydir. Baksana şuraya. Sürünerek palmiyelere doğru kaçıyorlar beyinleri daha fazla dayanamadı çölün iklimine.



Baksana buraya kölelerin elinde ki yaprakları gördün mü?  Biriyle gölge diğeriyle de rüzgâr estiriyorlar efendilerine.  Sence bunlar rüya görüyor mu?  Sanmıyorum. Hiç umudum yok.
Umut mu? Onlar için umut mu ediyorsun, ne için? Bilmiyorum, içimdeki şu şey bunu emrediyor sanki varlığımın amacını hatırlatıyor bana sürekli. Tek nedeni bu.


 Demek ki içimizde köle-efendi durumu var. İp kimin eline geçerse o cambaz oluyor. Biz en iyisi ziyaretçilerimiz için, buzul bir çağ dileyelim.

Soluksuz Gri






20 Kasım 2015 Cuma

SEVDA KADINI



Gönlümde yükselen celali bir isyanla başka hayatlara eğilmek, yaşamak adına yok olmak istiyorum. Ve seni geriye düşürüp gidiyorum.

Başka bir şehirde Arnavut kaldırımları çiğniyor, taş sokakları ezber ediyorum. Geceye yürüyorum. Zifiri bir sensizlik ile bezenmiş yatağa dönmeyi düşünürken birden duvarda ki yazılara tutuluyor gözüm, tutup bir yenisini de ben ekliyorum. ‘Sevda kokmalı devrim’ bir adam arkamda duruyor okuyor yazıyı, sevdamı çekip gidiyorum.

Ertesi gün öğrendim adının Mehmet olduğunu, uzun uzun konuştuk. Mehmet ile saçacağız yaşam tohumlarını, onunla kucaklıyorum umudu, tuttum elinden güneşe yürümek istiyorum.

Fakültelerimiz farklı olduğu için gündüzleri görüşemiyoruz. Akşamları hep birlikteyiz, yeni sevdalar edindim Mehmet’le… Bu akşam gazete dağıtacağız ben Mehmet ile gidiyorum ondan sonraki akşamlarda hep onunla gidiyorum. Elim de ki gazeteye ilişiyor gözlerim; resimler sen, manşetler sen, yazılar sen! Özlemin örülüşünü hücrelerimde hissediyorum.

Bu gün güneşten önce doğdum, derneğe gittim hemen yarına yürüyüş var. döviz hazırlayacağım elime alıyorum kalemi iki özgürlük cümlesinden sonra seni yazıyor, tüm kelimeleri durdurup seni yaşıyorum.

Biraz sonra Mehmet geliyor ‘’sevda kadını sevdan bu kadar mı? İki saate iki cümle’’ diye takılıyor. sende ölüyorum.

Ruhum bedenimden sıkılmış özgürleşmek istiyor. Derneğe gidip arkadaki odaya geçiyorum hemen, elime Erbane’mi alıyorum, Tom vuruyorum; sen! Bek; sen! Çep; sen! Erbane kadının sessiz çığlığıdır; ben vurdukça seni çığırıyor…

Bu gün hiç çıkmak istemiyorum yataktan hatta öyle ki okula gitmiyorum; derneğe geçtiğimde de akşam olmuş arkadaşlarla selamlaşıyor ve köşeme geçip oturuyorum. Mehmet te gelip oturuyor. Konuşmak istiyor lakin dilim tek bir harf için bile dönmek istemiyor. Viran diye başlıyor; daha sonra 29 harfin ikisini bile yan yana getirip tek kelime edemiyor.

Gecenin en çok içime işlediği saatlerde yolla çıkıyoruz. Hiç uyumuyorum tüm yol başım Mehmet’ in omzunda dışarıyı izliyorum. Şehirlerin geceyi yırtığını sanan budala lambalarına sövüyorum ‘dinleyin siz karanlığı aydınlatamıyorsunuz’. Sabahın ilk saatlerin de varıyoruz bir devrimi içine katan toprağa, Viran’ı artık saramayacak olan Viranşehir’e. Budala lambalar sönüyor birer birer… Bir gün güneş aydınlatacak biliyorum, güneşin çocuklarıyız biz, umut doluyorum. O sırada tülbendinin beyazı karalar bağlamış bir ana göruyor gözlerim, koşup sarılıyorum, ‘aydınlığımdı yavrum, karanlığa gömüldüm’ diyor. Dönüp güneşe bakıyorum, güneş çürüyor.



Karanlığa gömülen ananın sözleri yankılanıyor kulaklarımda, hüzün çiseliyor yüreğime, elimde patlıyor çaresizlik…

Atıyorum kendimi dışarı, yolda Mehmetlerle karşılaşıyorum ‘’sevda kadını haydi eyleme, alanlarda görelim sevdanı’’ diyor. Gidiyoruz.

Eylemden sonra Mehmet’le yürüdük biraz. ‘’Özgürlük derken kendinden geçiyorsun’’ diye takılıyor her zaman ki gibi.

Özgürlük derken kastım sen! O bilmiyor. Sarılıyorum ona sımsıkı, o son olduğunu da bilmiyor.

Yaşanmışlıklar ile sensizlik arasında yıllar var. Bitiriyorum, sevda kokmalı devrim.

Devrimi aşkta yapmaya geliyorum.


Gewr


15 Kasım 2015 Pazar

MERYEMİN KIRLANGIÇLARI

ne güzelsin, kırağı vurunca çatlamış bir meyve gibi
kim dokunmak istese, tuz içinde kalmış yara

bozkırı görünce terlemeye başlayan bir attan dinledin
ve çıplak tende dolaşan bir karıncadan

buzda yürüyen ölüler vardı adı unutulan dağlarda
otel odalarında birbirine karışmış bacaklar

incir yemekten kabarmış dudakların
tütün sarmaktan sararmış parmaklarınla

yağmur oluklarından aktı sabah, tohumlardan
avucunun içinde buruşturdun günün ömrünü

harımda yakılan ateşe baktın, karıkta kırılan suya
içinde kırıntılar biriktiren bir mobilya böceği

kırlangıçlar yuva yaptı karnına, alnına gün ışığı
koynunda uyuttun akşamdan yonttuğun oğlunu

ne güzelsin, yüzün çöl dili ve edebiyatı

göğsün bulutları eğittiğin dipsiz kuyu

Kahverengi




8 Kasım 2015 Pazar

BU SABAH UYANMADIM

2. Gün

Bir sevdaya saygı duyamayacak kadar uzak yaşıyoruz sevgiden. Burası cennetin lobisi gibi. Tüm dünyevi hazlardan yoksunuz. Maddi olarak hepimiz eşit durumdayız. Hesap zamanı dedikleri bunun gibi bir şey mi acaba? Bedensel olarak bir cesetten farkımız yok. Hiçbir yerimizi kıpırdatamıyoruz ve geçmişten başka düşünecek hiçbir şey yok elimizde. Yarın için plan yapamıyor olmak sıkıcı gelse de en azından yarın yapmam gereken şeyleri yapmadığım için çok geçerli bir mazeretim var. Hayatım boyunca yapmak istemediğim bir sürü şey için geçerli mazeretler buldum. Ergenlik dönemimde bununla ilgili zaman zaman komik duruma düşmüş olabilirim. Hiçbir şey hissetmeden yaşamak çok ilginç. Hayatımın bazı dönemleri, yeniden yaşamak istediğim deneyimleri hissetmeye çalışarak geçti. İlk Hürriyet’i öpmüştüm. Bu, adını kendinden çok sevdiğim kız, arzularımı dizginlemekte en çok zorlandığım kişidir. Onunla yaşadığım her saniyeyi yeniden hissetmeyi çok isterdim. Çok yaşlı sayılmam ama yaşlıların kaybettiği heyecanın nedeni, artık bir şeyleri ilk kez yaşama ihtimallerinin çok az olması sanırım. Bende her şeyi öğrenme heveslisi biri olarak bu heyecanları yaşıtlarımdan önce tükettim. Hürriyet’le ilk tanıştığımızda O’na kendisinde hoşlandığımı söyleyemeyecek kadar utangaçtım. İtiraf edeyim hala hoşlandığım birine bunu direk söyleyemem. Bu yüzden ilişkilerimin başlangıcı hep dolaylı yoldan bir şeyler anlatmaya çalışarak, sadece iki kelimeyi söyleyemediğim için binlerce kelime kullanarak geçmiştir. Her seferinde farklı bir strateji, farklı bir yaklaşım kullanarak, ezilmeden bu işi becerebilmek beni gururlandırırdı. Bu konudaki başarım siyasi kariyerimi de olumlu yönde etkileyebilirdi ama neyse ki siyasetle ilgim yok. Belki de arkadaşlarımın benden daha -yırtık- olmasının sebebi küçüklüğümde babamla fazla görüşememiş olmamdır. Kendisi sonrasında bunu fazlasıyla telafi etti ama her şey zamanında olmalı bence. Bana ne olmam gerektiğini hiç söylemeyen ama ne olmamam gerektiğini çok iyi kafama sokan babam, bugün burada yatmamdan sorumludur. Bunu bir suç olarak değil aksine gurur duyarak söylüyorum. Kaç kişinin cenazesinde insanlar hakkını gerçekten helal ediyor? Ya da kaç kişi sevmediği adamın cenazesine hakkını helal etmemek için gidiyor? Beni hayata ve insanlara karşı bu kadar sorumlu yetiştirmeseydi belki şu an burada yatıyor olmayacaktım. Erkek Pollyanna gibi davranmak istemem ama kendimle hesaplaşmak için şartların en müsait olduğu durumdayım. Bunu yapmayı uzun zamandır istiyordum ama hiç fırsat olmamıştı. Şimdi epeyce vaktim var sanırım ve kendimi acımasızca deşebilirim.

Ortaokulu bitirdiğimde epeyce büyümüş havasına girmiştim. O zamandan sonra her gün, bir önceki gün yaptıklarıma baktığımda “o zaman küçüktüm” diye avuttum kendimi. Liseye başladığım ilk gün seçtiğim bölümle ilgili yanlış karar verdiğimi anladım. Ama yine yanlış yapmış olmak beni şaşırtmadı ve kendimden nefret etmek için çok erkendi. Yanlış yapa yapa doğruları öğrenecektim ama böyle saçma bir öğrenme sistemi, -insanoğlunun aynı dönemde periyodik olarak aynı yanlışları tekrarlaması- bu kadar neslin ardından neden hala mükemmel varlıklar haline dönüşemediğimizi açıklıyor. Yani ergenlikte başlayan gerzeklik insan evrimini yavaşlatıyor. Lisenin ilk yılı o kadar verimsiz geçmişti ki, ikinci dönemi kapattığımda 8 tane zayıfım ve sıfır ilişkim olmuştu. Oysa ilk gün saatler süren sıkıcı törende sap gibi dikilirken tam tersini hayal etmiştim. İkinci yıl durumu lehime çevirmek için epeyce çaba harcadım. Sonuç 4 zayıf 2 ilişki olarak değişti ama sınıfta kaldım... Bu durumda 2 ilişki yaşayabilmek 1 yıla mal oldu. Sonrasında dönem içerisindeki ilişki sayısını artırıp en azından kaybedilen yıla değer olması üzerinde çalıştım. 3 yılım gitti... Zaten su tesisatçısı olmam beklenirken ben simyacı olmak istemiştim sonra baktım ben de öyle bir yetenek yok. Zaten ikisini de olamadım.

Hayatım boyunca içinden çıkamadığım maddi yokluk, aslında ne kadar varlığı zenginlik olarak gördüğümle alakalıydı. Ben epeyce hayalperest olduğum için hiçbir zenginlik benim için zenginlik değildi. Çünkü zengin olduklarını düşünen kişiler özgür değildi ve sürekli kendilerini ve paralarını korumaları gerekiyordu. Bu durumda bir yere yığılmış çokca para zenginlik olamazdı. Sürekli kazanç getiren ancak hayatından zaman almayan bir varlık zenginlik sayılırdı. Yani hayal ettiğim şey, yemyeşil bir bahçe içinde ayaklarımı uzatıp bir roman yazmaksa ve ben bunu yapabiliyorsam zengin sayılabilirdim. Aslında şu an Taksim’de ıslak hamburger yiyebilenler bile dünyanın en zengin insanları. Çocukluğumda yaptığım garip icatların sonraki yaşamımda bir gelir kaynağı olmasını hiç beklemedim ama o dönem içinde küçük getirileri oldu. Liseyi bitirdiğimde parlak bir ticari geçmişe sahip olmama rağmen sonrasında hiç başarılı olamadım. Bu o döneme özgü bir durum muydu acaba? O dönemde yaptıklarım veya aldığım kararların hepsinin yanlış olması bir tesadüf olamazdı. Sonrasında da “lan hangi yolu seçsem yanlış olacak nasılsa” deyip rastgele kararlar vermeye başlamakta hayatı çar çur ettiğim bir dönemdir. Bu dönem içinde evlenmiştim mesela… Her yıl benim doğum günümden iki gün önce evlilik yıldönümü kutlayan annem ve babamı çok kıskanıyorum. Başarısızlıklar listesine eklediğim her madde için oylama yapıp en salakça olanını seçmeyi düşünüyorum. Böylece toplamda en fazla ne kadar salak olabileceğimi ölçebilirim. Salaklık konusunda tutarlı bir başarı göstermek hiçbir ödülle şereflendirilmiyor oysa bende isterdim bir gün bana da -dünyanın en başarılı salağı nobeli- verilsin. Böylece nobel alan ikinci Türk olabilirdim. Salaklığın takdir edilmediği bir dünyada yaşamaktan nefret ediyorum!

Ben bunları düşünürken Hasret amca 3 kez daha ölemedi. O buradan sağlam çıkıpta ben çıkamazsam bana nobel vermeyen vallahi şerefsizdir…

Narçiçeği



30 Ekim 2015 Cuma

BELLEĞİN AĞULU GÜZ'Ü



" Birbirimizden ve de kendimizden uzaklaştığımızda ve böylece birbirimize yaklaştığımızda, fakat birbirimizden uzak..." M. Blanchot

                                        

                                                        I


                                        Ağu'su içe akıtılmış mey.



                                                      II
   

                                       Güzde bir yaprağın geçiciliği.


                                                      III


          Belleği duvarlara çarpa çarpa terbiye etmenin  sahte iç ferahlığı.


                                                        .


                                                .               .

                                             

                                                Ne etsem uzak,
                                                ne desem mecalsiz.
                                                Onca yol.
                                                Bunca yakın.
                                                Olmazdı. Olmadı.



Üçrenk Kırmızı







                                



21 Ekim 2015 Çarşamba

ESKİ BİR GÜLÜŞ

     
Yıllarca tek bir gülüşü, tek bir huzuru aradım. Kapalı bir oda içerisinde yılların yorgunluğu ile sessizce fark edilmeyi bekledim. Yüreğimde büyük mutluluklar saklayan biriyken tek bir gülümsemeye muhtaç bırakılmıştım. 

Oysa sizi en iyi ben bilirdim. Sevdiğin insana sarılırken gözbebeklerinin büyüdüğüne ben şahit olurdum, mutsuzken suratının asıklığına, şaşırmış bir insanın nasıl ağlarken gülüşmesine,  el ele tutuşurken kalbinin umursamaz çarpışına, ona bakar gibi bana bakıldığına, gizli tüm zamanlara, sadece şahit olmamı engellemek için hafızamdan çıkardığınız o kaçamak sigara içişlerine bile..Bazen en gizli dostunuz bazen alenen düşmanınız oluverirdim.

Bunca samimiyetin, arkadaşlığın arasında tek bir çocuk gülüşü kalmıştı hafızamda. Aradığı her ne ise o şeyi bende bulduğuna inanmıştım, kandırmıştı belki de. Uzun yıllar oldu,  yüzüme kimse gülümsemeyeli ta ki kapı ardına kadar açılana dek..

Uzun siyah saçlarını omzundan geriye doğru atarak dükkandan içeri girdi. Kapıyı aralar aralamaz tam kapı hizasına asılmış silindir şeklindeki süsler birbirleri ile dansa ederek adeta kuşları kıskandıracak sesler çıkarmaya yeltendiler. Bembeyaz teninin güneşe karşı çaresizliği apaçık ortadaydı. Uzun koyu yeşil elbisesini tam ortadan saran kahverengi kemeri aklımda kalan eksik sarılışları hatırlatıyordu. Yüzünde ise buruk bir umut yatıyordu, benim gibi.

Kuş cıvıltılarına koşan dükkan sahibi gülümseyerek selam verdi. Kapalı bir odadan gördüklerime anlam vermeye çalışıyor ancak seslerini bir türlü duyamıyordum. Ellerini sağa sola, öne arkaya oynatarak heyecanla bir şeyler anlatmaya başladı kadın. Dükkan sahibi bu heyecana mimikleriyle eşlik etmeyi tercih etti bir süre. Sonra adam eliyle kirli sakalını kaşıyarak bir iki saniye düşündü ve bir anda bana baktı. Öyle içim ürperdi ki gözlerimi kapatıp korktuğum karanlığa sığındım bir çocuk misali. Hem korkmuş hem de içten içe sahiplenilme isteği sarmıştı bir anda benliğimi.

Yavaşça sesler gelmeye başladı kulağıma.. Narin, ince bir ses beliriverdi odamın kapısının önünde. O ses küçük bir çocuğun sesindeki masumiyeti yıkmış ancak yerine özlem dolu bir ses getirmişti belli ki. Sonra kapı aralandı, gözlerim hala kapalı. Bir el yüzümü sevdi usulca, pamuk gibi bir el. Sakinleştim biraz, yavaşça yorgun gözlerimi araladım. Yanımda küçük bir kız çocuğu beliriverdi. Önce delicesine gülen ve bana sarılmak için delicesine çırpınan ancak boyu yetmediği için sonunda pes edip ağlayan. 

Anılar canlandı bir anda gözümde. Bir çocuk annesin eline hapsolmuş ellerini kurtarmaya çalışırken hıçkırıyordu. Yüzüme bakıp beni eski küçük bu dükkandan alıp kurtarmak isterken avazı çıktığı kadar bağırıyor. Atlamak, koşarak avuçlarında yaşamak hevesim depreşiyordu. Annesi onu susturmak için  nasırlı elleriyle bedenimi sarıp beni o küçücük şevkatli ellere bırakıvermişti. Başım dönesiye evrilip çevrilmiş sonunda göz göze geldiğimiz o an hiç hafızamdan silemediğim neşe dolu gülümseyişini bırakmıştı. Böylesine içten bir sevgiyle karşılaşınca ne yapacağımı şaşırmıştım elbette. Sonra tekrar sert nasırlı parmaklarını bedenime sürerek ait olduğumu düşündüğü yere koyuvermişti annesi, gittikçe yükselen çığlıklara aldanmadan,gözlerim bu kareyi hiç unutmamıştı. Doğru ya gözlerim hiçbir kareyi unutmazdı. Gözlerimi tamamen açtığımda çocuk gözümün önünde kaybolmuştu. Siyah uzun saçlı kadının hararetli anlatışlarında kendimi buldum bir anda.

‘İşte bu! Buldum onu’ diyordu. Evire çevire döndürdükten sonra sonunda yüz yüze gelmiştik. O an birkaç saniye belki de bir on yıl kadar dolaşan tüm sessizliği yaşadığımı hissettim. Hatırladı, hatırladım. 

Eski bir gülüşü gözlerime bırakan çocuk, yorgunluğumu almaya gelmişti. 


Sonbahar Sarısı






27 Eylül 2015 Pazar

YOKLUK BAHÇESİ

rüzgârla sevişmeyi düşlüyor elma ağacı, birkaç dalını
kurban vermeye çoktan hazır. gıcırdayan avlu kapısını
tıklatan gün ışığı, arıktan akan suyla birleşiyor. adını
söylüyorum, kaç defa, duvardan sarkan hevenklere
bakarken. yokluğun, toprağa saplanmış bir çapa gibi
duruyor gövdemde.

bir kere deneseydik keşke diyorum, eşikte biriken
karıncalara bakarak. bir kaya keleri taşlarda temizliyor
ayaklarını. yularından boşanmış bir at gibi geçiyor
zaman, birbirine değmeyen gölgelerimizin arasından.
uzakta, kıyısına hiç inmediğimiz bir denizde, birbirine
dolanan yosun oluyor parmaklarım.

kim bilir kaç yıldır başka bir şehirde uyanıyorum,
kargalar ve kargılarla beraber. boynunu büken
portakaldan dinliyorum ve yaprağıyla yüzünü örten
incirden. gözlerin gece vakti aniden sis çöken bir
gemi ormanı. bir kere dokunsaydım diyorum, uzun
yazlardan sonra yağmur yağmış gibi olurdu kente ve
güneşin doğmasını beklemezdik sabahın olması için.

gece bahçeye iniyor, yatıya kalacağı belli. tarhlarda bir
telaş. tedirgin çitlerin yalnızlığı, kabuğuna çekilen
salyangoz ve kuyu ağzında sallanıp duran paslı kova.
gidip geliyor kalbim, yüklü gidip boş dönen bir vagon
gibi. korkusuzluğu öğreniyor bir korkuluk, ara sıra
başını kaldırıp baktığı gökyüzünden.

hiç mi sevmedin diyorum, ay ışığı terini alırken alnının.

hayat, bükülmüş bir çivi gibi duruyor bir kenarda.


Kahverengi





31 Ağustos 2015 Pazartesi

KALP AĞILI

Susuyorsun yine
Gözlerini öyle fener alayına dikmiş, susuyorsun.
Aklının ucunda sallanan sözcükler,
Zaman hızlandıkça düşüyor birer birer.
Bir çocuk gibi, apansız.
Yaralı dizler gibi sızlıyor o zaman içim.

Hatırlar mısın?
Mavi bir gecede örmüştün saçlarımı.
Gece mavi, saçlarım siyah, ellerin beyazdı.
Kar yağmıştı sanki ellerine o gece.
Saçımdaki siyahı aldın akıttın içine.

Kirpiklerine tırmanıyorum durmadan.
Rüyan olamasamda, şahidin olayım istiyorum.
Içim rutubetleniyor.
Çiçekleri özlüyorum.
Ben seni tanımadan önce…
Aşka hep uzaktan baktım.
Görmedim menekşeyi, tanımadım moru.
Duyumsamadım böyle bir koku.
Bir göçebenin taşıdığı,
Ekilen ama biçilmeyen toprakların kokusu bu.
Çıplak dallarımla düştüm toprağına.
Senin derinin yaprakları,
                            kurumuş bir bedeni sarabilir.

Susuyorsun yine
Kutsanmış teninin içinde saklıyorsun nefesini.
Gözlerinde donuyor kelimeler.
Işte o zaman içimdeki ateş dans etmeye başlıyor.
Ritimlere uymadan…

Sevgilim…
Kalbimin çapağı.
Gözlerim dikilmiş geçtiğin yollara.
Donup kaldı bir kapı ağzında.
Hiç bir göz yaşı silemedi bu bekleyişi…

Düşürmedim seni kalbimden.
Göğsümde taşıdım.



Siyah Eskisi





17 Ağustos 2015 Pazartesi

BU SABAH UYANMADIM



1. GÜN

Sıkıcı bir odada uyandığımda gözlerimi bile açamadım. Sıkıcı olduğu sessizliğinden ve kokudan belli oluyordu. Cihazların sesini ayırt etmekte zorlandım önce. Toplam kaç cihazdan kaç farklı ses çıkıyordu? Kaçı bana bağlıydı? Burada kaç kişiydik? Tam olarak kestiremiyorum ama sanırım bir yoğun bakım odasındayım. Eski karım intihar etmeye kalktığında gördüğüm yoğun bakım odasına göre kafamda şekillendirmeye başladım. Penceresiz büyük bir oda. Her yer beyaz. Kapıdan girince sağlı sollu yatan hastalar garip aletlere bağlı yatıyorlar. Uyanık bile olsa kimsenin konuşmaya mecali yok. Ağzına takılan hortumlar yüzünden dudaklarının kenarları morarmış ve susuzluktan inleyen insanlar, burada geçmişte yaptıklarını sorgulayıp aslında ne yapmaları gerektiğini düşünüyorlar. Ve buradan bir çıkış varsa eğer, hemen hemen tüm yaşamları ve hayata bakışları değişecek. Muhtemelen öncelikle sevdiklerini daha çok sevecekler. Onları kaybetme korkusu daha da büyüyecek çünkü yaşamın sanıldığı kadar uzun olmadığı ve ölümün ne kadar hızlı ve umulmadık geldiğini daha iyi biliyor olacaklar. Kollarına ve bileklerine, çıkarıldığında bir süre daha izi kalan pis bez bantlardan yapıştırılmış. Serumlar ve iğneler için takılı duran aparatlar ellerimizin üstüne ve kollarımızın içine sabitlenmiş durumda. Sağ tarafımda, dün gece ders çalışmaya gittiği arkadaşının aşırı alkollü olması sebebiyle Saraçhane’de, Perşembe Pazarı’na dönüşteki bariyerle tanışanlardan biri var. İtfaiye ekipleri kızın kalan parçalarını ve gencin ölüsünü çıkarırken atılan çığlıklar, toplaşan meraklı insanlar, yanıp sönen ışıklar, kararan bir yaşamın burada makinalara bağlı yanımda yatarken “ulan şimdi ne olacak?” sorusunu neden dün sabah annesini ikna etmeye çalışırken değil de şimdi sorduğunu merak ediyor. Sadece kazanmaya odaklı oyunlar oynuyorduk hepimiz. 510 milyon kilometrekarelik oyun parkımız sırf eğlenceyle dolu değil. Az önce yanına gelen doktor, “tekrar yürüyebilir mi?” diye soran hemşireye “önce hayatta kalmasını sağlayalım, sonrasını o zaman düşünürüz” dedi. Kendinde olmamasına rağmen, bunu duyduğunu düşündüğüm kızın, şakaklarından süzülüp yastığının içinde kaybolan pişmanlığını görür gibiyim. Oysa şu an, bu steril yastık yerine bir çimenlikte uzanıp, hayallerini başının altına yastık yapıp, güneşe çevirdiği yüzünü kocaman bir gülümsemeyle dolduracaktı. Bu kızın adını Kader koydum. Karşımda yatan amca (hırıltılarından bir kaç saat önce kalp krizi geçirdiğini tahmin ediyorum) birde ona bağlı aletlerden daha değişik sesler çıkıyor. Benimkilere benziyor. “ne vardı o kadar içlenecek” diyor dışarıda bekleyen yakınları. Bak dayanamadı kalbi oğlunun acısına. “aslanım” dedi, “yiğidim” dedi. “erkek adam yapacak tabi” dedi. Oğlunun ölüsünü görmek. Oğlunun parçalanmış cesedinin başında kalp krizi geçirmek sürpriz bir tepki değil ki. O artık yaşasa bile kalan ömrünü hep kendini sorgulayıp her seferinde mahkûm ettiği mahkemelerde kendini idam ederek geçirecek. Bitmeyecek bir özlemin her gün, her dakika içini yaktığı bir hasret! Hasret amca az önce bu diyardan gitmeye karar verdi. Bir telaş oldu etrafta, ayak sesleri çoğaldı. Birileri geldi koşarak. Sanırım dört kişiydi. Hasret amcayı tekrar hayata döndürdüler. İyi de oldu çünkü makinalardan çıkan sesler tahammül edilir gibi değildi. Ben neden buradayım? Hep burada mıydım? Yoksa bende mi yeniyim? Evet hatırladım. Kimin olduğunu bilmediğim siyah kartalı duvarın dibine park ettim. Sürpriz yapmak için onların gelmesini bekliyordum. Uzaktan “Zeynep!” diye bağıran bir erkek sesi duydum… Sol tarafımdalardı... Sevgilisinin kolunda yürüyen Zeynep “abi” dedi. Arkasını bile dönmeye korkuyordu. Kaçsalar… Artık çok geç. Neredeyse on metre kalmıştı aralarında. Son bir bakışa yetecek zaman kalmıştı belki. Zeynep “seni çok seviyorum” der gibi baktı. Genç çocuksa “senin için ölürüm” der gibi... O gece, sevda uğruna en az bir kişi kurşun yiyecekti. Eli silahlı adamın kemikleri siyah kartalın altında çatırdamadan hemen önce… Üç el silah sesi geldi… İlki sağ koltuğun başlığını delip arka camdan çıktı. İkincisi omuzumu sıyırıp arka koltuğa saplandı. Üçüncüsü, tam göğsümün ortasında kaldı. Sanki olması gereken yere oturmuş bir parça gibiydi. Sadece. “ananı!” dedim… Başka bir şey söylemek için nefes alamadım. O kadar değişik ses var ki. Ama hepsi birbirine benziyor. Bekledikçe belirgin bir melodi çıkıyor ortaya ve ezberleniyor. Bir tanesinin sesi değişse ahenk bozuluyor. Bu sabit ve uzunlu kısalı -bip- seslerini bestelemeye çalışıyorum. Hasret amcaya bağlı olan cihazlar sıkça alarma geçiyor. Birileri koşuşturuyor tekrar sesler normale dönüyor. Hasret amca bugün altı kez öl(e)medi.

NarÇiçeği




4 Ağustos 2015 Salı

DEVEKUŞU

İkinci sayfa haberleri bunlar yırt at.

Koro: Gençler ölüyor

Durduk yere yapmazlar '' kuyruk sallamazsa''

Koro: Gençler ölüyor

Ne işi varmış orada gitmeseymiş!

Koro: Gençler ölüyor

Kanalı değiştir hanım, bak bakalım elenmiş mi bizim tuttuğumuz kız.

Koro: Gençler ölüyor

Tövbe tövbe en önde durmuş eksik etek, neymiş basın açıklamasıymış.

Koro: Gençler ölüyor

Dolar yükselmiş bak. '' Dolarımız mı var ki bey'' Sus kadın sana mı sordum dediği lafa bak.

Koro: Gençler ölüyor

Al okulu bitirdi kız ne oldu neymiş öğretmenmiş atanamamış. Kafasız, evleneceksin tez elden ilk kısmetinle..

Koro: Gençler ölüyor

Yollar yapıldı yaranamazsın bunlara '' arabamız mı var ki baba'' lan sus bak hele ufacık boyuyla..

Koro: Gençler ölüyor

''koş bey koşşş'' Sus kadın ne bağırıyon.. '' kız.. koş.. ip.. kopar koş..''

Koro: Analar ağlıyor...

Üçrenk Mavi




31 Temmuz 2015 Cuma

GÖKYÜZÜ, KAYGISIZ

bu muhteşem enkaz
rüyasında atlarla sevişen bir aşktan kaldı
gençliğinde çok ağladığını öğrendim suyun
kabuğuyla sevişen bir ağaç yüzünden
bir ağacın gövdesinden okudum adem’in çocukluğunu

ölü bir duvar da yeterdi
aramıza hazdan kurulmuş yazı anlamak için
geçmek için çatlak kuyuların sızısından
kollarının ot toplamaktan dönen yorgunluğuyla
genzine takılırdı tarlalara ağlamaktan gelen kükürt
çatlamış meyve, köklere dolanan yılan kavı
annen rüzgârın yıkadığı perdelerde çoğalan leke
yere düşüp kırılmaması porselen bardağın
dudakların kırılmış dallar ormanına doğru genişledikçe

hayat, hiç açmayan bilmem belki çiçeği
çok köyler, oteller görmüş bir külden miras
bu mucizeler çadırı, bu toz denizi, zalim imlâ
bu da tırnağının örtüye takılırken çıkardığı ses
ilk defa can alacak bir kılıç gibi duruyor boynumda
üşümesin diye gökyüzüne hırka ören ellerin
kalbime batıyor rüyama ördüğün kafes

sen doğduğunda şarkı söylemeyi öğretti geceye
parmaklarıyla dünyayı şekillendiren bir ebe

bu muhteşem enkaz
avıyla karşılaşan bir kaplanın gerilmiş derisinden kaldı
gecede gümüş bir ay gibi parlayan terli gövdelerden
yanlış sevilmiş yerlerin ağrısından
kararmış yosunların kapladığı bir süs havuzundan
bir terliğin yalnızlığından, yazlık evin terasında unutulmuş
yeni kesilmiş çimenlerin kokusundan
küçük taşra kasabalarının cumartesi telaşından
yaşlı bir pijamanın kaybolmuş çizgilerinden
tek kişilik sofralarda kendi ömrünü yiyen kadınlardan
kocamış eşyaların rutubet kokulu kederinden
eskiyince bir kenara fırlatılmış şarkılardan kaldı
güneşte bırakılmış bir kitaptan döküldü kirpiklerin
kuşlar da öptü
kürtçenin en işlek sokağı olan ağzından

dayasam göğsüne başımı, bir buluta yaslanmış gibi
otağımı karnına kursam, evimi sırtına
tedirgin kimyasını öğrensek kış bilgisinin
boğulsam, rüzgârda bir deniz gibi dalgalanan teninde
aldığım yere bıraksam ömrümü
-zaten yürüdüğüm bütün yollar bozuk satıh-
hayat inatçı bir erik çekirdeği gibi kütürdese ağzında

bu muhteşem enkaz
üç oda bir salon yalnızlıklardan kaldı
sonunda bütün ormanı kül etti, ağaca yaktığın kına

boynun diyorum, içime atılmış çengel ve ninova

kahverengi