25 Ocak 2011 Salı

BAŞ BAŞA

“Arkadaşımla buluşacağım yere gitmeye çalışıyorum.

Başımın üzerinde dönenen martılar bilmem nereye yetişmeye çalışıyorlar.

Taksi dolmuşa doğru koşturuyorum.

Hey taksi…

“Sıra var abla” diyor bir yeni yetme. Saçlarını dikleştirmiş genç irisi.

Kızıyor, ters ters bakıyorum abla dediği için.

“Biz de bekliyoruz abla” diyor.

Duymazdan geliyor ve kıvrak hareketlerde bulunsam da beklemek zorunda kalıyorum; şoförün öndekilere “siz geçin” sözüyle.

Çok şık ve alımlıyım. Kokum durakta bekleyenlerin kılcal damarlarını harekete geçiriyor.

Saatime bakıyorum. Yeni yetmenin gözü saatimin markasında.

Çantamdan minik aynamı çıkartıyorum.

Bu kez dudaklarımda gözü…

“Işıl ışıl oldun abla” diyor.

Patlatıyorum kahkahayı…

Gözler çevriliyor üzerime.

Taksi!

Beyaz bir örtü havalanıp döneniyor yine...

Kadın gidiyor.

Ben martıların döktüğü pirelerle ve az evvel ki öykü ile baş başa kalıyorum.”



Lapis Lazuli

                                                       Bruegel
 Mustafa Emre...P.K.730..Seyhan.ADANAMustafa Emre...P.K.730..Seyhan.ADANA

23 Ocak 2011 Pazar

YÜZEYEN

Adımlama ritminde bir bozukluk var gibi görünse de kendi içinde bütünlüklüydü her şey. Bir sarhoşu, bezgini andırıyordu yürürken. Umursamazdı çevredekileri. Genellikle çevresine bakmadan adım atacağı yeri kestirerek yürümeye özen gösterirdi. Üzerine kimilerinin paçavra olarak gördüğü şeyler giyinirdi. Bedenini sarmalayan elbiselerinin renklerinin solgunluğu yılgın bedenine de yansımıştı sanki. İlmiklerinde içeri doğru sızan kırıcı havanın dışında,  dokunmuşluğun, sarılmışlığın, sevişmişliğin kırıntılarını, usulca sızdırıyordu insanların göz bebeklerine…

Kimsenin göremediği ama onun bir bütün anı hissettiği paçavralar. Bazen kokuları başını döndürecek kadar etkilerdi onu.

Görüntüsüyle benzerlik kuramayanlar ya da ürkünç bulanlar kenara çekilirdi. Aslında korkulacak kendileriyken, yüzleşmedikleri ve içlerinde buz sarkıtlarına dönmüş duygularını bir korkuluğa giydirerek,  öteye geçiyorlardı.  Sözüm ona tertemiz görüntüleri onlara sunulmuş bir armağandı. Bütün armağanların içinde en değerli olan beden bezemeleri onlara üstünlük sağlarken hayat ise onlara karşılıksız armağanlar dizesi gibiydi.

Her gün yemek için bulduğu üç beş kırıntıyı, karşılık gelmese de aynı dilden, konuştuğu kedilerle paylaşırdı. Bundan dolayı,  kedilerin babası derdi mahallenin çocukları ona. Kimin kedisi kaybolsa ilk sorulacak kişiydi çünkü; pusulasız eşiksiz bir mekânda yer edinmişti.  Cevap alamayacaklarını bilen çocuklar soru sormazlardı. Ama çevresinde bulurlardı çoğunlukla kayıplarını.

Rivayetler vardı sadece, mahalleli arasında çeşitli rivayetler. Gece kaybolduğunu söylerlerdi. Sır olduğunu. Kimileri onun iyi, kimileriyse kötü güçleri olduğunu düşünürdü.  Herkesin çekincesi bundandı.

Aslında mahalleli korkularının hamalı yapmıştı onu. Ne varsa yüklemişlerdi sormadan.
Yalnızlıklarıydı onların. Yalnızlıklarındaki, korkuları. Karanlıktı. Sırdı. Kirliydi. Ölümdü. 
Kaçanın sığındığı yerdi aslında. Herkes gibi kaçanların korkularıydı.

Baktığı zaman anladığını hissettirirdi herkese kendini, konuşmasa da. Karşısında konuşulanları duymazdı,  okurdu gözlerinden. Çırılçıplak hissederdi insan kendini onun karşısında. Düşünü gözlerinden okurdu. Gözlerinin karasından kendi yüzünün yansıdığını gördüğünde irkilirdin sanki kendini en derin kuyuda, en yalnız, en çaresiz hallerinde görürdün.

Çocuklara karşı sevecen bir bakışı vardı. Bakışlarıyla saçlarını okşar, dudağının kenarına yerleştirdiği tebessümünü usulca iletirdi. Acısını dindirmek için çocukları izlerken, yeryüzünün en masum ve aynı zamanda en bilge varlıklarından öğreniyordu yarının kirlenmişliğini…

Caddeyi adımlamaktan yorulup soluklandığı bir anda, gözüne kuytuya sinmiş, incitilmiş, korkak bir kedi yavrusu ilişti. Acıyı bilirdi en alasından. Hissetti acıyı, izledi, dokundu sanki görerek. Ayağa kalkarak o yöne doğru usulca yanaştı. Acının korkaklığını bilirdi. Çekinmişliğini. Ürkekliğini. Usulca ağır ağır dokundu varlığına…

Önce irkildi. Şaşırdı. Alışıla gelen bir şey değildi. Yalvarırcasına bakıyordu gözlerine bir daha incitilmemek için. Baktı önce kara gözleriyle en derinine, sakinleştiğini görünce aldı kucağına sonra. Sıcağını hissetti, incinmişliğini. Kokusunu duydu, ısındı, ısıttı. Adamın bedeninin, temas ettiği her yer temizlenmeye başladı, kediciğin bedeninde. Ruhunun huzura, eriştiği anda, okşanırken yani yumuşacık beyaz tüyleri, uykuya dalma öncesi en yakın eşikte, adamın bakışları aitliğin göstergesi ismini fısıldadı...

Meşki
                                                                  Picasso

17 Ocak 2011 Pazartesi

KÖKLER

Tavandaki lambadan sızan sesleri işitti ilkin. Ampulde yine çatlak var, diye uzandığı yerden hızla kalktı. Lambanın etrafında uçuşan böcekler damlayan her sesi uçuşan bir poleni yutar gibi kapıp aniden gözden kayboluyorlardı. Birkaç dakika içindeyse yeniden gelip, bir sesi kapmak için birbirleriyle savaşıyorlardı.
Lambanın altına koyduğu sandalyeye çıkan adam, ışığı söndürmeden elindeki cam parçasını yavaşça ampulün çatlak yerine götürdü. Isıyla birlikte çözülen cam parçası çatlağı - öylesine de olsa- kapattı.
Sandalyeyi köşeye yerleştirdikten sonra tam yerine oturacaktı ki bir inilti duydu. O'ydu bu... Telaşla koşmaya başladı. Odanın kapısını açıp içeri daldı. Yatakta yatmakta olan kadının yanına yanaştı. Kadının yüzü bitkin görünüyordu. Adama doğru uzanıp, zamanı geldi, dedi. Kadının ellerini tutan adam öperek, hayır sen iyileşeceksin, diye atıldı. Kadın güçlükle gülümsedi. Senden bir ricam olacak, dedi adama. Ve devam etti: Köklerimi en derinine sal...
Bu sözcüğün bitiminde kadının gözleri ses olup işitildi. Adamın gözlerinde bir süre yankılandıktan sonra kaybolup gitti sesi. Kadının başucuna oturup cansız bedenine öylece baktı. Sonra yanına uzanıp kulağına, ölümünle ısıt beni, dedi...
Soluksuz kaldığını hissetti. Nerede olduğunu anlayamadı. Suyun içindeydi. Boğulacağını düşündü o an. Katlanmış bir halde duruyor, kıpırdayamıyordu. Elleriyle sağına soluna dokunduğunda etten bir şeyin içinde olduğunu hissetti. Belki de etten bir denizdi bu. Ama bu kadar küçük olamazdı deniz. Belki de etten bir göldü... Hayır, hayır olsa olsa bu etten bir akvaryumdu. Hiçbir şey göremiyordu.
Başını yukarı kaldırdığında ince bir ışığın sızdığını gördü. Lamba mıydı bu? Zayıf sesler duyuyordu. Çatlak bu sefer hayatını kurtaracaktı. Parmaklarını o küçük deliğin içine yerleştirdi. Biraz zorladıysa da, delik büyümedi. Tüm gücüyle yüklenmeye karar verdi. İşte tam da o an küçücük delik kocaman bir boşluğa dönüştü. İçeri ışığın da girmesiyle birlikte bir zarın içinde olduğunu anladı. Dişleriyle yüklenip zardan küçük bir ısırık attı. Ve yine ellerinin marifetiyle zarın içinden çıktı.
Açılan oyuğun içinden çıktığında hızlı hızlı solumaya ve kahkahalar atmaya başladı. Gözlerinin yandığını hissetti. Işığa alışamadan birden, içinden çıktığı şeyin ne olabileceğini düşündü. Elleriyle gözlerini ovuşturduktan sonra arkasına döndü. Sevgilisi cansız bir halde yatıyordu. Hızla nerede olduğunu anlamak için etrafına bakındığında, dışarı çıktığı yerin, sevgilisinin karnı olduğunun ayrımına vardı.
Az önceki kahkahalar yerini acıya ve gözyaşına bıraktı. Yavaşça yataktan inmeye çalıştığında ayaklarının bedenini belli bir mesafeden sonra çekemediğini fark etti. Tekrar yatağa döndüğünde ayaklarının sevgilisinin karnında bir ağacın kökleri gibi yayıldığını gördü.
Yataktan birden sıçradı. Gördüğünün bir düş olduğunun ayrımına o zaman varabildi. Ve sevgilisiyse hâlâ yanında cansız bir halde yatıyordu. Gördüğü rüyaya bir anlam veremedi. Yerinden kalkıp içeri doğru gidecekti ki aklına o fikir geldi...
Örtüye sardığı sevgilisini yavaşça evin bahçesine çıkartıp sundurmanın altına yerleştirdi. Eline aldığı bir kürekle toprağı kazmaya başladı. Yağmurun da yağmaya başlamasıyla işi kolaylaştı. Bir saat içinde istediği genişlikte bir çukur açtıktan sonra sevgilisini o çukurun içine yerleştirdi. Ona uzun uzun baktı...
Koşarak sundurmanın arkasına geçip eşya deposundaki saksıların içinde bekleyen fidanlardan birini alıp mezarın başına geldi. Saksıdan çıkartıp sevgilisinin karnının üzerine yerleştirdikten sonra toprağı yavaşça üstüne örttü.
Fidanın üzerindeki tüm yaprakları teker teker öptü. Sevgilisinin kokusunu aldı. Biliyordu ki o büyüyecek ağaç sevgilisi olacaktı. Ve biliyordu ki sevgilisi ölümün içinde bir çatlak açıp kalbine sızacaktı.


Kafkarengi

                                                       Olaf  Giermann

13 Ocak 2011 Perşembe

SANA KORKMAMAN GEREKTİĞİNİ BEN SÖYLEYEMEM

yön kışkırtır
dahiliye içerir
kan nakli değişimi haber verir.
yön korkutur
karşıt ve taraf adleder kendini
kontrolsüz damlar
akmadan.
yön korkutur
siner; toplar tüm damarlarını sağ yanağına,
sindirir.
yön durdurur
atadır ve erkildir o'nca...
sağ elini kanatır.
yön devirir 
farkındasızlık o'nlarca...
devriltir evrilene dek
evrenin dip kuyularında.
yön öfkelendirir!
galonlarca çarpar alyuvarlarını zincirli duvarlarına
o'nca birikimini...
yön haykırır!
ünlemlerini fırlatır kıtalar arasına.
yön reddeder!
okyanusun ve uzayın birlikteliğini,
her nasılsa.
ve kanamalı
ve yaralı...
yön
çoktur azdır
yön yöndür işte
peşindeyken...
seviştikten sonra yorulur...
yorulur...
yorulur...
ve yorar...
yön yorar
ata ve erkil o'lanı...
tek o'lanı;
kendini tek sayanı..
kendini seçkisiz bırakanı..
üç ton kara
Vivian Maier

9 Ocak 2011 Pazar

'OKUNTU'

Anneannemin koltukları, atamıyorum bir türlü. Yeni örtüler serdim gelirsin diye…
Eskinin kokusu var mıdır? Bu kokuyu sever misin acaba? Bilmiyorum, neyi
biliyorum ki zaten? Bak, soruları biliyorum.Cevapsız kalsın, beklemediğim 
cevaplar olsun fark etmiyor. Soruları seviyorum. Bir sır vereyim mi? Soru soran
aslında çok da karşı tarafın cevabı ile ilgilenmiyor, hatta dinlemiyor bile.Yanlış
anlama, ben cevaplarla ilgileniyorum. Bak seninle bir oyun oynayalım.Sana soru
soran birinin yüzüne bak ama dikkatlice, kendi cevabı hazırdır, hatta dudakları 
kımıldar, konuşman bitsin diye heyecanla bekler bazen de bekleyemez bile. 
Suratı asıldı mı? Beklediği cevabı verememişsin!

Oyun moyun derken esas konuşacaklarımı şaşırdım. Bazen kalem akıldan önce
gidiveriyor, desene kalem de sabırsız.

Kapı çaldı, geldin mi? Yeni örtüler serdim, evi ısıttım, ocağa çay koydum. Sıradan
şeylerden konuşuruz olmaz mı? Ne bileyim 'porselen demlikte çay güzel olur', çocukluğumuzdan da konuşuruz hatta oyunlardan; dokuz kiremiti bilir misin sen?
Sapan yaptın mı hiç?

Yan komşu..Sıcak kurabiye getirmiş. Kapıyı çalan diyorum, yan komşuymuş. 
Başka zaman olsa bu kurabiyelere nasıl da sevinirdim. Kurabiyelere sevindim de
kapıyı çalan sen değilmişsin.

Kadıncağıza da ayıp oldu, kafasını uzattı kapıdan, gel felan demedim. Bu bekleme
anını bozamam. Belli dertliydi yine. Neyse onun gönlünü yarın alırım.

Çayın yanında bu kurabiyelerden de yeriz olmaz mı? Saat kaç acaba, saatleri
kaldırdım söylemiş miydim? Zamanla dalga geçiyorum bu aralar!

Beklemenin tadını kaçırma olur mu? Bak koltuklara da oturamıyorum örtüler bozulacak 
diye. Sahi sana söyledim mi? Bir pikap aldım, harika çalışıyor. Müzik de dinleriz sen
gelince.

Kurabiyelerden bir tane ağzıma atacagım, biterken kapı çalacak. Off gelen yok. Şöyle yapayım küçükken de yapardım bunu. Bundan sonraki şarkı benim olsun o sırada
gelirse beni seviyor demektir. Dördüncü şarkı mı deseydim? Neyse, üç hakkım olsun.
 Allahın hakkı üç..

Oturuyorum valla bozulursa bozulsun örtüler!

Kapı mı çaldı?

Yok. Koltuğun yanında duran şiir kitabını alıyorum elime, yalnızlığıma teslim oluyorum. Rastgele bir sayfa açıyorum, Adnan Azar'ın Okuntu adlı  şiiri çıkıyor karşıma.
İçimden geçen sese mani olamıyorum; ‘ bu şiir onun için ’


''Mevsimlerden denizi,

inceliklerden en çok geçmişi özlediniz.

Sevgiyi kavramanın ağırlığı başlayınca

bizim gibi kaçmadınız.

Belki biraz ağladınız; bir gözyaşı izi boyunca kanadınız.

Akşamlar ve parklar arasında dünyaya en çok siz yaraştınız.

Şimdi sizi çok özlemişiz.

Bir akşam bize gelirseniz, geniş koltuklarda otururuz; susarız.''


ÜçRenk Mavi
                                                       Frederic Leighton

3 Ocak 2011 Pazartesi

SİGARAYI ACISIZ BIRAKABİLMENİN ON PRATİK YOLU

1. SEANS

Simbiyoktik ilişkilere öteden beri meylim varmış da, habersizmişim bundan. Böyle açıklıyor kocaman, kalın camlı gözlüklerinin ardından bana gözlerini kırpıştırarak bakan adam . Adam, diyorum çünkü onu hangi sözcükle niteleyebileceğim konusunda kararsızım. Doktor, desem doktor değil; danışman, desem o da değil sanki. Bu belirsizlik yüzünden ona içimden “gözlük” demeye karar veriyorum. Simbiyotik ilişki de ne, diye soracağım sırada lisedeki biyoloji derslerinden bölük pörçük bir şeyler hatırlar gibi oluyorum. Bağlı yaşam ?.. Bağlantılı mı, yok yok buldum, ”bağımlı yaşam”. Tam Gözlük’e bundan söz edecekken, o konuşmasına devam ediyor kaldığı yerden.

“Bu meyil, sizi zayıf, zaaflı ve kırılgan kılıyor” diyor.

“Nasıl yani?” diye soruyorum,sözlerinin yarattığı tokat etkisini geçiştirmeye çalışarak.NASIL YANİ..?

        ( “Nasıl başladı?” diye soran biri  olsa verecek yanıtı yok . Bilmiyor çünkü.
          önemsiz, üzerinde düşünülme gereksinimi yaratmayacak basit bir ta-
         nışıklık; rastlaştıkça birkaç yüzeysel hal-hatır sorma.  Aylarca görülmese
        akla gelemeyecek öylesine bir tanıdık. Buydu, böyleydi… Ötesi yoktu.)

“Biyolojiye ait bir kavram aslında bu” diyor Gözlük “hani varlığını başka bir varlığa bağlayarak yaşama “.

“Evet, biliyorum da benim durumumla ilgisini kavrayamadım” diye yanıtlıyorum. Sinirlerim bozuldu bozulacak, sesim titredi titreyecek; boğazımdan bir çığlık yükseldi yükselecek. Sakin kalabilmeye çabalayarak, onu dinlemeye hazırlanıyorum. Mantıklı bir açıklaması olsa gerek.

        (Mantıklı bir açıklaması yok. Öylesine oluverdi işte.  Her salı öğleden
         sonra olanlar oluyordu o salı da. Kitabevinde geçirilecek keyifli bir
         saat için çıkmıştı işinden. Kapıdan girerken , her salı aynı masanın
         ardında oturmakta olan aynı kıza gülümsemiş ve dinginlikle dolaşmaya
         başlamıştı rafların arasında.  Sonra o kitabı görmüş, uzanmış; daha
         kitaba dokunamadan diğer eli fark etmişti.  Kendine ait olmayan o daha
        büyük, o daha kararlı eli.  Belki her şeyi başlatan o elin fark edildiği andı.
        Evet, belki de buydu.)

“Freudyen bir yaklaşım, oral döneme ilişkin takıntınız olduğunu söyleyebilir” soluğunu bıraktı . “Ama bu açıklamanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Sanırım sizi de tatmin etmeyecektir”. Sustu, gözlüklerinin ardında kırpıştırıp durduğu gözleri, canımı sıkıyordu.

“Peki sizin görüşünüz nedir*” diye sordum, sabrıma hayret ediyordum bir yandan da. “Nedir beni böyle simbiyotik kılan?”


“Bunu birlikte bulacağız” diye yanıtladı beni. “Adım adım ilerleyeceğiz.  Konuyu derinliğine tartışacağız ve göreceksiniz nedeni ya da nedenleri saptadığımızda, ondan kurtulmak çok kolay olacak sizin için”

Duy da inanma!

  
          (O anda elleri birbirine temas etti mi, gerçekten anımsamıyor.  Ama
           öyle olmalı. O fark edilmeyen ilk temasın ne kadar önemli olduğunu
          düşünemezdi elbet. Başını çevirdiğinde o tanıdık yüzü görüyor ve
          gayri ihtiyari gülümsüyor. Merhabalar , nasılsınlar alınıp; iyiyimler
          seni sormalılar veriliyor karşılıklı. Sonra adam az önce uzandıkları
          kitaptan iki tane alı, birini ona veriyor.  Açıp bakmıyor her ikisi de
         kitaba, çevirip arka kapağına göz atan da olmuyor. Ayaküstü söz
        konusu yazar ve yeni kitabı hakkında başlayan konuşma; adamın işaret
        ettiği kitabevinin arka bahçesindeki masada çay içerken devam ediyor.)

“Yapacağımız ilk şey..” diyor Gözlük “bağımlılığınızın ilk başladığı anı ve o anın koşullarını saptamak olacak.”

Anlamaktan çok uzak, safça baktığımı fark edince sabırsızca devam ediyor:

“ Yani ilk eylem hanımefendi.  Bağımlılığınızın miladına gideceğiz. İlk içişiniz.”

        (Birkaç yıldır süregelen tanışıklık boyunca birlikte içilen ilk çay
         bu.  O anda düşünmüyor tabii bunu.  Adamın gözlerindeki parıltıyı
        çayının şekerini karıştırırken fark ediyor. Edebiyat, kitaplar ve yazma
        eylemi üzerine devam eden sohbet arasında, düşünmeden neden söylediğini
        bilmeden, salı geleneğini anlatıveriyor adama. Bundan kimseye söz etmemişti
       daha önce.  Kendine ve kitabevinin girişindeki masada oturmakta olan
       kıza ait bir sırdı bu oysa.  Yaptığına şaşırmak aklına gelmiyor.)

“İlk ne zaman ve nasıl içtiğimi anımsamıyorum” diyorum sıkıntıyla. Belleğimi zorladığımı düşünmesi için, hatırlamaya çalışan bir insanın ifadesini takınıyorum. Gözlük için şu anda yapabileceğim bu sadece. İş birliği yaptığımı düşünmesi, kendini iyi hissetmesine neden olur diye düşünmekteyim.

“Hatırlayacaksınız merak etmeyin” diyor beriki “Unutmayın önümüzde sizi sıkıntınızdan kurtaracak on adım var ve bu ilk adım büyük önem taşıyor”

          
        (ertesi salı, adam kitabevindeydi; daha önce çay içtikleri masada
         oturmuş, bir kitabı karıştırıyordu .  Başını kitaptan kaldırdığında
        gördüler birbirlerini.  Gülümsediler.  Yanına gitmekle, o merhabanın ardından,
        sırtını dönüp kitaplara yönelmek arasında ikircikli kaldı. Adamın beklentili
        yüzü, ayaklarına sihir yapılmış gibi oraya doğru yürümeye başlamasına
       neden oldu. İlk kez o sırada soru belirdi zihninde: bu ne ki şimdi? “)

Gözlük beni kapıdan kış kışlarken bir sonraki seansı unutmamı tembihliyor. Nedense benden çok da haz etmediğini düşünüyorum.



5. SEANS

“Kat ettiğimiz yol ortada “ diyor Gözlük  gururla “artık bağımlılığınızın kötülüklerinin ve ona neden yenik düştüğünüzün bilincindesiniz.”

“ Haklısınız” diye onaylıyorum onu sahte olmadığını umut ettiğim bir coşkuyla. Oldukça havaya girmiş durumdayım. Olan biten bana bu denli komik gelmese, işe yarayacak belki.


            (duyguların içinden çıkamayacağını fark edip de, neredeyse korktuğu için
            salı günleri kitabevine gitmeyi bıraktı. çok da zor olmadı bu başlangıçta.
            yapması gerekenin bu olduğuna ikna etmişti kendini ve içi rahattı. Her
            ikimiz için de doğru olan bu, diye düşünüyordu. Adamın onu aramayacağını
            biliyordu . Nasılsa vazgeçecekti beklemekten. Onun için okunacak daha nice kitap
            vardı nasılsa.)

“Vazgeçmeniz için çok geçerli nedenleriniz var, bunun bilincindeyiz değil mi?” diyerek ani sorularından birini daha soruyor Gözlük. Sanki zaman zaman oradan zihinsel bir yolculuğa çıktığımın; onu dinlemediğimin farkında da, beklenmedik sorular sorarak beni yakalamak istiyor.

Başımı sallıyorum yanıt vermek yerine. Üstüme gelmemeye karar veriyor.

“ Son seansımızdan bu yana, ne kadar içmeden dayanabildiğinizi merak ediyorum” diyor.


              ( Sekiz salı dayandı. Sekiz hafta boyunca her salı kendisiyle mücadele
                ederek dayandı. Dokuzuncuya gücü kalmamıştı. Adeta koştuğundan
               kapıdan içeri girdiğinde soluk soluğaydı. Bahçeye doğru yöneldiğinde
               onu orada görüp göremeyeceğinin merakı ağır bastığından, bir açıklama
               isteneceğini düşünmemişti. Açıklaması yoktu ki…)

Gözlük’e yaptığım itirafın ardından arkama yaslanıp, sitemkâr bakışlarını karşılamaya hazırlanıyorum. Durumun o kadar da umutsuz olmadığına dair, benden çok kendini ikna etmeye yönelik konuşmasını sakince dinliyor; bir sonraki seansa zamanında geleceğime söz vererek ayrılıyorum yanından.

10. SEANS

Hangimize acıyacağımı bilemez durumdayım. Hadi ben, iflah olmaz bir simbiyotiğim de, Gözlük kendine ve “sigarayı acısız bırakmanın on pratik aşaması” adlı kitabına duyduğu inancı yitirmek üzere. Son seansımızda, umutsuzluğunu gizlemeye çabalayarak konuşuyor:

“Kendinize neden bunu yapıyorsunuz? Düşünün, lütfen düşünün bir kere, neden? “


              (Salılar acı verici olmaya başladı. Adam kırgınlığını acımasızlığın
               ardına saklayarak, bulduğu her fırsatta incitiyor onu. Her defasında,
               bir daha oraya gitmemek kararı aldığı halde, salı sabahından başlayarak
              hazırlıyor kendini olacaklara. Ayakları kendiliğinden buluyor yolunu,
              cellada başını sunuyor büyük bir sükunetle. Masum değil o da. İşkenceyi
              kabul ederken , işkencecinin zayıflığını yüzüne vurmak da onun zaferi.
             egolar çarpışıyor; kim daha çok acıtan sözleri bulduysa, kim kırbacı
             daha hızlı indirdiyse haftanın galibi ilan ediliyor. Bunu kendine ve ona
             neden yaptığını hiç bilmiyor.)


Suskunluğum, “yapamıyorum, vazgeçemiyorum” diyen bakışlarım çileden çıkarıyor Gözlük’ü. Gerçek zafer, yenildiğini kabul ettiğinde başlar. Biliyormuş Gözlük de bunu. Bu beklenmedik bilgelik şaşırtıyor beni.

“Bu işi birlikte başaramayacağımızı kabul etmek zorundayız ne yazık ki” diyor.

Sırıtıyorum biliyorum, ama elimde değil.

“son bir yol kaldı” diyor istemeye istemeye.  On seanstır ilk kez büyük bir merakla bakıyorum yüzüne.


                (Günler , haftalar sürdü zaten çoktan alınmış ve haklılığı su
                 götürmez kakarı uygulama gücünü toplamak . Önceleri adama
                 bir açıklama yapmanın gerekli olduğuna inandırmıştı kendini;
                biliyordu böyle olmazdı. Sonra yüreğinde migren sızılarıyla dolaştı bir süre
                başladığı anı ve o ilk teması tekrar tekrar yaşadı zihninde . Sadece
               “tanıdık” ya da “aşina” oldukları zamanı özledi durdu. Sonra salı
                günlerini kesti, çıkardı yaşamından. Haftanın ikinci gününün tek anlamı
                kaldı onun için. O kitabevine gitmek, içeri girmeden büyük cam vitrinin ardından
               adamın bir kitaba eğilmiş başını izlemek . Onun orada durduğunu, başı bir
               kitaba gömülmüş varlığını bilmek; özlemi hep taze tutmak! )


11. SEANS

Serap hanıma minnettar gülümsüyorum.

“Büyük iş başardınız, biliyorsunuz” diyor. “ ama unutmayın her bağımlılık, zararsız hale getirilse de, yeniden yaşamın merkezine yerleşmek için hazır bekler, dikkatli olmalısınız”

Büyük cam vitrinin ardında kızgın, kırılgan parmakları o kitabı kavramış, gözlerini sayfaların arasında dolaştıran adamın sersemletici görüntüsü beliriyor zihnimin ekranından.




“Biliyorum” diyorum doktoruma “ biliyorum..”

Kadının esmer, ince parmaklı elini sıkıyor ve yanından aceleyle ayrılıyorum.

Günlerden salı….

Lila Gam
                                                              Abidin Dino