28 Aralık 2010 Salı

BOZULAN DNA SARMALI

Dilderesinde, toprağa dokunmaz işçi Mehmet’in elleri
Her gün ayasında bir parça et düşer ekmek teknesine
Sevdiğinin eteklerinden tutmaz, göğsündeki acıya yatırmaz tenini
Gizler ciğerindeki dumansız ateşi
Bir komşusu kimya fabrikası, bir komşusu mermer atölyesi
Bacaları zehir tüter, nafakaları pay edilir yakaları armalı çocuklarına
İşçi Mehmet’in elleri diş geçiremez ömrünün yarısına



Dilderesinde, çocuklar maviye bürünmez
Yolu düşmez taş duvarların grisine
Babalar işsizdir çocuklar işçi
Tezgâha yetişmez boyu
İlmiği atılmamış soketi tutamaz eli
Uydurulur yasası, yazdırılır kullanım kılavuzu
Yakası yaldızlı birine…



Dilderesinde, gün erken kalkar, yol uzar
Başı omzuna değmez avuçlarına dayar Mehmet’in oğlu
Geçerken gözlerini rehin bırakır vitrinin grisine
Bir gecede baskın yapar rehin düştüğü yere
On dördünde tanışır taş duvarlarla
Hurdaya çıkar bir ömür uslanmaz



Dilderesinde, annelerin memelerinde süt rehin kalır
Bir gecede büyür kafası, gözü çukura iner
Korkar dölünden konuşamaz
Bir çukur açılır şakağında
Dayar memesini soluksuz bırakır
Adı konulmamış bir künye aslıdır artık bileğinde



Dilderesine, kolera sızar, manşetler yalan söyler
Adı bağırsak dolanmasına çıkar
Uyluk kemiğinden kemik nakleder diline
Bir gökdelenin ucundan ofset baskılar yapılır
Hipokrat’a yalancı şahitlik pay edilir
Birileri devşirme acılar edinir kendine



Dilderesinde, çıraktır Mehmet’in oğlu
Mermeri kesemez bileği, alnında tuz birikir
Bir ressam zamanı mermere işler
Musa ayıp yerlerini örter Freud’un karşısında
Mehmet’in oğlu mermere adını yazdırır on beşinde



Soluksuz Gri
                                                                  Yeşil



21 Aralık 2010 Salı

OLUŞUMUZUN VANİLYA KOKUSU


Korkuyu hissedebiliyorum. Çünkü kokuyor. Yaydığı koku, kendimi bir köpek gibi hissetmeme neden oluyor. Burun deliklerim açılıp kapanıyor: Saldırıya hazırım. Keskin dişlerim ve sivri tırnaklarım olsun istiyorum. O kokuyu binlerce parçaya ayırıp havaya savurmak, endişe zerreciklerinin rüzgârla yayılışını izlemek istiyorum. Acıyı da savurabilsem keşke…

( Öfkenin nerden çıkıp geldiğini bilmiyor. Bu hikâyeyi anlatma işini bana niçin verdiğini bilmediği gibi. Bilinmeyene merak tutkusunu körüklerken, cevapsızlık sinsice zihnini ele geçiren hırsı büyütüyor. Bir hikâye anlatıcısı için fazla ketumsun, diyor donuklaşmış bakışlarını yüzüme dikip. Duymazlıktan geliyorum. Kokunun neye benzediğini bilmek istiyorum sadece. Anlıyor )

Vanilya. Belli belirsiz ama vanilya. Yayılan kokunun farkında olmaması çileden çıkarıyor; tahrik büyüyor. Duyumsamak iyiydi hani? Hani haz nesnesiydi duyumsadıklarımız? Tutarlılığa kafayı takmış temellendirmeler tarihine gömmek istiyorum o koku yayan tanecikleri de fikirlerle birlikte. Her şeye baştan başlamalı belki. Tüm öğrendiklerimi unutarak ama öncesinde tersine çevirerek zihni; benden bir “ tabula  rasa” yapmaya koyulmalı derhal.

( Beden bedene değerken, ruhlar temassız kalırsa, yoksunlaşan bilinç tutunacak bir şey arar. Vanilya baştan sona kurgudur bundan böyle. Öfke bunun farkındalığından doğar. Bu hikâyeyi istemiyor oluşumu ona söylemek zorundayım. Kokunun,  anlatmaya hevesli dilimde tadı çok belirgin o kokunun, asıl kaynağını kendiliğinden anlamasını beklerken çok geç olabilir diye korkuyorum bir yandan da. Vazgeçmek için çok yorgunum bir de.)

Diyelim ki, neysem onu yapan benim; edimlerimin bir sonucuyum dedikleri gibi. Onlar haklı, diyelim: o kokunun fırlatılmışlığımla giriştiğim mücadeleyle ne ilgisi var?

( Söylemeliyim, ona gerçeği söylemeliyim. “ Gerçek söylenilemez” diyecek daha söz ağzımdan çıkmadan biliyorum. Ama yine de söylemeliyim. Korkum gerçekten kokuyor olabilir mi? )

Gerçeği söyleyemezsin. Dile getiremezsin. Söz gerçeği söylemeye soyundu mu, doğru veya yanlış giysisini geçirir sırtına. Bu kokuya, bu korkuya hiçbiri yaraşmaz şimdi. Sus!

( Boyun eğiyor susuyorum. Dilimin ucunda zımpara sözcükler: Vanilyanın kokusu benden değil, benden değil. Hiç değil! )

Rüzgâr kokuyu alıp götürüyor, görüyorum. Hikâye anlatıcısı çoktan gitmiş. Geriye saf çirkinliğiyle çıplak korku kalıyor. Kollarımı kendime doluyorum.

Üçrenk Kırmızı
                                                                       Esher

19 Aralık 2010 Pazar

DEMON



Yangın başladığında önce pencereler yandı. Yağmurdan sıçramış olsa gerek diye düşündük. Derken duvarda asılı duran fotoğraf yandı. Dedem olduğu söylenen birine ait yırtık bir fotoğraftı. Oradaki yangın da bilinmezlikten sıçradı. Ben o esnada odanın ortasında oturmuş sesi kıbleye dönük sazımın namazına dua olmakla meşguldüm. Bamtelinden sıçrayan yangın parmaklarıma kadar sıçradı. Hızla ayağa kalktığımda duvarda asılı duran aynanın yanmaya başladığını gördüm. Belli ki alev benden sıçramıştı.
Kapıya doğru koşmaya başladığımda bir anda kapıda yanmaya başladı. Ayağımın altındaki halının da tutuşmaya başlamasıyla iyiden iyiye sıkışıp kalmıştım. Artık kül yığınına dönüşeceğimden en ufak bir şüphem bile yoktu. Ölümü kabullenmem gerekiyordu. Böylesine aciz bir durumda yanan kapıya doğru bakarken aynada bir kıpırtı gördüm. Bir insana ait olmadığı belli olan bilezikli bir el, koca pençelerini uzatmış öylece duruyordu. Gidebilecek bir yerim olmadığından o iri ele doğru yürümeye başladım.
Tam aynanın önüne gelmiştim ki aynanın içinden kocaman bir Demon'un başı belirdi. İri, sivri dişleriyle beni omzumdan kavrayıp aynanın içine doğru çekti. Koltuğunun altına alıp yerden göğe kadar dört bir tarafı insanla örülü yerlerden geçip genişçe bir alana geldik. Beni yere bıraktığında birinin yüzüne bastım. Hızla ayağımı çektiğimde başka birinin ellerine bastım. Dikkat etsene be adam, kör müsün, lafları arasında birinin sırtına basarak Demon'un karşısında durabildim.
Boyumun kasıklarına geldiğini o an fark edebildim. O koca yaratık öylece durmuş bana bakıyordu. Gözlerimi Demon'dan kaçırıp etrafıma bakmaya başladım. Az ileride bir ağaç vardı. En azından ilk bakışta ben öyle sandım. Çünkü birbirlerine eklenmiş insanlarla bir ağaç görünümüne ulaştığını anlamak pek de zamanımı almamıştı. Dallarında bulunan insanların vücutlarının parçalarıysa oradan geçen başka demonlardan tarafından kopartılıp kemiriliyordu.
Gökyüzü de yine insanlarla kaplıydı. Tam başımı kaldırmış gökyüzüne bakarken Demon beni kucağına alıp götürmeye başladı. Bağırıp çağırıyordum ama hiçbir faydası olmuyordu. Koca Demon'un kollarında hiçbir etkim olmuyordu. Benim onca debelenmeme karşılık olarak bir kez sıkması beni susutuyordu. Ama peşinden gelen acının dürtmesiyle birlikte daha da hızlı bir şekilde debeleniyordum. Bu kez da Demon beni daha şiddetli bir şekilde sıkıyordu. Son sıkmasıyla birlikte gözlerim karardı ve bayıldım.
Gözlerimi açtığımda çok -hem de çok- sıcak bir yerde buldum kendimi. Beni getiren Demon’un bıraktığı yerde, öylece iki büklüm bir halde uzanıyordum. Tam doğrulacaktım ki beni getiren Demon'un konuştuğu diğer Demon sağ bacağımdan kapıp sürüklemeye başladı. Tüm gücümle bağırdım, nereye götürüyorsunuz beni, diye! Demon o anda durdu. Burnumun dibine kadar gelip, cehenneme, dedi... Sonra ekledi, senden cehenneme alev yapacağız!
Kafkarengi
                                                          Alberto Giacometti

15 Aralık 2010 Çarşamba

KOŞ!


Sesteki ok hedefi bulamadan düşüşe geçti. Koştu kız çocuğu; erkeksi kısacık saçı ve ayağında basması... Ne ardında bıraktığı kan izleri ne de acısı. Yerde kıvranarak boğuk sesler çıkartıyordu; koş diye ünleyen adam.

Eksik eteğin peşine düşmüştü bile üflediği nefese yapışan anasının duası, çalı çırpı yüklü eşeğin sahibi komşu kadının gözleri ve sırtını nişan alan baba tüfeğinin namlusu.



Lapis Lazuli

                                                                Iman Maleki

13 Aralık 2010 Pazartesi

HEMHAL OLURKEN



Bulutlar ıslaktı, gökyüzünden ağlayan renkler sarmıştı boşluklarını. Bu ne olabilirdi? Neyse neydi, sadece duyumsadı. Yağmur beklentisiyle birlikte yıkanıyordu zihnine dolan tüm oldular ya da olmadılar.

Öz oldu, söz oldu, köz oldu. Bu kadar kolay mıydı? Yırtarak bedenini bir ateş topu gibi çıkan, birbirine örümcek ağı gibi kenetlenmiş tüm maskeleri nasıl da uçuşuyordu boşlukta. Çıplaktı adeta, ilk yaratılışının ahengini hissetti hücrelerinde, benliğinde; küçük-büyük, kısa-uzun, güzel-çirkin, iyi-kötü… Tüm tanımlamaların ötesinde kapsamıştı içinde her şeyi ya da kapsanmıştı, kim bilir?

Uzandı ve kucakladı tüm dünyayı, öteye beriye baktı, kara deliklerin içine girdi oradan beyaz deliklere, sonsuzluğun içindeydi, oysaki yerinden hiç kıpırdamamıştı bile…

Yaşamı, sevgiyi hissetti, atıldı birden, öyle ki sevginin ilkel bir duygu olduğu zamansızlıklarda konakladı bir süre. Sevgi yoksa, korkular da yoktu, barış yoksa savaş da yoktu… Hiçlikten hepliğe, heplikten hiçliğe… Hala sözcüklere tutunuyordu, sembollerin, simgelerin değerinin yüksek olduğu zamanlardaydı yeniden. Bedeni ne kadar  dar ve ağırdı, bir o kadar da mükemmel.  İkilik içindeydi yeniden; bir el uzandı yüreğine, ıslak, rengarenkti. Öylesine renkliydi ki , siyaha dönüştü ve kutsadı. Değişim dönüşüm başlamıştı artık, durdurulamazdı bu ışık…

Demirlemeliydi dünyanın en kuytularına bedenini.  Canlıydı, bunu hissediyordu ama biraz da yorgundu… Nicelerini barındırmıştı üzerinde,  akan zehirleri çekmişti içersine. Görevi almadan vermekti. Elini gökyüzüne uzattı, geçmişinin izlerini taşıyan yıldıza uzandı, kim bilir belki yoktu o sadece görüntüydü, ışığı alıp diğer eliyle dünya anaya yansıttı. Her şeye rağmen dünya ana, insanlar tarafından sevildiğini biliyordu. Çünkü insan sevgiden yaratılmıştı, özü sevgiydi…

Bir ses duydu “anneeee” içi sevgiyle doldu ve bu sevgi onu ürpertti. Yavaşça kalktı yerinden, süzülerek kızının yanına gitti, ona sıkıca sarıldı. “Anne, kurabiye yapacaktık, söz vermiştin.” Elinden tuttu ve mutfağa doğru yöneldiler, koyuldular kurabiye yapmaya. “Anneeeeeee” bu kez oğluydu seslenen, yavaşça elini temizledi, oğlunun ne kadar da büyüdüğünü düşündü bir an, odasına gitti ve sevgiyle göz göze geldiler. “Anne, şu şarkıyı bir dinlesen, çok güzel”, gerçekten de çok güzeldi. Tempo tutarak dinlediler şarkıyı birlikte. Mutfaktan kızının heyecan dolu “annneeee” seslenişiyle irkildiler bu sefer, hay Allah kurabiyeleri unutmuştu, koşarak mutfağa gitti,. Kurabiyeler çok güzel kokuyordu.. Düşündü, gerçekten de söylendiği gibi mutluluk bir an değildi, bir yolculuktu.

Sonsuzluğuna kısa bir süre ara vermiş, dünyaya, buraya uygun olan insan denen bedenle gelmişti. Herkes, her şey görünmez bir bağla birbirine sımsıkı bağlıydı, bunu görebiliyordu. Derin bir nefes aldı, akşam yemeğini hazırlamalıydı, yaşam arkadaşı gelirdi birazdan…

Tünami


                                                            Edmund Dulac




7 Aralık 2010 Salı

DİNLEME: DUYMA


dile zoraki yapışmış tanecikleri

topla: sivri keskin uçlarını çıkara batıra cımbızı

..
kemirmesin
..


mıknatık kanlar bezenmiş keyfine kahkahalaşırsın
içmesen de vampirini

kel gözler...

koy: ayracı boynunun şah damarına 

cisminin teranelerini oraya şuraya
bilince akan kanlar ego dansında

düş: her günü kutsala...

bokun içine bata çıka...
bata...çık..

..
ziyafet
..

bat: kal orada!!!

dinlen: dinlemeden...

üç ton kara
                                            erik johansson

4 Aralık 2010 Cumartesi

ÇERÇEVE VE KAHVE


İbrahim çerçevesine bakınarak konuşmaya başladı:

Yıllardan mıdır bu yıllanmışlık yoksa yıllanmaktan mı? Canımı çekip toprakla helalleşsem bu bedenim toprağa sarınır mı acaba? Demin gördüğüm rüya, içimden çalıp sarhoş`a vermişti kalbimi. Kalbim elindeydi. Sonra senin elin değdi. Elinin değmesiyle sabah oldu uyandım rüyadan. Gelip oturdun yanıma. Bir sabah kahvesi vardı dudağında. Sabahın siniriyle sattım düşüncelerimi, pencerenin camına dayanan alacaklı kuşa .İlk defa geldiğimde geldiğini anlamayacak kadar görüştürmüştün kendini bana. Sonra o ünlü öpücüklerinden takıştırdın yakama


(O DA YAKIŞMASINI BİLEN BİR MENDİLDİR TAM CEBİME GÖRE.)


Çıktım evden yürüdüm. Karşıdan İbrahim geliyordu. Elinde cigarası hem fiyakalı bir mendil hem de gıcır bir gülücük takıştırmıştı üzerine. Üzerime geldi. Bir el işaretiyle başımı selamlayıp gitti. Arkasından baktım yine aynı şeyi yaptı. At arabasıyla yokuşa çıktı ve kayboldu. Yine aynı şeyi yaptım. Kahve dudaklımın yanına koşarak gittim. 


(ASLINDA GÖZLERİ KAHVEDİR.)


Yürüdük biraz sonra kaldırımın kenarına oturup sahte saatleri yola attık içimizden. Hiç söyleyemediğimiz söyleyemeyeceğimiz şeyleri söyledik, gülüştük. Sonra yakamdaki öpücüğünü verdim kahveye. Birden yüzü de kahveleşti, aldı mendili çerçevemin üzerine örtüp dışarı çıktı.



Siyah


                                                             Van Gogh

2 Aralık 2010 Perşembe

MUTLULUĞUN HARFLERİ. İki




Lanetli kalabalık: S e n m i b e n i y a r a t t ı n d a h i g i r i p k a n ı m a ç o ğ u l l a ş m a k d i y o r s u n? Sus artık, sus! İçimi un ufak ediyorsun!


Bir görünüp kaybolan, bir susup hep konuşan dostlarımmışsın sanki. Oysa biliyordum: Ayakkabılarımın bağcıklarını kördüğümden ayırıp, fiyonk yapmayı keşfettiğimden beri, tutunacak hiçbir şeyin artık elimde olmadığını, birer birer sökülüp ilmeklerinden…


Bir zamanlar oyuncaktı peşinen olan biten. Ne çok şey öğrenmiştim veresiye yaşayıp. Sus: uyuşukluğun, kendini bilmezliğin ve gürül gürül akarak çavlana dönüşmenin hesapsızlığısın sen!


Sürekli ve hiçbir zaman açılmayacak olan  kapıların önünde, ıslanmış, korkak, yalvaran, zırvalayan  o sesin, sadece bir hayvana ait olabileceğini; üşümeyi unutup saklanacak bir delik telaşına bulaşan insanların, bütün barınakları, sığınakları ve tekme tokat kovulmaların hesabını tutacağını söylemediler bana.


Zavallı argınlığım. Keskin dişli köpeklerin hırlayan gölgesinde, başa nakşedilen yüce bilinci alıp geçmişten şimdiye saklanmanın çaresizliğisin sen. Sus!


Hiç farkına varmadığım o anların birinde kızgınlık kör, kırgınlık kara delikleri oluverdi zamanın. Yaz mıydı, ilkbahar mı bir önemi var mı bunun? Ne çok şey biliyorsun benim geveze aklım. Ama 'an' denilince gözkapaklarıma yığdığın tozlar bile, neden o kadar ağır? “Bireysin sen. Biriciksin. O yüzden rüyaların, o yüzden hayallerin, umutların ve parmak izlerin türdeşlerinden farklı. Sen yalınsın. Sen öznesin ve özelsin. Değerlisin” dediğin bu mu?  Öyle olsa bile, yine de kandıramazsın beni uydurma safsatanla.


İki kişidir insan, bir erkek, bir de kadın.


Bir bedene sıkışmıştır ve orada öylecedir. Tek başına olunamayacağını ama yekliğin, yalınlığın, hızlı adımlar ve marşlar eşliğinde, uygun adım ölüme kadar götürebileceğini bilir kendisini. Direnir buna bilinç. Direnir beden. Dillendirir yüzsüzce. O yüzden şarkıları, o yüzden danslarını öyle hiç aldırmadan…


Uydurma beğeniler, donör olmuş dönürler, karşılıklı töreler ve düğünler eşliğinde yeniden biçim bulur kutsanmış çoğalmalar. Zincirin üst halkası, besin değeri düşük.
Kimler, hangi erkekler ve hangi dişi cazibeye kanarak, büsbütün bir kadını rahmine kadar soyup çekip bulmuş yürekli hallerini oradan?


Ben yeniden öneriyorum öyleyse sana; haydi yap yapabilirsen! Yırtalım o bembeyaz sayfaları yeniden ve yineden. Haydi, bir daha yazalım tertemiz sayfalara. Acıtmayan mürekkeple donansın etlerimiz.


“t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a, t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a!” Ah! Vesaireler eşliğinde yeniden başlar zaman.


Hiçbir çift, ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın duru bir kelimeye dönüşüp, böylesine güzel, bu kadar anlam yüklü olamazdı artık benim dünyamda. Ne etken, ne edilgen… Oysa kaya: dalganın önünde binlerce yıl daha eriyip, yok olmadan öyle dik, öyle mağrur ve biçimli bir erk olarak kalacak gibi görünmüyor muydu uzaktan algılanıp?


Ya sonra? Ne de güzel oynuyorsun acımadan benimle. Sus! Kimsecikler kanıma girip usulca boşaltamaz zehrini damarlarımda. Yıllar boyu birikmiş renkli erek ve hayallerimden parça parça koparıp, kat kat söktüğüm, hiç düşünmeden de kanalizasyon ağının bir gözüne bıraktığım kimliğim, kirliliğim; ‘ben’ yerine neleri koymuşsa artık. Onu da oralardan...
Kendime ağlıyorum. Deliliğime kanıp.


Upuzun, tam buradan, taaa kendini bilmez bıçkın iklimlere kadar uzanabilecek geçmişi biriktirdim içime toparlayıp. Fark ettim ki geçtiğim yollar kadar önümde uzanan, olasılıkla daha fazla yaraya ve bereye varan zavallı bir gelecek sere serpe önümde.


Kıyar mıydım? Geçmişe acımayıp dokunduğum her yara, gelecekte de kanardı hem. Elbette ki yapmadım. Zihnimin beni sürekli yürümeye, bir hedefe doğru sürüklemesine önce dur demeliydim. Sizler susmalıydınız! Susturmalıydım sizi. Gerekirse yaşadığımı fark etmemle birlikte var ettiğim sizi, muhteşemliğiniz kadar uğultunuzun da yücelere kaçıştığı o mutsuz çoğulluğunuzu, kendimi yok etmek pahasına da olsa susturmalıydım. Bu ölümden bile ağır…
Ama yaptım ve anladım ki, geldiğim bu noktadan daha da ileriye gidebileceğim hiçbir açıklık yok. Bir keçinin yolu ile bir aklın yolunun benzer ölçeklerde, bu kadar dengeli, pürüzsüz ve tamı tamına kesiştiğini, uyuştuğunu kavradığımda, çekildim ben aktif ve katılımcısı olmaktan, süre giden bu hayatın. Maalesef anladım ki, ne benim bildiğim gibi yaşanıyor bu hayat, ne de benim düşündüğüm gibi gerçekleşiyor olan biten.


Onca yoldan, bu kadar eskimiş ve yıpranmışlıktan sonra bakıyorum sepetime: Gidebildiğim sürece bir işe yaradığını veya yarayacağını sandığım, faydası olabileceğini düşünerek topladığım onca şeyin, sarsak, avare ve aylak yürüdüğüm süre boyunca bozulduğunu, içinin boşaldığını, çürüdüğünü, işe yaramaz hale gelip küfe dönüşmesine bakarak acı acı gülümsedim. Ne gereği vardı ki o halde sepetin bıraktığı izi taşımanın bileğimde?
Ama ben yaşıyordum? Oysa bu da garipti…


Nefesimi tutaydım bari ve saç örgüsü olmasındı o halde kolumdaki. Onca yükün altında başka bir bileziğe, ipe, boncuğa, desenlere falan da gerek yoktu hiç. Her biri kapaklarımdan bile ağır inmeyecekler miydi o yorgun gözlerime?  Boşluk olsundu. Çıplaklığı olsundu apaçık bilinenin. Yıpranmamış terlememiş, onca naifliği hoşluk sanıp; hasırdan örülü, dayanıklı, dibinden çelik tellerle desteklenmiş o sepete doldurmamış, onlara aklımı takmamış ve adımlarımı durdurmuş: "Buradan öteye gidilebilecek hiç bir yer yok" un bilinciyle ayaklarımı şöylece uzatıp geriden gelenlere, yani ardımdan, sırtımı bir kayaya yaslayıp daha da ileriye gidenlere bakıyorum şimdi ise gülerek.


Bak, susturdum seni geveze kalabalık. Aha ha ha haaa!
Dilini yuttun evet. Söyle; “Dilimi yuttum, onu ısırıp kan içinde bıraktım” de bana önce. “Kıvranmasına, ağzımın içinde bir yılan gibi dolaşarak tıslamasına, dimağımdan damağıma, diş etlerime, yutkunmama karışmasına son verdim” de!
Ya da düşün ey ahmak! Hiçbir şey yapma düşün!

Yaşamıma giren herkese, gerçekten hem bana, hem de kendilerine göre, ‘iyi şeyler’ olabilecekleri kadar da şans verdim: 'iyi'. Anlamı  nedir ki bunun?
“İyi”. Gökler iyi midir mesela? Bazen masmavi olmaları, bulutları, yağmurları, kuşları ağırlamaları iyi bir şey midir ki? Benim göğüm iyi diyelim mesela, ama ya seninki? Seninki iyi midir? Aynı tondaki mavi, aynı hacimdeki bulut; birbirinin tıpatıp benzerleri olan kuşları da küme küme biriktirse seninki de: “Bana oldukça iyi gibi görünen kendi göğümün, sana kıpkırmızı kanları kusturmayacağı ne malum?”


Toprağın derinliklerine kök salmış ağaçlar iyi midir örneğin? Nedir ağaçları iyi kılan şey? İnsanın varoluşuyla birlikte kendini saflığa, durağanlığa, kadimliğe adamışlığı iyi midir ağacın? Umarsızca her mevsim yaşamdan ölüme koşan yaprakları, yıllar boyu varlığa, yıllar boyu yokluğa kucak açmış olması iyi bir şey midir? Yapraklarından birinin iyi olması veya tamamının, bir ağacı kökünden dallarına, kabuk bağlamış gövdesine, bahardaki donandığı çiçeklerine kadar olan bütünü iyi yapabilir mi? Nasıl kokar soluğu bir ağacın ve yahut sakin midir ki ağaç? Nedir fırtınanın karşısında yerden göğe eğilip bükülmesi, ayıca neye yarar, nedir ağacı iyi kılan şeyler öyleyse?


Upuzun bekleyişi, sessizliği mi? O halde sabra bile giydirilen ‘iyi’ denilen meşum, zamanın bir parçasına ilişiktir değil mi?


Kuşlar iyi midir acaba? Onların dünyaya bambaşka bir açıdan bakarak uçması, karaları, denizleri, kentleri ve ormanları, onları tıka basa dolduran insanları baştan aşağıya süzmeleri, iyi midir ey akıl?


Saf halinde yeni doğan, hayata hiç karışmamış, onunla derdi olmayan da kimdir? İyi midir bir bebek?

Nedir iyiyi 'iyi' yapan şey? Onun biricikliği, erdemle donanması, ahlaka düşkünlüğü ona duyulan ihtiyaç, ağlamak mıdır yoksa? Kimin çıkarı yoktur ki ağlamaktan? Ağlamak iyi midir?

Yumuşak yüzü, sarıp sarmaladığı ferahlığı, güveni, kaygısızlığı, doğruluğundan emin olduğumuz değerlerin toplamı bu kadar ‘iyi’ yapabilir mi bir kavramı? Ki doğru bile bu kadar hastalıkla yüklüyken.

Alelacele olduğu yerden, kendi gerçek doğasından koparıp sepetlerimize attığımız, bunu yapmakla onu, başka bir şeye dönüştürdüğümüz, beslendiği damarlardan koparıp çürümeye küflenmeye zorladığımız, onca yolu yürüdükten sonra açıp içine baktığımız, bir hiçe dönüştüğünü görerek acı acı gülümsediğimiz, bize katacağını sanarak bizi eksiltmesine izin verdiğimiz şey değil mi “iyi?”
Üremek iyi midir, sorarım sana?


İyiyi iyi yapan nedir ey sarsak akıl? O da bir delinin eğlencesi değil mi?


“İyilik yok. İyilik öldü. İyilik hiç var olmadı ki…"

Dört ekim on
Tenekeden Macivert  




                                                            Edvard Munch






26 Kasım 2010 Cuma

DÖNÜŞ

Dışarıya çıktığından beri uykusuzluk ve uyum sorunu yaşıyordu. Geceden aldığı alkol 
ve içtiği iki paket sigaranın zehrini ağzında ki tükürük salgısında öldürmüştü. Yutkunma 
ve soluma güçlüğü yanında ellerinin titremesini de engelleyemiyordu. Kalkmak için kendini zorladı yatağında bir süre oturarak derin derin soluk almaya çalıştı sonra ayağına terliğini geçirerek, mutfağa yöneldi.  Işığı açtı buzdolabın kapısını tuttu ki sonra aklına geldi. Onbeş gündür eve bir şey almamış dahası bir şey de yememişti. Midesi bulandı hızlı adımlarla lavaboya gitti. Aynada yüzünü görünce ürktü.  Bakışları derinliğini yitirmiş kaşları kirpiklerine doğru sarkık, sakalları ve bıyıkları ayrım çizgilerini yok etmişti. Özellikle de sol burun deliğinin altındaki kesik izi göremiyordu artık. Ağzındaki acıyı bir yudum suyla bastırmak için, sağ eliyle musluğu açtı bir saç teli inceliğinde sızan kahverengi su birkaç saniye içerisinde kesilince; ödenmeyen faturalarını hatırladı.

Önce suyu keserler dedi içinden. Kendilerine bağladıkları damarlarla emiyorlar kanımızı. 
‘’Su hayattır’’ dedikleri şey bu olmalı. Hayat damarlarımızı kesiyorlar Roya! Öldürmüyorlar ama kötürüm bırakıyorlar kını kim tutuyor, kılıcı kim? Belli değil. Günlerden sonra duyduğu 
ilk ses kendi sesi olmuştu. Daha da kötüsü Roya kimdi?

Uykusuzluk, açlık, unutkanlık zihnini bulandırmıştı.  Mutfak masasının üzerinde duran bir kenarı hafif sararmış, karıncaların etrafında dört döndüğü şekeri gözüne kestirdi. Kim bilir 
kaç zamandır oradaydı.  Karıncaları incitmeden kalan kısmı temizleyerek, dilinin üzerine yerleştirdi.  Yutağa doğru bir rahatlık hissi, birazdan midesine doğru yayılacak ve kasılmaları azaltacağını umut ederek koridora çıktı.

Zaman sabaha yüzünü dönmeye başlamıştı bile.  Salona geçerek pervazları ahşap, kenar macunları siyahî renge dönmüş olan camın dibindeki divana oturdu. Evin penceresi bahçeye bakıyordu. Dışarıda ölümü bile kıskandıracak beyaz örtüyü görünce üşüdü, bacaklarını dizlerinden bükerek göğsüne yaklaştırtarak ısınmaya çalıştı.  Gökyüzü derin bir karanlığa bürünse de bahçe beyazın örtüsüyle aydınlanıyordu. Karın beyazlığı garip bir maviliğe sonrada bacalardan çıkan dumanın etkisiyle grileşiyordu. 

Gözleri dışarıya bakıyor olsa da bakışları içine doğru akıyordu.  Sol yanağını dizinin üstüne bastırarak, yüzündeki izi derinlere gömmek istedi. Ya sesler, isimler bir araya getiremediği harfleri…

İnsanın gökyüzüne hasreti ne zaman başlar Roya?  Bana getirdiğin mavi kazağa neden güneşi de işlemedin. Neden bütün kokular kimyasal deyip teninin benden kaçırdın. Neden Roya neden! Ciğerindeki havayı nereye vereceğini bilmezse bir insan dışarıdakini nasıl içine çeker.  Bir tek yıldızı görmek için kaç yıl bekler dahası…

El değmemiş erkeklik organında sızan spermlerle açlığını giderenlerin düş’ü hangi kitap aralığına ayraç yapıldı… Biz bütün bu acıları içimizde çürütürken onlar kimin rüyalarında gelecek kuruyordu…

Zihni ona oyunlar oynuyordu yine. Geçmişte yaşadıklarıyla tekrar yüzleşmek onu yalnızlığa ve ölümün sınırlarına taşıyordu. Yüzündeki kesik, sol baldırındaki yanık izi, omurgasındaki kayıp disk “ölüme dönüş’’denen o dönemeçte yakalamıştı…

Şiddetli bir mide bulantısıyla kendine geldi. Sokak kapısına doğru koşarak, içindeki bulantıyı bastırmaya çabaladı. Ayakları onu daha fazla taşıyamayacağını anlayınca dizlerinin üzerine yığıldı, dışarısı artık uzaktı ona, dilinin ucundaki isimleri yüksek sesle çağırmak istese de başaramadı. Kapının eşiğinden içeriye doğru vuran ışık yılgın bedeni ve sakallarının içinden kaybolmuştu. Sol avucunda sakladığı kâğıdı kenetlenmiş dişlerini aralayarak dilinin üzerine yuvarladı.

 Kan ve mürekkep kokusunun delilleri karartmaya, yok saymaya gücü yeter miydi Roya ?

Soluksuz Gri

                                                                William Blake



  

22 Kasım 2010 Pazartesi

0 RH NEGATİF



Hızlı adımlarla tuvalete doğru yürüdü. Aynadaki görüntüsüne bakınca biraz olsun rahatladı.  Kendi rekorunu kırmıştı. İlk kez bu kadar hızlı hazırlanıp dışarı çıkabilmişti. Aynaya doğru yüzünü yaklaştırdı, gözünün kenarındaki kırışıklar canını sıkıyordu. Botoks yaptırmalıyım diye düşündü, her gün tekrarladığı yüz antrenmanını yaparken. Eliyle belinin çevresini kavradı, incecikti. Bu forma gelebilmek için günlerce aç kalmıştı. Sadece kalçasına söz geçiremiyordu, ne yapsa istediği kadar incelmiyordu, Türk geni, deyip kendi kendine gülümsedi.

Otobüs terminaline gelmeyeli yıllar olmuştu. Son anda bildirilen bu iş toplantısıyla arabasının bakımda olduğu zaman denk düşmeseydi, daha da geleceği yoktu. Okkalı bir küfür savurdu, sonra sağına soluna bakındı, neyse ki, duyan olmamıştı. Sırtını dikleştirdi, göbeğini içine çekerek minik adımlarla otobüse doğru yürüdü. Ancak arka koltuklardan yer bulabilmişti, 32 cam kenarı. Keyifsizce yerine yerleşti. Çocukluğundaki otobüslere göre oldukça konforlu olduğunu da inkâr edemedi. Yine de önündeki koltuğun arka yüzünde duran televizyonun kulaklıklarına dokunmadı bile. Kim bilir kimler dokunmuştu. Tiksindi.

Gözlerini kapadı, biraz olsun uyumak istiyordu. Aklı rahat vermiyordu. İçinden tekrarladı   ''düşüncelerinin akmasına izin ver, derin nefes al. ’’ Uzun süre gittiği meditasyon seanslarının işe yaramamasına şaşıyordu.

Topuklu ayakkabılarının içinde ayakları büyüyor, bir işkence mağduruna dönüşüyordu. Rahatsızca sağa sola kımıldandı.

Ön sıradaki koltukta oturan kızın spor ayakkabıları ve dünya umurunda değilmiş havası veren tavrı, onu daha da çileden çıkardı. Tekrar kendini uyardı ‘’derin nefes al, rahatla ‘’ . Bu sefer de cep telefonunun uyarı sesiyle gözlerini açtı; vitamin saati gelmişti.

Bir süre sonra otobüsü durdu, nihayet mola zamanıydı. Hızla otobüsten indi, çok sıkışmıştı yine de tuvalete gitmedi. Göbeğinin eni konu şişmiş görüneceğinin bilgisi bile onu, o tuvalete girmeye zorlayamazdı. Bir kutu yağsız süt ve kepekli diyet bisküvi aldı.

Otobüse döndüğünde yan sıradaki koltuğun dolduğunu gördü; adamın upuzun siyah bıyıkları vardı. Bacaklarını açmış, elini baldırlarının üzerine koymuştu. Siyah çizgili, kolları kendisine biraz kısa gelen ceketinin içinde; pembe, bayağı bildiğiniz pembe bir gömleği vardı. Alttan üçüncü düğmesi göbeğinden dolayı açılmıştı. Keskin bir süt kokusu geldi burnuna. Elindeki süt kutusunu hızla çantasına bıraktı. Tiksinmişti.

Kafasını çeviriyor, adama bakmak istemiyor ama gözlerinin ona yönelmesine de engel olamıyordu. Adam ne kadar mutlu görünüyordu. Bıyıklarının altında sürekli tebessüm eden dudakları vardı. Gülümsemekten yüzü gözü kırışıklarla doluydu. Ne vardı bu kadar mutlu olunacak acaba? Saçmalık ! Hem de bu görüntüsüne rağmen mutlu, diye düşündü. Pantolonunun paçaları da kısaydı, ayakkabılarının üzerine basmıştı, sol ayağındaki çorabın topuğu yırtıktı, nasırlı ayağı görünüyordu. Tiksindi.

Kafasını cama doğru çevirip, ne gereksiz insanlar var dünyada, diye mırıldandı. Gözlerini yumdu, böbrekleri patlayacak gibiydi. Nasılsa birazdan geçerdi. Yolun bitmesine yarım saat kalmıştı. Toplantıya yoğunlaşmalıydı. Konuşma metni hazırlanmıştı, kâğıtları alıp notlara bir göz gezdirdi. Toplantıda konuşurken sürekli kâğıttan okumayı istemiyordu. Söyleyeceklerini yeniden ve dikkatlice gözden geçirdi.

Adamın gözleri de mi parlıyordu, ne? Yok artık. Gözlerini yeniden  notlarına çevirdi. Odaklanmakta zorlanıyordu. Adamın pembe  gömleğini aklından çıkaramıyordu. O gömleği aklının içinden yırtıp atmak istedi. Derin derin nefes aldı, ona kadar yavaşça saymaya başladı. Çantasından büyüteçli aynasını çıkardı, yüzünü pudraladı, kırmızı rujunu sürerken, araba sarsıldı ruj tüm yüzüne yayıldı. Çığlık, toz duman. Son hatırladığı buydu.

Ne kadar süre geçtiğini bilemeden gözlerini açtı. Bacaklarını kımıldatamıyordu, vücudu uyuşmuş haldeydi, bedenini hareket ettirmek istedi, büyük bir acıyla irkildi. Ne olduğunu hatırlamaya çalıştı; zihni bomboştu. Sadece boşluk ve acı hissediyordu.

Yattığı yataktan, başını yana çevirdi; gür bıyıklar, pembe gömlek, uyurken bile gülümseyen bir yüz. Kâbus olmalıydı bu! Kolunu kımıldatmak istedi, onun kolundan kendisine doğru hortumlar uzuyordu. Bağırmak istedi, sesinin çıkmamasından korkuyordu. Koridordan hızla geçen hemşireyi gördü. Derin bir nefes alıp olanca gücüyle ‘’hemşire’’ diye bağırdı.
Koca popolu, beyaz önlüklü hemşire geldi yanına, sakin olmasını söyledi ona. Kadın hortumu gösteri ağlıyordu sadece, konuşamıyordu. Hemşire ellerini tuttu;

‘’Kötü bir kaza atlattınız, bileklerinize ayna kırıkları saplanmıştı ve bacaklarınız koltukların arasında sıkışmıştı. Çok fazla kan kaybetmişsiniz. Bildiğiniz gibi kan grubunuz da en zor bulunanı, 0 rh negatif. Neyse ki, kazayı ufak sıyrıklarla atlatan bu bey, size kan verebileceğini söyledi. Çok şanslısınız, beyefendi çok sağlıklı.’’

Kadın önce sadece “süt” diyebildi. Hemşirenin soru dolu bakışları altında;  ‘’süt kokuyor muyum? ‘’ diyerek sorusunu tamamladı.

Başını çevirdi, gözlerini kapattı yorgundu, çok yorgundu. ‘’Acaba idrarımı kaçırmış mıyımdır? ‘’ sorusu beynini kemirdi. Ardından ilk kez, yüzümde kırışıklar oluşur mu, diye endişelenmeden gülümsedi...

Artık süt kokuyordu.

ÜçRenk Mavi

                                                                    Klimt

21 Kasım 2010 Pazar

EVDEYİM



Ev, şehrin en eski yerleşim yerinde. Hani, iki kişinin yan yana zor geçtiği sokakları, fotoğrafçılar tarafından ısrarla ve de defalarca çekilen o eski yerde…
Eskiden dere akardı önünden bu evin. Daha sonraları üzeri kapatılıp geniş bir caddeye döndü. Dere kışları coşkun akardı. Dağdan inen sel suları, önüne ne var ne yok alır, önümüzden geçerdi. Karşıda oturan anneanneme gitmek için üzerindeki küçük taş köprüleri kullanırdık. Derenin kenarındaki sıra sıra ağaçların hemen yanından, sağa dönüp birkaç metre yürüdükten sonra tam tamına yirmibir basamakla evin bulunduğu sokağa çıkardık. Ve tekrar birkaç metre yürüyüş, bu sefer geniş üç basamak, sonra birbirine bakan üç kapı. Birisi bizimki. Bal rengi kapı, etrafı koyu kahve. İki kanadı olan, kanatlar arası tahtayla sabitlenmiş, oymalı. Önündeki seti aşıp, eğilerek girmen gerekir içeri. Çünkü kapı hayata açılır ve hayatta ev işleri yapılır. Bulaşık, çamaşır, yemek… şimdi bu kapı tek kanatlı, gri ve yine oymalı ama demir. 
Hayatta bir parça toprak. O bir avuç toprakta nasıl yetişir diye şaşırdığım kocaman bir asma. 
Eskiden oldukça ihtişamlı olan bu ev şimdi etraftaki derme çatma beton eklemelerle düzeltilmiş komşu evlerin arasında sıkışıp kalmış küçük bir ev görüntüsünde... Alt katta bir oda, mutfak. Üstte iki oda ve sonradan genişletilmiş önü kapatılmış bir salon. Eskiden hepimizin isteği kendimize ait bir odaydı ve merdiven basamakları adımıza ayrılmış küçük odalarımızdı. 
Çocukluğumun hayalet gibi dolaştığı bu evdeyim gene… kapıları teker teker açıp içeri giriyorum. her adımda bana ses veren, benimle konuşan basamakları çıkıyorum teker teker. her ses görüntü gözlerimde… ilk cenaze, ilk düğün, ilk bebek sesleri… yürümesem sesler kesilir mi acaba… bu uğultu gider mi kulaklarımdan. 
Yürümesem… 
" taşlara, ezmekten korkar gibi basıyorsun ayaklarını''  dedi bugün ablam. Dikkat ettim öyle basıyorum, hafiften, çekinerek…
            lal
                                                                    lal

18 Kasım 2010 Perşembe

GECEDE TEDİRGİN SESLER

Üst kattaki soluk ışığa baktı yeniden kararsızlıkla. Olabilir mi? Üç gecedir hiç ışık görmemişti bu evde. Birkaç kez de gündüz geçmişti önünden herhangi bir hareket görebilmek amacıyla. Tek görebildiği kapının önündeki paspasın üzerinde uyuyan tuhaf bakışlı kedi olmuştu. Bu geceye göre ayarlamıştı kendini ve şimdi o soluk sarı ışık. Önünde durduğu ağaca sırtını yaslayıp, saatine baktı: 01: 15. Girecek miydi? İçindeki sıkıntı büyüdükçe büyüyordu. Vazgeç, dedi iç sesi, belli ki geri dönmüş. Kararsızlık onu olduğu yere mıhlamış gibiydi. Tek yapması gerekenin oradan uzaklaşmak ve başka bir fırsatı beklemek üzere, eylemini ertelemek olduğunu biliyordu. Yine de kıpırdamadı olduğu yerden ve önündeki en büyük engel olarak gördüğü ışığa bakmayı sürdürdü. Beş dakika sonra kararını verdi ve eve doğru yürüdü.

YUKARIDAKİ

Yatakta uzanmış elinde tuttuğu kitaba bakıyordu. Kitabın kapağını açıp bir an önce okumaya başlamayı istediğini biliyordu; onu durduran tek şey, romanı bitirene kadar elinden bırakmayacağının bilgisiydi. Bu, sabahı bulmak demekti. Sonunda kararını verdi ve kitabı açtı.

AŞAĞIDAKİ

Çok kolay oldu girişi. Gerçi bunu tahmin ediyordu, kilidi ve kapıyı defalarca incelemişti. Yukarıdakinin uyumuş olduğuna da aynı güvenle inanmaktaydı ama yine de sessiz olmalıydı. Evin içini anımsıyordu, girişten sağa döner dönmez, mutfağa geçeceğini, oradan kolaylıkla salona ve üst kata çıkan merdivenlere ulaşabileceğini biliyordu. Merdivenlere ulaşmak bir şey değildi de, o ahşap basamaklar sorun olacaktı. Basamaklara her basışta tahtaya özgü o sesin çıktığını anımsıyordu. Bu yüzden yukarıdakinin uyuduğundan emin olmadan o basamaklara ayak basmaya hiç niyeti yoktu. Merdivenin başında durup nefesini tuttu ve yukarıdan gelecek herhangi bir sesi işitebilmek için kulaklarını iyice açtı. Hayal kırıklığı sesi duymasından daha önce geldi. Çevrilen bir sayfanın sesiydi bu, kağıt hışırtısı. Biliyordu, girmemeliydi; yine aklın sesini hiçe saymış, evdeki varlığı, uyanık olduğu gün gibi ortadayken içeri dalıvermişti. Şimdi ne olacaktı? Çıkıp gidecekti tabii geldiği gibi sessizce. Kıpırdamadı ama yerinden, hiç de gidecekmiş gibi görünmüyordu. Gözü salondaki geniş, rahat görünümlü kanepeye takıldı. Kahverengi olduğunu anımsıyordu. O kanepede hiç oturmamıştı, şimdi oturabilir ve yukarıdaki uyuyana kadar sessizce bekleyebilirdi. Ya su içmek için aşağı ineceği tutarsa? Geldiğini işitirdi, tahta basamaklar alarm gibiydi nasılsa. Neden inat ettiğini sorsanız verecek cevabı yoktu, ama bu gece almaya kararlıydıalmaya geldiğini. Yavaşça salona inen basamaklara yöneldi, iki adım sonra gözüne kestirdiği kanepenin yanındaydı. Belli belirsiz gülümsedi ve kanepe oturdu, oturma esnasında çıkan sesi işittiğinde artık çok geçti. Nefesini tuttu.

YUKARIDAKİ

Sesi işittiğinde, romanın seri katili yeni belirmişti sayfada. İlk kez, yıllardır takip ettiği yazarın bu kadar sert bir katil profili yazdığına rastlıyordu. Bunu düşünmesiyle sesi işitmesi aynı ana rastladı ne yazık ki. Öyle korktu ki, zihni bu sesi tanıdığını söylese de yaşadığı panikten sesi tanımlama işlemini bir türlü gerçekleştiremiyordu beyni. En sonunda nefes alabilmeyi başardığında, zihni de başarmıştı: Kanepe. Kanepenin sesi bu, diye düşündü. Biri kanepeye oturmuştu, çok saçmaydı, kimse onun kanepesine oturamazdı gecenin bir yarısı. Ama kanepeye biri oturmuştu, bundan emindi. Eskimiş kanepe bir süredir oturur ya da üzerinde kımıldanırken kulak tırmalayan bir ses çıkarıyordu. Yaylarından biri çıkmış olmalı, demişti arkadaşlarından biri, hatta birkaç yay çıkmış olmalı. Kalabalık vardı o akşam evde, gelenlerden bir kaçını kendi de tanımıyordu. Bir şeyi kutlamak için toplanmışlardı bunu anımsıyordu ama şu anda neyin kutlandığını düşünecek durumda değildi, düşünebilse de hatırlayabileceğini hiç sanmıyordu. Sakinleşmeye çalışarak yatağın içinde iyice doğruldu. Aşağıda biri vardı ve o kimse, çoktan çöpü boylamış olması gereken kanepeye oturmuştu. 
Bu saçma değil miydi, evet saçmaydı. Eve girmiş bir hırsızın, hırsız olmalıydı, gidip kanepe oturmuş ya da uzanmış olması akıl dışı değil miydi? Gülecekti neredeyse, aşağıda kimse yoktu elbette, kendini kitaba kaptırmış ve o sesi duyduğunu hayal etmiş olmalıydı. O anda aklına kedi geldi ve rahat bir nefes aldı. Yukarı çıkmadan önce kedi camı tırmalamış, o da aldığı kararı bozarak içeri girmesine izin vermişti. Soğukta dışarıda kalmasına gönlü razı olmamıştı, o olmalıydı sesin sahibi. Muhtemelen kanepeye hızlı bir atlayış gerçekleştirmişti. Eee, o zaman neden inip bakmıyorsun, diye sordu kendine alayla. Buna bir cevap vermeye fırsat kalmadan kedinin yatağın ayakucunda uyumakta olduğunu görüverdi; kalp atışları yeniden hızlandı. Bu kadar saçmalık yeterdi, aşağı inip bakacak ve kimsenin olmadığını görerek rahatlayacak sonra da bunun için kendisiyle dalga geçecekti. Yavaşça yataktan 
indi, terliklerini arandı. Saçmalama, dedi yine iç sesi, aşağıda biri varsa terlik giymemelisin, geldiğini işitebilir. Aşağıda biri varsa, hiç inmemeliyim, diye karşılık verdi o da bu itiraza. Kapıya kadar yürüdü, yatak odasının kapısını kapatmamış olması da şanstı hani, çünkü o da açılıp kapanma sırasında korkunç bir ses çıkarıyordu. Bu evin yayı çıkmış, diye düşündü. Sessizce kapıya yaslandı ve dinledi. Hiç ses yoktu, durdu tekrar dinledi. Garip şey, hem korkuyor hem korkmuyordu. Ne demek şimdi bu, diye düşündü, ya korkarsın ya korkmazsın. Aşağıda biri varsa gerçekten bu korkutucu bir durumdu, aşağıdaki oradaysa ve yukarı çıkmıyorsa bu neydi peki? Garip bir durumdu. Belki de uyanık olduğunu fark etmiş, o da aşağıda durum değerlendirmesi yapıyor olabilirdi. Bu daha akla yakın bir açıklamaydı. Neyi değerlendiriyordu ki, çıkıp gitse ya geldiği gibi. Yok, ben iyice saçmalamaya başladım, dedi ve geri geri yatağına doğru gitti. Yavaşça yatağın içine girip, yorganı burnuna kadar çekti ve düşünmeye devam etti. Aşağı inemezdi, gerçekten biri olduğunu sanmıyordu orada ama inemezdi işte. O yukarı gelsindi, gelecekse. Kimse gelmiyordu, hiç kimse gelmeyecekti çünkü hiç kimse yoktu alt katta. Kitabına uzandı yeniden, okumaya devam edebilir miydi, evet ederdi. Saçma bir korkunun gecesini mahvetmesine izin verecek değildi. Hırsla sayfaları çevirip, sesi işittiğinde kaldığı sayfayı bulmaya çalıştı, bunu yaparken olabildiğince gürültü çıkartmakta olduğunun farkındaydı, ne tuhaf bir geceydi bu.

AŞAĞIDAKİ

Çevrilen sayfaların sesini duydu oturduğu yerden, uzunca bir süre hiç ses gelmemiş, o da umutlanmıştı uyuduğunu düşünerek. Ama hala uyanık olduğu aşikârdı. Kanepe otururken yaptığı gürültü yüzünden epeyce tedirgin olmuş, aşağı koşarak inme ihtimaline karşı saklanacak yer aramıştı panikle. Ama korktuğu olmamış, uzun süren bir sessizliğin ardından yeniden kitap sayfalarının çevrilmesine işaret eden sesi işitmiş ve rahatlamıştı. Ama hala soğuk ter akıyordu sırtından. Aşağı inmesi ve kendisini görmesi halinde ne yapacağını, ne söyleyeceğini, evdeki varlığını nasıl açıklayacağını hiç bilmiyordu. Tam bir felaket olabilirdi. Onu görse hatırlar mıydı acaba? Hatırlamama ihtimalini düşünüp öfkelendi, içini sıkıntı bastı. Çıkıp gitse ya artık, ne bekliyordu; onun aşağı inmesini ve her şeyin bir felakete dönüşmesini mi istiyordu? Hayır, ama artık gidemezdi: çok geç. Kanepe muhtemelen otururken çıkardığı sesi kalkarken de çıkarırdı, hem kapıdan çıkarken gürültü yapmaması olanaklı değildi. Beklemek zorundaydı, yukarıdakinin uyumasını beklemeliydi. Saatine baktı, karanlıkta bir 
şey görünmüyordu. Cebindeki küçük el fenerini çıkarıp yaktı: 02: 02 . Neredeyse kırk dakikadır evdeydi ve bu kanepe çakılıp kalmıştı. Yukarıdaki hafifçe öksürdü ve ardından bir çakmak çakıldı. Sigara içiyor. O gece baca gibi sigara tüttürdüğünü anımsadı yukarıdakinin. Ne 
zaman uyuyacaktı? Hem ne okuyordu, böyle gecenin bir saati? O sırada kanepenin 
yanındaki sehpanın üzerindeki kitabı gördü. Ani hareket etmemeye özen göstererek uzanıp aldı. El fenerini yeniden yaktı, yukarıdakinin fenerin ışığını görme şansı yoktu, kitaba baktı: Azizler ve Alimler. İnce bir kitaptı ve sayfaların kalitesi onun korsan yayın olduğunu düşündürüyordu. Başını kaldırıp yukarı baktı, gözlerinde yukarıdakine yönelmiş hayali bir kınama vardı. İlk sayfayı okumaya başladı fenerin ışığında. Dakikalar sonra kitaba dalıp gitmişti. Uzanabilir miydi?

YUKARIDAKİ

Sayfalar ilerliyor, saat ilerliyor uykusu gelmeye başlıyordu. Ama uyumayacaktı, uyuyamazdı. O, aşağıda kanepesine oturmuş, kim bilir ne yapıyorken uyuması imkânlı değildi. Bu artık bir savaştı, aşağıdakinin kim olduğu hakkında hiç bir fikri olmamasına karşın kendisine zarar vermeye niyetli olmadığını biliyor; bir şey istediğini ama onu alabilmek için uyumasını beklediğini anlıyordu. Bu yüzden uykuya direnmeye kararlıydı. O pes edip evinden çıkıp gidene kadar uyumayacaktı. Cep telefonunu aşağıda bırakmış olmasına küfredip duruyordu içinden. Korku geçmiş, yerini öfke ve merak almıştı. Kim ve ne istiyor? “uyumayacağım işte, çok beklersin” diye seslenmeyi bile düşündü bir ara. Yapamadı tabii; keşke yapabilse. Keyifle sırıtıyor, ne şaşırır kim bilir? Belki palas pandıras kaçar evden.

AŞAĞIDAKİ

Gün ağarmaya başlarken, yukarıdan gelebilecek herhangi bir ses için kulak kesilmekten çoktan vazgeçmiş, elindeki kitap yavaşça göğsüne doğru düşerken gözlerinin kapanmasına engel olamamıştı. Uykunun derinliklerine dalmadan az önce, yaptığının anlamsızlığını söylemekte olan aklına sırt çevirdi.

YUKARIDAKİ

Kapanan dış kapının sesiyle gözlerini açtı. Uyumuş olduğuna şaşırmayı erteleyerek pencereye koştu. Bahçe kapısından çıkarken de, sokak boyunca ağır ağır ilerlerken de yüzünü göremediği adam, bir elinde ince bir kitap, diğerinde ise minik bir çantayla uzaklaşıyordu. Gözden kaybolana kadar izledi. Olan bitene anlam vermeye çalışmaktan yorgun düşmüş zihnini susturmayı deneyerek aşağı indi. Mutfak masasında kendisini bekleyen kahvaltı sofrasını süzdü bir süre. Çay bardağını doldururken, o küçük çantada ne vardı acaba, diye düşündü.

ÜçRenk Kırmızı

                                                               Lal