26 Şubat 2011 Cumartesi

SİRKTE BİR ÖĞLESONUYMUŞ

                                                    
                                   (yaklaş, yaklaş...Az kaldı,çok az.
                                    Ah evet, tamam. Dur orada. Seni gördüğüme
                                    sevindim.)

Her zaman sevinci getirmezmiş seni görmüş olmak, çoğunlukla öfke doluymuşsunuz birbirinize ve kızgınlıklarınızı açık etmeme çabası yapaylaştırırmış sözcüklerinizi. İçtenliksizdi, diye anlatıyor o, size ait ne varsa içtenlikten yoksunmuş, bu yüzden sevmiyormuşsunuz kendinizi ve yüz yüze gelişlerinizi. Gülünç bir maske takarmışsın sen, rengarenk ama çok gülünç bir maske. Bir kez, ama yalnızca bir kez yalvarmış sana, o maskeyi çıkarman için; sen kulak asmamışsın yalvarmalarına, inatla gizlenmeyi sürdürmüşsün o maskenin ardında. O da gidip uzun, upuzun saçlarını kökünden kesmiş ağlayarak. Ve bir daha asla boyamamış yüzünü. Dudakları seçilmez olmuş yüzünün beyazlığından, gözlerini ise kimse görmemiş, sesi zaten çıkmazmış.

                                   (şimdi daha net görebiliyorum seni,
                                   içine acılarını üfleyerek şişirip orana
                                    burana astığın pembe balonların varlığına
                                    karşın. İstesen de gizlemezsin artık.)

Son olarak, kocaman bir sirk çadırında görmüşsünüz birbirinizi. Sarı bir çadırdı, diyor, öyle büyük ve kalabalıktı ki, o çadırdan asla çıkamayacağım düşüncesiyle ürpermiştim. İsteyerek girmemiş aslında oraya, acelesi de varmış üstelik. Meraktanmış, yalnızca bir göz atıp çıkmak niyetindeymiş ama niyet neyse kısmet de odur, sözü bir kez daha yalanlanmış işte. Palyaçoları seçmiş gözü uzaktan önce, öyle çok palyaço varmış ki, senin de aralarında olduğunun farkına varması epey zaman almış. Gövdelerine asılmış rengârenk balonlar yüzünden yalnızca kafaları görülebiliyormuş palyaçoların. Senin taktığın balonlar pembeymiş, sıcacık bir şeker pembesi. Kulak tırmalayan bir müzik yankılanıyormuş çadırın içinde
ve çok sıcakmış. Herkes merakla gösterinin başlamasını bekliyormuş, özellikle çocukların sabırsızlığı görülmeye değermiş, avaz avaz palyaçolara seslenip, onlarla oynamak istediklerini söylüyorlarmış. Aynı sabırsızlık palyaçolarda da gözleniyormuş. Yalnızca sen, bir kenarda, ellerin ceplerinde, başın hafifçe yana eğik duruyormuşsun. Gülünç masken ilk kez yüzünde eğretiymiş. Kendi sesini işitmekten o kadar ürkmüyor olsaymış, seslenip varlığından haberdar edecekmiş seni ama yapamamış işte. Daha zamanı değil, demiş kendi kendine, gösteri başlayıp sona ermeli önce.

                                    (Buradayım. Evet, kalabalık fakat bir parça
                                     çabalarsan farkına varacaksın varlığımın.
                                     Kokum hiç değişmedi ki...)

Kokusu deliye çevirirmiş seni, ama hiç anlayamamış o kokuyu gerçekten sevip sevmediğini. Soramazmış, çünkü soran biri olmamış ki hiçbir zaman. Bir yanıtım da olmadı benim zaten, diyor, soruya ve yanıta sahip olmayan bedenim bu yüzden suskunluğu seçti. Gösteri başlamak üzereymiş, o geç kalmışlık duygusunu söküp atıvermiş içinden, olacakları izlemeye hazırlamış kendini. Işıklar sönmüş, müzik değişmiş ve palyaçolar sahnede yerlerini almışlar. Önce büyük bir çember oluşturdular sahnede, diye anlatıyor gösteriyi, sırayla öne çıkıyor, seyircileri selamlıyor ve kendilerini tanıtıyorlardı. İlk olarak, sarı balonlu palyaço çıkmış
öne, “Benim adım Umut”diyerek tanıtmış kendini. Çılgınca alkışlamış seyirciler. Gülümseyerek avuç dolusu çiçek atmış Umut da seyircilere. Sonra mavi balonlu palyaçoya gelmiş sıra. Neşeli kahkahalarının arasından “ Benim adım Mutluluk ” diye seslendiği duyulmuş. Bir anda üzerindeki mavi balonlar çadırın içinde yükselmeye başlamış, seyircilerin mutlu çığlıkları müziği bastırıyormuş. Kırmızı balonlu palyaçonun adı Hüzün’müş, yeşilli olanın Merak, beyaz olanın Bekleyiş ve mor balonlununki de Tutku. Tüm palyaçolar ortaya çıkıp kendilerini tanıttıktan sonra nihayet sıra sana gelmiş.

                                     ( dikkat et, dikkat et...dikkat et,
                                       sözlerine çok dikkat et...)

Usulca yürümüşsün ortaya, herkes susuyormuş. Geriye ne kaldı ki, diye merak ediyorlarmış insanlar. Konuşmaya başlayacağın sırada fark etmişsin onu. Birbirinize bakmışsınız uzunca zaman. Kokusunu alamamış olmana şaşıyormuşsun besbelli. Gözlerini ondan ayırmadan konuşmaya başlamışsın ardından. Önce yerlere kadar eğilip selamlamışsın seyircileri ve onu. “ Sahte “ demişsin, “ Benim adım Sahte “. Sonra yüzündeki maskeyi çıkarıp havaya fırlatmışsın, maske havalanıp onun kucağına düşmüş. Salondan hala hiç ses çıkmıyormuş. O elinde maske, koşarak çıkmış çadırdan. Bir süre nereye gittiğini bilmeden koşmuş, koşmuş, koşmuş. Sokakların yorgunluğu soluğunda sızlarken, bir duvarın dibine çöküvermiş sonunda. O duvarın dibinde oturup ağlamış, çok ağlamış.

ÜçRenk Kırmızı
                                                                   Joan Miro

13 Şubat 2011 Pazar

RECM

İlk kazma darbesi inince toprağa bir ağaç boyu ter saçıldı yüzün çatlaklarından. O an derinleşti ifade! Kaç asır öncesinden gömüldüğü belli olmayan bir çift göz belirdi.

Baktı gözlerden biri. Kaç ömür öncesinin ânıydı bu bilinmez tabii. Kaldığı yerden öylece baktı. Bir anda kocaman bir korku belirdi gözün içinde. Gömme beni görülenin mezarına, diye yalvardı.

Sustu gözlerden biri. Üstüne atılan her cümlenin, kelimenin ve harfin altında kemikleşen sesiydi anlaşılan. Konuşsa unutacaktı sanki bembeyaz kefenini.

Derken birkaç gölge daha belirdi. Ellerinde kazmalar ve küreklerle deşmeye başladılar ilk kazma darbesinin toprakta açtığı yarayı.

Her bir gölge genişlettikleri bu çukurun çevresinde kök veriyorlardı karanlık gökyüzüne. Derine, en derine inip sökeceklerdi belki göğü yerinden. Ve yerine bomboş bir çukur bırakacaklardı.

Eşelenmiş toprağı savurunca gölgelerden biri, havadaki yığından bir bedene örtündü gölge. Bir kazma darbesi inince toprağın sırrına, başka bir beden fısıldandı gölgeye. Peşinden bir kazma daha inince toprağın kaburgasına, başka bir beden, ötesi oldu gölgenin. Sonuncu kürek silince topraklanmış teri, etleşmiş bir yazıyı sunuldu gölgeye.

Derinleştikçe çukur günün ilk ışıkları renkten bir kuleye dönüşüp yükselmeye başladı. Buhardan merdivenleri çıksalar, renklerin sesine lisan olacaklardı belki. Belki de safi bir renk olup – mesela mavi- bir gözün avlusuna çıkacaklardı. O avlu ki denizin uykusunda gördüğü düşün ta kendisiydi. Ta ki bir vapur ya da sandal devcileyin bir ışık balığının kılçığından yansıyana değin sürerdi bu düş.

Dört beden derin çukurun başında durduklarında ilk darbeyi vuran diğerlerine dönüp getirin masumları, dedi. O anda üç kişi kazmalarını ve küreklerini yere bırakıp köye doğru koşmaya başladılar. Koşarken de hep bir ağızdan, masumları getirin, getirin masumları, diye bağırmaya başladılar.

Bazen sesler geçti cümlelerin önüne. Duyulanlar cümleleri fısıldadılar sese. Bazen de cümleler geçti sesin önüne. O andaysa sessizce işitildi cümleler.

Kimi çapaklanmış pijamalarıyla, kimi uykusuz gecenin karanlığıyla fırladı evinden. Kiminin koşuşundan gün tükendi, kiminin telaşından kerpiç evler bilendi. Öylesine keskinleştiler ki çatılarındaki kuşlar çekildi kınlarından. Kimi bir beden bulamadı koşmaya, kimi bir ömür bulamadı yaşamaya.

Tüm köylü toplanınca meydana başları önlerinde iki kişi belirdi öteden. Cinsiyetsizce yürüyorlardı. Ezberlemişti adımları ayakları tarafından. Onlar yürüdükçe köylü soluyordu. Köylü soluyunca onlar yakınlaşıyorlardı. Birkaç adım kalmıştı ki biri kadın oldu biri de erkek. Kadının yüzü ki Tanrı’yı görmüş bir ayna denli aydınlıktı. Erkeğin yüzü de o aynaya yansıyan surete bakışın ta kendisiydi.

Kalabalığın ortasına geldiklerinde bir sessizlik oldu. İki masumun gelişiydi belki bu sessizlik. Belki de cümlelerin ve kelimelerin gurbetiydi burası. Ve bu iki masum iki satırlık bir yoldu kalabalık diyarlara.

Derken yürümeye başladılar. İki masum kalabalığın ortasında öylece eşlik ediyorlardı. Biri – evet sadece ama sadece biri- konuşsa, tüm kalabalık o sesin içinde yürüyüp dağılacaktı belki. Her biri başka ağızların tenhalığında susacaklardı. Ama kimse konuşmadı. Veyahut kimsesizliğin sessizliğiydi bu durum.

Çukurun önüne gelindiğinde kalabalık yolu unutmuşçasına durdu. Oysa hepsi yıllardır ayaklarıyla, düştüklerinde dizlerinde oluşan yaralarıyla, diktikleri ağaçların yapraklarıyla, yağan yağmurun toprak kokusuyla karış karış ezberlemişlerdi bu yolu. Şimdi bir anda unutuşun nedeni belki de ezberlenenin unutuşun ta kendisi olmasından ötürüydü.

İki masum kalabalığın içinden çıkıp çukurun başına geldiklerinde birden durdular. Gölgelerden doğan dört adam masumları yavaşça çukura indirdiler. Boyunlarına kadar gömüldükten sonra kenara yığılmış kumları çukura atmaya başladılar.

Masumiyetin gömülüşüydü bu. Yüzleriyse, günahın mezarlığına dönüşmüş köylüye bir meleğin yaşattığı azaptı. Yoksa neden bu manzarayı izleyen herkes birbirlerinin yüzünde kabirlerini arasınlardı ki?

Çukur tamamen dolunca dört kişi de kalabalığın içine karıştı. İlk kazmayı vuran, şöyle bir süzdükten sonra gömülen iki masuma bakıp:



— Bugün cezanızın yüzünüze vurulacağı gündür. Birazdan sizler yasak meyveyi tadacaksınız. Ve masumiyetinizden sonsuza değin sürüleceksiniz. Bundan sonra size düşen kendinizden yeni günahkârlar yaratmaktır. Ve o gün geldiğinde iki masumu korumaktır.


     Sözün bitimiyle birlikte herkes soyunmaya başladı. Üstlerinde olan, olmayan ne varsa çıkardılar. Çırılçıplak kalınca da tüm güçleriyle ellerini karınlarına sokup iç organlarını iki masuma atmaya başladılar. Böbrekler, ciğerler, mideler, bağırsaklar ve en nihayetinde kalpler gömülü olan iki masumun yüzlerine çarpıp önlerine düştü. Peşinden ölümün yüzünü gören köylü, onun soğuk yüzünün önüne serildi. Artık iki masum kendilerinin olmayan yaraları kanıyorlardı.

Kafkarengi

                                                                 Bruegel

6 Şubat 2011 Pazar

SONSUZLUĞA UZANAN RENKLER APARTMANI

Bu binaya ne zaman taşındığımı gerçekten hatırlamıyordum. Çok uzun bir zaman da olmuş olabilirdi aksi şekilde, çok kısa bir zaman da geçmiş olabilirdi. Özel eşyalarım hariç hiçbir şey getirmemiştim yanımda, çünkü taşındığım daire zaten dayalı döşeliydi. Binanın her katında tek daire vardı. Dışarıdan o kadar da haşmetli durmayan binanın, içinin sonsuzluğa uzandığını gördüğümde ise nutkum tutulmuştu. Önce yukarı sonra aşağı sonra tekrar yukarı bakarak gerçekten sonsuzluğa uzandığını teyit edip, bir of çekmiştim.  Duvarlar yatay şekilde ikiye bölünmüş üst taraf beyazla alt taraf ise sarının hangi tonu olduğunu bilmediğim koyu bir renkle boyanmıştı. Yerleri siyah mermerler, merdivenleri ise adlarını bile bilmediğim rengârenk taşlar süslüyordu. Merdiven tırabzanları ise koyu bir ahşaptan yapılmıştı ve bir ahmak onları cilalama cüretini bulmuştu kendinde. Onlara tutunarak yürümenin hiç de keyifli olmayacağını düşünmüştüm ilk başta. Sonra ise merdivenlerin sadece göz boyadığını anladım. Aşağıya veya yukarıya merdivenlerle gitme teşebbüsünüz, bulunduğunuz kata tekrar dönmenizle mümkündü sadece. Bina iyi tasarlanmış bir dolambacı andırıyordu adeta, tabii cennet ve cehenneme giden yoldaki kapıların da burada olduğunu söyleseler hiç şaşırmazdım doğrusu. Binaya giriş kapısının karşısında ve her daire kapısının karşısında binanın havasına tezat oluşturan teknoloji harikalarından birinin, asansörün kapıları vardı. Sevmediğim o kahrolası şeye harika diyorum çünkü lanet olsun ki, onlarsız bu binada bir yere gitmenin imkânsız olduğunu, merdivenlerin bana oynamış olduğu kahpe oyundan sonra anlamıştım. Merdivenlerin yorucu işlevsizliğini kolayca üstüne alıp, klostrofobimi azdıran o dolaptan bozma, kilerden hallice, küçük bölme yüzünden, kendi kıyametimi kopartmıştım. Kalbim söndü, gözlerim ışığını yitirip intihar etti, kanım buharlaştı ve kuruyarak parçalandım. Asansörün kapıları açılınca ise yeniden doğdum. İçerisi kocamandı. Ağzım ile kulaklarım arasında dört şeritli bir otoban oluştuğunu, kimsenin görmemiş olduğuna gerçekten sevinmiştim. İçeriye adım attım ve kat numaralarının bulunması gereken o dikdörtgen düğmeleri göremeyince bastım küfrü bağırarak. Asansör ‘’Öyle bir kayıt mevcut değil.’’ diye tepki verince yerimden sıçrayıp, bir küfür daha savurdum. Asansör yineledi ‘’Böyle bir kayıt mevcut değil.’’ Şans eseri jetonum erkenden düşmüştü, adımı söyledim ve bam! Dairemin önünde açıldı kapılar. Solumda merdivenler aşağıya doğru kıvrılarak uzanıyordu, sağımda ise ahşap korkuluklar geniş bina boşluğundan koruyorlardı beni. Düşsem ne kadar zamanda ölürüm diye düşünmedim değil.  Kocaman kare salonumda otururken bu detayları tekrar hatırlamam iyi olmuştu sanırım. Dudaklarımın yukarıya kıvrılmış olduklarını hissedebiliyordum. Uzun zamandır hayatımda anlam veremediğim şeyler var ve içim hiç rahat değil. Doğama aykırı şeyler yapmak istiyorum oysa ben saf, temiz ve masum olmak zorundayım. Kendimi ise daha ne kadar tutabilirim gerçekten bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var, oda artık yardım almam gerektiği. Diğer renklerden elbet bir tanesi, benim yaşadığıma benzer bir şey yaşamıştır ve bana yardım edecektir. Yani ben öyle umuyorum. Gülmek beni rahatlatmıştı.

       Altıma Mavi marka bir kot pantolon üzerime Gucci markalı bir tişört onunda üstüne Levis marka bir sivit giydikten sonra, kapıyı sanki içeride yatan birisini uyandırmak istemiyormuşcasına nazikçe çekerek kapattım. Yardım talebinde sonra değil, şimdi bulunmaya karar vermiştim. İleri doğru yürüdüm, asansör yıllardır beni bekliyormuş gibi hızla açtı kapılarını. Biran onu beni çabucak yutmak isteyen bir yaratığa benzettiysem de adımımı soğukkanlılıkla attım içeriye. Yaratığın ağzı kapandı.

   Binadaki herkesi çok iyi tanımıyordum ama kendimi yakın hissettiğim bir kaç kişi vardı. Kime gideceğimi düşünürken aklıma gelen ilk ismi söyledim.’’Mavi’’ sonra ikinci komutu verdim ‘’Zili çal.’’ Kapılar açıldı ben içimde bir heyecan dalgasıyla ilerledim.

     Mavi, kapıyı açtı, iyi görünüyordu. Bana ‘’ İçeri gel. Ne zaman geleceğini merak ediyordum.’’ dedi. ‘’Geleceğimi nerden biliyordun ki’’ dedim.
‘’Hep gelirler.’’ dedi.
Verecek bir cevap bulamamıştım. Sadece içeri girdim. Oturma odasının yolunu biliyordum, çünkü bütün daireler aynıydı. ‘’Sana bir sorum var’’ dedim maviye.
‘’Farkındayım; ama sorunun yanıtı bende değil.’’
‘’Nasıl yani ?’’
‘’Okuntu’’ dedi.
‘’Anlamadım’’
‘’Anlayacaksın.’’
‘’Sanmıyorum.’’
‘’Kendi kendine söylenmeyi bırak. Umut etmeyi de bırak. Zaman, sana cevabı sen otururken öylece getirmeyecek.’’
‘’Gerçekten anlamıyorum.’’dedim.
‘’Benden bu kadar. İstediğin kadar oturabilirsin ama benim yapacak işlerim var yanında kalamam.’’dedi ve gitti. Zaten huzursuzdum şimdi bunun sayesinde huzursuzluğumun karesi alınmış oldu. Evden çıktım ama bu sefer kapıyı sertçe kapattım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Büyük ihtimalle gideceğim diğer renklerde bana bundan fazla yardımda bulunmayacaklardı; ama pes etmemeliyim, diye düşündüm. Sonra kendi kendime konuştuğumu fark edip sırıttım. Tekrar bindim asansöre.

Bu sefer ‘’Urmiye mavisi’’dedim aniden. Neden mavilerle gittiğime bir anlam verememiş olsam da çok düşünmedim. Kapılar açıldı Urmiye Mavisi tam karşımda bana bakıyordu.
‘’Gel, seni bekliyordum.’’dedi.
‘’Sen de mi ?’’dedim
‘’Ney ben de mi?’’dedi.
‘’Hiç’’ dedim. Tam oturma odasına gidecekken beni kolumdan tuttu, mutfağa çekti. Balkonunun kapısı açıktı ve orda çeşit çeşit çiçekler vardı. Ortalık renkten boğulmak üzereydi sanki.
‘’Şey ben…’’demeye kalmadı.
‘’Onunla biraz konuşmak ister misin’’dedi.
‘’Kiminle?’’tepkisini verdim doğal olarak. Sonra elinde bir menekşe tuttuğunu gördüm. Dikkatli bakınca bunun dikişli bir menekşe olduğunu gördüm.
‘’Ama şey ben…’’ elime tutuşturdu ve konuşmaya başladı.
‘’Al onu. O benim değişimimin tek tanığı, sana yardımı olacağını biliyorum. Soru sorma, sadece al ve bırak içine işlesin.’’sonra beni bırakıp öylece gitti. Neden böyle yapmak zorundaydılar sanki. Adam gibi cevap verseler ben de,onlar da; hep birlikte kurtulsak olmaz mıydı?  Ne işime yarayacaktı sanki bu menekşe.

Ben balkondayken yağmur yağmaya başladı ve Mavinin sesi kulaklarımda çınladı ‘’Yağmur yağıyor seller akıyor! Arap kızı camdan bakıyor.’’ Çıktım evden, asansöre bindim. ‘’Eee söyle bakalım dikişli menekşe neyim var benim?’’ mal mal cevap bekliyordum, konuşmayacak olduğunu bile bile. Asansöre ‘’kutumu aç’’ dedim bana ait olan kutunun kapağı ağır çekimde açıldı. Menekşeyi içeri koymadan önce kokladım. Allah kahretsin hapşıracaktım. Hemen menekşeyi kutuya fırlattım ve sol cebimdeki mendili çıkartıp, burnumla asansör aynası arasına set çektim. Burnumdan çıkan şeye bakmadan geçemedim. Beyaz değil, kirli beyazdı. Mendili elimde sıkıp buruşturdum ve çöpe attım.

 ‘’Kafka Rengi’’ dedim sinirli bir sesle. Kapı açıldı ama karşımda kimse durmuyordu, kapının üstüne bırakılmış bir not göze çarpıyordu sadece.
 ‘’Diğerleri gibi ben de geleceğini biliyordum. Evet, kesin seni hiç konuşturmamışlardır. Bana da aynını yapmışlardı. Yakında her şeyi anlayacaksın. Geride bıraktıklarına bak, derinlere çok derinlere yolladıklarını çağır. Köklerine bakar ol…’’


NOT: Üç Ton Kara da yanımda ve sana iletmemi istediği bir şey var. ‘’Her şeyin içinde, her şey vardır ama sana korkmaman gerektiğini ben söyleyemem. Kendine inan ve kabul et.’’  Tamam, bu kadarı fazlaydı bilmeceler canıma okumuştu, ama gideceğim son bir yer vardı. Edeceksem sonra pes etmeliydim.


Tekrar asansöre bindim ve ‘’Kırmızı’’ diye bağırdım. Sinirim, yaratığı etkilemişti sanırım, ilk kez sarsıldı asansör. Sonra kapılar açıldı. Kırmızı, tüm albenisiyle kapıda beni bekliyordu. Gülümsedi, yanaklarımı öptükten sonra sıktı ve içeri aldı beni. İşte bu yüzden en çok onu seviyordum. Cana yakındı ve bilmecelerle cevap vermeyeceğini umduğum tek renkti o. ‘’Kırmızı’’dedim.
‘’Gel bir misafirim daha var.’’dedi. Oturma odasına girince, Sağır Renk el sallayarak karşıladı beni. ‘’Hoş geldin.’’dedi sıcacık bir sesle. Gülümsedim.’’Hoş bulduk’’dedim. Sonra tekrar Kırmızı’ya döndüm ‘’Şey başım biraz dertte, yani çözmeme yardım etmeni istediğim birkaç sorunum var.’’dedim. Bana bir dilim pasta uzatırken ‘’Hepimizin sorunları var.’’dedi. Teşekkürler sanki ben bunu bilmiyordum, diye geçirdim içimden. Teşekkür edip pastayı aldım çok güzel kokuyordu. ‘’Vanilya mı var bunun içinde?’’diye sordum. ‘’Evet. Oluşundaki vanilya kokusunu almana sevindim. Sende ne kokuyor?’’dedi.
‘’Nasıl yani?’’dedim.
‘’Senin oluşunda ne var?’’diye yineledi sorusunu.
‘’Bilmem hiç düşünmedim. Ben varım.’’dedim.
‘’Biraz düşün istersen.’’dedi. Bu sırada Sağır Renk bıyık altından gülüyordu. Yine sinirlenmiştim. Niye herkes benle oyun oynamak zorundaydı ki sanki. Ben bunları düşünürken Kırmızı mutfağa gitti. Oturduğum koltuğun tam karşısında elinde ayna tutan bir adam heykeli vardı ve nerdeyse benim boyumdaydı. Dizlerini hafif kırmış elindekini tam karşıya tutmuş ve aynanın sağından kafasını çıkartarak beni izleyen heykelden tedirgin olmuştum. Neden sonra kendimi incelemeye başladığımı fark ettim. Oda bir kara delik tarafından yutulmuştu. Ne Sağır Renk vardı ne de Kırmızı. Etraf sadece karanlıktı. Ve karşıda bir şey parlıyordu tek görebildiğim oydu. Oraya ne bakmak istiyordum ne de gitmek. Avazım çıktığı kadar bağırdım. Gözlerimi açtığımda Kırmızı’nın, kırmızı siyah koltuğunda oturmakta olduğumu gördüm hala. Sağır Renk ağzı açık beni izliyordu, sonra sustum ve özür diledim kimse beni sorgulamadı.
‘’Bak canım, bir arkadaşım var adı Ayla. Biz ona Holoterapik Ayla diyoruz. Çok iyi fal bakar. Gerçi randevulu çalışır ama… Senin için bir şey ayarlayabilirim sanırım.’’dedi Sağır Renk.
‘’Teşekkür ederim ama ben fallara inanmam. Ayrıca ne yapacağım ki ben orda. Ben, derdim var diyorum. Sen fal, diyorsun.’’dedim.
‘’Bence git. Biraz değişiklik olur. Hem dışarı çıkınca temiz havada almış olursun’’dedi Kırmızı. Neden bilmiyorum ama ‘’Tamam’’dedim. Evden çıktığımda vanilyalı pasta hala elimdeydi. Asansöre binip ‘’Kutumu aç, sonra çıkışa götür beni.’’dedim. Pastayı menekşenin yanına koydum. Kapılar açılınca da dışarı çıktım. Yağmur şiddetli yağmıyordu ve gökkuşağı çıkmıştı. Birden içimin ferahladığını hissettim. Bana verilen adrese doğru yola çıktım. Çok uzakta değildi neyse ki. Binadan içeri girdim. Ayla’nın dairesi 2. Katta olmalıydı. Merdivenleri ikişer ikişer çıktım. Uzun zamandan sonra merdiven kullandığım için gülümsemiştim. Kapıyı çaldım. Kapıyı açan kişiyi görünce gözlerime inanamadım. Bu da neyin nesiydi böyle. Yolda görsem yaratık zannedip taşlardım ben bu kadını. Abartılı makyajı, uzun suratı, keçeleşmiş siyah kıvırcık saçları, giydiği turuncu çizmeleri, kollarını açıkta bırakan sıfır yaka fosforlu pembe tişörtü, açıktaki kollarına çizdiği resimlerle korku filmlerinden fırlayıp modernleşmeye çalışan bir cadıyı andırıyordu. ‘’İçeri gel.’’dedi. İçeriye girdim, hemen elime bir fincan verdi. İçi kahve doluydu ve beni başka bir odaya sürüklerken ‘’Ayla hanım sizi bekliyor’’dedi. Nedense bugün herkes beni bekliyor dedim içimden. Girdiğim odadaki kadın diğerine oranla daha iyiydi. Birbirimize bakıp sadece kafalarımızı eğerek selamlaştık.  İçerisi ruhumu iyice karartmıştı ve sinirlerim yine acayip derecede bozulmuştu. Kahvemi bitirip Ayla’ya verdim. O da benim yerime ters çevirdi fincanı ve masaya koydu. Biraz bekledik. Geçen her saniye biraz daha bunalıyor ve klostrofobimin azdığını hissedebiliyordum. Ayla gözlerini açtı, masaya uzandı fincanı tabaktan zorla ayırdı ve ‘’Ooooo sana kabaran bir şey var.’’dedi. ‘’Sana da kabaran bir şey var.’’ dedim sessizce ve gümbürtülü bir kahkaha patlattım. Ters ters baktı bana Ayla; ama sonra hemen yumuşayıp sırıttı.’’Aradığın şeyi kimse sana veremez onu kendi içinde bulacaksın.’’dedi bana. Hemen sonra arkasını döndü camı açtı ve elindeki fincanı aşağıya fırlattı. Fincan kırılırken bir kedi ciyakladı. Ben gözlerimi açmış şaşkın şaşkın ona bakarken ‘’Bu kadar, gidebilirsin.’’dedi. Hiçbir şey söylemeden öylece çıktım oradan.


Moralim yerlerde, asfaltları yalıyordu. Hiçbir şey geçmemişti elime, sıfıra sıfır elde var sıfır. Bir sigara yaktım. Tam girecekken Renkler Apartmanı’na Lila Gam çıktı karşıma.
‘’Cık cık cık cık demek sigara ha.’’dedi.
‘’Evet. Ne olmuş yani?’’dedim.
 ‘’Biliyor musun?’’dedi.
‘’Neyi?’’dedim sıkılgan bir ses tonuyla.
 ‘’Sigarayı acısız bırakmanın on tane yolu var.’’
‘’Teşekkürler ben almayayım.’’dedim.
 ‘’Tamam, sen bilirsin. Sonra bana uğra’’dedi ve gitti. O gittikten sonra aslında bugün canımı sıkmayan tek kişinin o olduğunu fark ettim. Gidip ondan özür dilemeyi düşündüm. Farkında değildim ama saat çok geç olmuştu, ayrıca yorgunluktan ölmek üzereydim. Hemen asansöre bindim ‘’Eve’’ dedim ve menekşemle pastamı alıp eve girdim. Önce pastamı yedim, sonra menekşeye su verip onu bugün fırlattığım için özür dileyerek camın önüne koydum. Yatağıma gittim ve büyük bir gürültüyle bıraktım kendimi, yumuşacık olduğunu hatırladığım yatağıma. Gözlerimin uykuya ne zaman yenik düştüğünü ise bilmiyorum. Etrafım yine karanlıktı ve görebildiğim tek şey karşımda parlayan ışıktı. Kırmızı’nın evinde olan şey oluyordu. Yine bağırabilirdim ama bu sefer oraya gitmeye karar verdim. Parlayan şey ben ona yaklaştıkça beyaz bir kapı halini aldı. İçeriye kapıyı tıklatmadan girdim. Beyazlara bürünmüş orta yaşlı bir adam bana bakıyordu. ‘’Dur. Ne diyeceğini biliyorum. Beni bekliyordun değil mi?’’ Adam güldü. ‘’Evet. Seni bekliyordum.’’dedi. Sonra kendini tanıttı.
‘’Ben beyaz. Doğanın ilk rengi en saf, en temiz hali. Diğer renklerin yaratıcısı. Ama sen zaten bunu biliyorsun değil mi? Şuranda bunu hissedebiliyorsun.’’ Kalbini gösteriyordu. Ne kadar kabullenmek istemesem de ‘’Evet. Biliyordum.’’dedim. Gülümsedi.
‘’Ben de beyazım, benim saf, temiz ve masum olmam gerekiyor. Ama değilim. Kötülük bana geliyor. Kin de, öfke de, nefret de. Olmayacak şeyler düşünüp olmayacak şeyler yapmak istiyorum. Doğama aykırı davranıyorum. Lütfen bana bir şeyler söyle. Yardım et. Yoksa kafayı yiyeceğim.’’dedim. Beyaz bir kahkaha attı.
‘’Komik olan ne?’’dedim.
‘’Tamamıyla doğru yoldasın çocuğum. Sadece yanlış tarafa bakıyorsun. Evet, haklısın sen beyazsın saydıklarının hepsi sana geliyor. Ama bir bak. Hepsi sana çeşitli yollarla geliyor. Kimisi bir doğrunun içinde, kimisi bir gerçeğin arasında, kimisi bir gözyaşının arkasında, kimisi ise bir gülüşün refakatinde. Ben, bütün renkleri farklı yarattım ama hepiniz birbirinize bağlısınız, bunu unutma küçüğüm.’’dedi ve devam etti ‘’Ben sana buz beyazının soğukluğunu, tuz beyazının acısını verdim. Sen kötülerin beyazısın, sen karanlıkta can bulan duyguların beyazısın. Sen kirli beyazsın. Arkadaşların doğruyu söylüyorlardı, içine bakman yeterliydi. Sen kötü değilsin, sen asilsin ve kendini asla inkâr etme.’’ Sesi kulağımda yankılandı ve kan ter içinde uyandım. Saat öğleden sonra 14:33 ü gösteriyordu ve ben her şeyi anlamanın mutluluğuyla bir kalem, birde kağıt kaptım ve yazmaya başladım.
 
Yazdığım şeyi çoğalttıktan sonra her evin kapısına bir tane bunlardan yapıştırdım. Son olarak kırmızının kapısına yapıştırdım ve asansöre binip ‘’Bütün evlerin zilini çal.’’ dedim. Sonrada ‘’Eve.’’komutunu verdim. Asansörün kapıları açıldı. Ben, dairemin kapısı ile asansör kapısı arasındaki o dar, cilalı, ahşap korkuluklu köprüde beklerken açılan kapı seslerini duyabiliyordum. Elimde kalan son kopyayı da başladım okumaya:
İyi ve güzel masumdur. Aldanırım.
Belki bu yüzden Beyaz’dır.

Doğrular, iyidir zaman zaman. Güzel olmayabilirler ama.
Bunun için belki buz beyazıdır.

Gerçekliğin, masum olduğunu ise söyleyemem.
Bu yüzden beklide Tuz Beyazdır. Can yakarlar.
Hepimizin içinde kirli bir beyaz vardır.
Kirlide olsa, beyazımızı kabul etmek hepimizin içinde vardır.

 EKRU
                                                               Ayhatun Ateşin