29 Eylül 2011 Perşembe

RENK VE SES

Karanlık, loş bir miskinlikte, usul bir ışık yayılıyordu sahneden. Müşterilerin bitkinliğine ayak uyduruyordu gıcırdayan sandalyeler. Homurdanırken karmaşa, kent yuttuğu kalabalıkları sindiriyordu...
Çevresinden bi haber yalnız adam, kadehinde kırmızı tonuna bürünen silüetini yıllandırıyordu. Avucundaki yüzü, ahşaba yaslanan dirseklerini acıtsa da; umursamıyordu...
Pili bitmekte olan bir saat vardı kolunda. Yaşanan ortak zaman,sanki kolundaki atımlara yaslanmak istiyordu. Her kalp atışında , avucundaki kadehin içindeki, eskimiş gramafon sesi dalgalanıyordu... Geçmişin sesi dalgalanırken önünde, her dalga geriye adımlıyordu... Mekan silindikçe siliniyordu gözünde. Sesler ve kırmızı kaldı sadece geriye... Ve onun ete kemiğe bürüdüğü kadın... Sahnedeydi. Gramafon kendiliğinden sustu birden. Kırmızı ellerinden uçuverdi kadının üzerine. Sardı sarmaladı vücudunu. .Elini uzattı kırmızılı kadın seslere ve bütün centilmenliğiyle kabul etti bu dansı... Seslerle bir tango başladı birden...
Karanlıktan açtı gözlerini yalnız adam; kulaklarının ısrarına dayanamayarak. Gözkapaklarının perdesi açılırken, sahnede meçhul yalnızlık vardı. Tek sefere mahsus sahnelenirken, bütün uzuvları, ayakta alkışladı. Seslerin yerinde olmayı arzuladı ve kırmızılı kadınla göz göze geldi birden. Ve kadın sesleri boynuna bir fular gibi sardı. Dansa devam etti adam kırmızıyla..... 
Meşki
                                                              Micheal Kenna

24 Eylül 2011 Cumartesi

Bir Akdeniz Ziyaretçisinin Not Defterinden: AKDENİZ TUTMASI


Kağıdım yoktu,
bir de kalemim.
Ben dijital satırlara yazmayı da severim.

Buraların evleri güzel olur.
Cumbaları vardır,
cumbaların altında balkonları…
Beyaza boyalıdır duvarları.
Beyaz olmasa güneş yakar kavurur.
Köşeleri ahşaptandır duvarların,
koyu kahverengi.
Dar sokaklar ayırır evleri,
gizli gizli
kavuşur gölgeleri.

Her evin altında bir çarşı.
Çarşılarda birbirinden güzel binlerce renk.
İncikler boncuklar,
         alınmayı, takınmayı bekler,
hepsi birbirinin aynı,
                  hepsi ayrı
                           birbirinden…

Evlerin bittiği yerde çay bahçeleri başlar.
Hem çay içilir, hem bahçedir,
         boşa değil bahçe oluşu,
         yıllanmış ağaçların varlığı anlam katar bahçelere.

Güneşin tepeden çekildiği akşamüstleri serin olur çay bahçeleri
                                                                                    sıcak çaya inat.
Kedileri uysaldır bahçelerin.
Sırtı siyah göğsü beyazdır.
Pembe boncuklardan minik bir kolye takmışlar,
                           güzelliğine güzellik katmışlardır.
Masanın yakınına uzanır,
umarsızca diker gözlerini gözlerine.
Zeytin her ne kadar ‘sevilmese’ de,
         güzeldir
                  ham zeytin rengi bu gözler…

Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi
                  burada da bir saat kulesi vardır.
Kimi saltanatın son yıllarında dikilmiştir,
                  kimi cumhuriyetin ilk demlerinde.
Ama yoktur hiçbir kentte buradaki gibi
saat kulesinin yanında yivli minare…

Minare, kiremit rengi tuğladandır,
         belki de tuğla rengi tuğladan.
Yanaştım dibine, sordum,
         “neden yivlisin yivli minare?”
Söylemedi…
Dili olsa kesin söylerdi.

Evlerden,
         çay bahçelerinden,
                  yivli minareden uzaklaştıkça
denizden de uzaklaşırsın.
Aslında o uzaklaşmaz senden,
         gitsen otursan tophaneye,
                           uzatsan ellerini,
                           uzanıp tutuverir denizin elleri seni…

Akdenizin elleri kocamandır.
Her parmağında rengarenk yüzükler
gider gelir birbiri ardınca gemiler.
Akdeniz uçsuz bucaksızdır, sadedir,
                                    mütevazidir bir o kadar.
Benzemez kibirli küçük kardeşi Marmara’ya…

Oturur izlersin yukarıdan denizi,
                  deniz biraz bulutludur,
                           uzanır daha yukarıdan izler seni.
İçine çekersin sonra,
         her nefeste binlerce yıllık deniz,
         her nefeste binlerce yıllık güneş,
                                                         balık,
                                                               yosun, tahta,
                                                                                 azot…
Her nefeste özlersin sevdiklerini.
Kadim dostlardır bunlar.
Yok yok, öyle değil,
         dostlar da vardır elbet sevilen
                  ama bunlar onlar değil.
Hangi avucundaki nasır hangi çekicin eseridir,
         dudağındaki hangi yara hangi akşamdan kalmadır,
                                             saçının hangi teli inadına sarıdır
bunları bilmese de bilen dosttur özlenen.
Hırçın bir kuştur mesela.
Başına buyruk bir martıdır.
Özgürlüğüne düşkün bir sokak kedisidir,
         çağırsan yanına gelmez,
                  kendiliğinden gelir
                           canı isteyince…

En çok da bir kadındır özlenen.
Bu kadının bir çift gözü vardır kaşının altında.
İki ışıltılı pınar,
         çocuk gözleri,
                  akdeniz mavisidir bu gözler.
Bu gözlerin bakılması olur,
                  öpülmesi olur bir de…

Bu kadının bileklerinin ucunda elleri vardır.
Ufaktır eller.
         Yazı yazar,
                  heykel yapar,
                           çizi çizer bu eller.
Yüzük takar ara sıra,
         takmaz ama çoğu zaman.
Bu ellerin tutulması olur,
         yürekte gezinmesi olur,
                  yüze sürülmesi olur,
bir de mahrem yerlere…

Bu kadının dudakları vardır,
         çenesiyle burnunun arasında.
Konuşur boyuna,
                  kıpır kıpır.
Boş da söyler,
                  dolu da.
Ne söylese güzel söyler ama…
Bazen sigara tutarlar kimsenin yardımı olmadan.
Kimi zaman tutmaz atar sigarayı,
         korkutur
                  heyecanlandırır insanı.
(İnsan gördüğü ilk günden beri korkmaz mı ateşten?)
İşlektir bu dudaklar,
         işlek ve istekli…
Bu dudakların öpülmesi olur,
                  bir daha öpülmesi,
                           yine öpülmesi…

Bu kadının aklı vardır,
         kendinden büyük.
Akarsu kadar berraktır,
         hızlıdır bir de o kadar.
Gün olur
         yağmur yağar
                           bulanır,
                              güneş açar sonra,
                                                      durulur…
Serindir akıl,
         huzur verir,
                  güven verir.
İzlerini taşır eski kadınların,
                           bir de adamların.
Bu akla sorulması olur,
                  söylenmesi olur.
Bu aklın bilmesi olur,
                  bulması olur,
                           yanılması olur.
Sarılması olur bu aklın,
                  sevmesi olur,
                      sevilmesi olur…

Akdeniz tuttuğunda ellerini,
                  özletir sevdiklerini.
Özlenen bir kadındır artık,
         bütün bir kadın.
Soran bilen aklı,
         işlek istekli ağzı,
                  minik hünerli eli,
                           ışıklı mavi gözü,
                                    özleyen zihni ve bedeniyle
                                             özlenen bir kadındır artık…

Güneş batmış artık,
akdeniz üşüyor mu ne?
Yanlış mı gördüm yoksa,
                  şu titreyen
                     akdenizin teni değil mi?
Hadi gidelim minik denizim.
Ben seni uzaktan da ısıtır
                                    severim… 
Ebruli   


                                               Su Mavisi

4 Eylül 2011 Pazar

AKLIMI UÇUR BEDENİMİ PARÇALA





  Aklımı uçur... Bedenimi parçala... diyesim geliyor sıklıkla ama bunu tam olarak hangi kameraya doğru söyleyeceğimi bilemiyorum. Sesimin hiçbir yere ulaşmamasından ürküyorum. Kameralar kayıtta değilse dahası koca binada hiçkimse yoksa. Stüdyo boşsa. Tam bunu söylediğim an tüm ülke bir dakikalık TV kapama eylemi yapıyorsa. Neden bu denli hiçbir şeyden haberim yok? 

  Tüm bunlar, her şey! Hiçbir şey düşünmezken geldi başıma. Masama bir kolumu uzatmış diğeriyle saçımla oynuyordum. Yoldan her araba geçişinde pencereme çarpan minik asfalt taşlarından geceleri ürktüğüm gecelerin birinde... İşlek asfaltaki bu eve dar bir zaman olduğu için düşünmeden taşınmıştım. Banyo deliğinden çıkan böcekleri de saymazsam sadece kolumu uzatmış ve saçlarımla oynuyordum. 

  Aklımı uçur... Bedenimi parçala... 

  Dünyayı turlama, margarin gibi manita hayalinden ya da mucize kafalardan uzakta, bir şey düşündüğümü hissetmediğim bir yerde, dalmıştım. Bedenim burada, kolunu masaya uzatmış bir eliyle de saçıyla oynarken aklım uçmaya programlı hazır oldaydım. 

  4.47'lik bir şarkının bitimine doğru beni havaya sokamayan şarkı değil umutsuzluğumdu. Umut etmek bir ödüldü Neyse ki ben ödüllerden nefret ederdim. Benim ödülüm yoktu. Ödül yoksa insan zamanla çirkinleşirdi. Ödülümün avcısı olacak denli düşünmemeyi becerecekken tam, tam bitirecekken içimde uzayan düşünceleri yeni bir tanesini ekliyordum. 

  Yeni bir dram ekledim en son, aklımı uçur, bedenimi parçala diyebileceğim hiçbir şey yok bu yeryüzü üzerinde. belki başka biri olarak doğarsam, belki başka bir hayatta... Başka bir gezegen de mümkünse.

  Tam açıyı tutturup 'en sevdiğimiz başka bir hayatta görüşmek üzere' diyorum ekrana.  Tam o sırada elektrikler kesiliyor. ülke büyük bir karanlıkta. Az sonra beni yayından alıp bu konuyu tartışacaklar.

  Korkularımın aleviyle bir daha baş başa kalıyorum ve tek ödülümle.

Havadar Mavi

                                                                 Kuzgun Acar

1 Eylül 2011 Perşembe

ÜÇRENK ÇOKRENK OLURKEN



Olabilir mi, dedim. Olur, diyen o iki sesten daha duyulabilir olan o iki sese ait kararlılıktı. Nasıl, diye sordum. İnsana dair ne varsa onu katarak yanımıza,  dediler. Ama nasıl, diye ısrar ettim. Başka bir ses yetti yanıtıyla:

ÇÜNKÜ YAŞIYORSANIZ MEŞGÜLSÜNÜZDÜR!

Bu sesi tanıyor olabilir miyim, diye düşünürken uzaklardan gelen ama giderek yaklaşan bir uğultu, bir söz kalabalığıyla dikkat kesti zihnim. Bana, bize doğru yürüyen, söz’lerden kurulu bir koro varlığını sezdirmeye başlamıştı. Bir kırmızıya baktım bir maviye. Ne oluyor, diye sordum yine. Cevap henüz tanımadık başka bir sesten geldi:

BİRİKTİRDİĞİMİZ TOHUMLARA GEBE SUSMUŞ TOPRAKLAR…

Konuşan kimdi, bilmiyordum. Kim konuşuyor, diye sordum yine. İçimden bir ses cevabın mavi ya da kırmızı’dan gelmeyeceğini söylüyordu bir yandan da. Haklıydım.

BEDENİ OLMAYAN BİR EL İÇİN HAYAT SONSUZ!

Bu kez soru kendimeydi: kim bunlar? İmgeler, dedi içimden bir ses. İmgeler;

İMGELER: HEP BİLİRİZ ONLARI AMA BİZDEN DE KAÇIK. KANATSIZ KUŞLARIDIR YA ŞİİRLERİN. NASIL UÇARLAR BİLİNMEZ AMA UÇARLAR İŞTE.

Nereden geliyordu bunca söz, bunca ses. Sebepsiz mutluluğun geldiği bir yer var mıydı?

YÜRÜDÜK. BİRAZ SONRA KALDIRIMIN KENARINA OTURUP SAHTE SAATLERİ YOLA ATTIK İÇİMİZDEN.

Peki ama nasıl?

HERKESİN YANINA KALACAK SIR GİBİ
ÇOĞALACAK YARININDA TARİH GİBİ.

Bunca söz bize doğru akarken, geride ne bırakıyorlardı kendilerinden. Zihnimi meşgul eden bu sorunun da bir yanıtı olduğunu biliyordum artık. Çok beklemem gerekmedi:

ANLAMAK KOLAYDI ÇÜNKÜ “ HER ŞEYİN BİR ANLAMI VARDI” VE GİZLİ OLAN NE VARSA ORTA YERDE GÜNEŞLENİYORDU.

Yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. Kavrayış kabullenişi, kabulleniş ise umudu taşıyordu yanıma. Umut sirayet ediyor bize eklenen her söz’ün çıktığı zihin ile görünür kılıyordu varlığımızı.

KAÇANIN SIĞINDIĞI YERDİ ASLINDA. HERKES GİBİ KAÇANIN KORKULARIYDI.

Geliyorlardı. Geliyorlardı çünkü;

ÖYLE GÜRÜLTÜLÜ VE SOĞUK
ÖYLE KAN REVANDI Kİ
ŞEHRİN YALNIZLIĞI

Geliyor ve inanıyorlardı. İnanıyorlardı, peki ama neye?

İNSANLAR İKİYE AYRILIR OĞLUM
KADERE İNANANLAR VE KEDERE İNANANLAR.

Kederine inananların hayatlarında var olan neydi sorusuyla irkildi zihnim:

BİR KEDİNİN SOLUĞUNA DAHA ÇOK YER VAR HAYATIMDA…

Yanımıza kattığımız her ses’in bir de rengi vardı ve geldikleri yerde bıraktıkları başka bir geçmiş.

SON KEZ DOKUNUP BALIKLARIN RENKLİ PIRILTILARINA, VEDA ETTİM SAĞIR RENKLİ BİR HAYATA…

O geçmiş, neredeydi peki?

ALDANIŞIMIZIN TOZLU DÜZENEĞİNDE…

Beraberlerinde getirdikleri harikaları sakladıkları çıkında ne vardı bilmiyordum. Bir bilen vardı elbet:

ÖZYAŞIM, ÖZÜMDEKİ YAŞAM. İÇİMDE ISSIZ ADALAR…

Sözleri geldi, renkleri geldi, onlar geldi biz zenginledik. Her gelenle heves büyüdü. Heves inanılmaz bir güçtü:

YENİDEN ÖLMEYE HAZIR DEĞİLİM
SANA ÇAĞRILABİLEN BİR HEVES BULDUM.

Söz’ün aşıladığı heves, ömrü beslerdi. Aksi halde;

HURDAYA ÇIKAR BİR ÖMÜR USLANMAZ.

Uzak mıydı geldikleri yollar? Bir ses sızlandı:

YÜRÜMESEM…

Başka biri atıldı:

KORİDORSA UZUN BİR ŞİMDİ’NİN GEÇMEYECEK ANILARININ TOPLAMI GİBİYDİ.

Bir diğer ses hayıflanır gibiydi,

KAÇ HAZIRLIK YAPTIM DA GİDEMEDİM.

Bunca zihin nasıl doyar, diye düşünecekken haklı bir çığlık işitildi koronun arka sıralarından.

AÇIM ETİMİ YİYORUM!

Çığlık karıştırdı kalabalığı, bir dalgalanma görür gibi oldum. Gördüğüm sese büründü yine, şaşırmadım:

BEYAZ Bİ ÖRTÜ HAVALANIP DÖNENİYOR YİNE…

Sabırsız sesler varlıklarını belli etme telaşındaydı, telaşın sesi fısıltıyı andırıyordu:

HADİ ÇIKAR BE PETUNYA!

Sabırsızlara beklemenin erdemini bilenler eklendiğinde renk cümbüşü gözümü kamaştırmaya başlayacaktı, biliyordum. Çok geçmedi:

BEDENİ TOPRAĞA ÇOK YAKIN, ÇİMİN KOKUSUNU DUYUYOR, DONA KALMIŞ BİR PİŞMANLIĞI ERİTİYOR, BAŞINA TAŞ DÜŞMESİNİ BEKLİYOR AĞAÇLARIN ARASINDA.

Bir başkası, itiraf eden ağzın yalnızlığından dem vuracak gibiydi:

BAZEN OLDU TANRIYA BİRAZ YAKLAŞTIK. YAKLAŞMANIN EN UZAK BİÇİMİYLE…

Diğer bir ses geride kalmadığını umut ettiği bir umarsızlıktan söz ediyordu çevresindekilere;

OKUDUĞU SÖZCÜKLER TENİNE DEĞMEDEN YANINDAN GEÇİP GİDİYORDU. HİÇBİRİNİN ANLAMINI BİLMİYORDU, UNUTMUŞTU. BELKİ DE HİÇ ÖĞRENMEMİŞTİ.

Kalabalığa uzun uzun baktım. Bir dolu rengi yüzeyinden yansıtan bir ırmağa benziyordu. Hiçbirinin ismini bilmediğimi düşündüm sonra. Bir adları olabilir miydi, cevap için bakınırken korodan az sonra başka bir sesin yükseleceğinden emindim:

İSİMSİZLER BANA BENZİYORLARDI
BİR PARÇA BEYAZ BİR PARÇA SİYAH
BİR PARÇA İYİLİK BİR PARÇA KÖTÜLÜK.

Yanıt beni gülümsetse de, bir başkasının çok geçmeden geleceğini bildiğimden tebessümümü erteledim.

PARMAK UÇLARINDAN AKAN İRTİFANIN ASİL DAMLATAŞLARI.

Karşımda duran renkler ve seslerden yapılmış bu nadide tablonun gerçek olamayabileceğine ilişkin korkumun kendini giderek belli etmeye başlamasıyla, kırmızıya döndüm. Bütün bunlar gerçek mi kırmızı. Söyle bana.

GERÇEĞİ SÖYLEYEMEZSİN. DİLE GETİREMEZSİN. SÖZ GERÇEĞİ SÖYLEMEYE SOYUNDU MU, DOĞRU VEYA YANLIŞ GİYSİSİNİ GEÇİRİR SIRTINA. BU KOKUYA, BU KORKUYA HİÇBİRİ YARAŞMAZ ŞİMDİ. SUS!

Bildik kırmızı sözleri geleceğini tahmin etmediğime hayıflanarak maviye döndüm umutla. Burada, bu renk okyanusunda, hep beraber ne yapıyoruz mavi, diye sordum. Sözünün yumuşaklığından emindim. Yanılmamışım:

YOK YOK AĞLAMA YAĞMUR GÖZLÜ, HATIRLADIM. HALA SÖZCÜKLER VAR. SONBAHAR OLMASA DA BU KENTTE, SONBAHARIN RENKLERİ VAR, RENKLER VAR. KIZILDAN MAVİYE… SONBAHAR OLMASA NE ÇIKAR? YENİ TANIMLAR BULURUZ KENDİ İMGELEMLERİMİZDE.
GEL HADİ GİDİYORUZ, HEM DE BURADA KALARAK, SÖZCÜKLERİMİZİ BULMAYA.

Olabilir mi, dedim. Olur, diyen o iki sesten daha duyulabilir olan o iki sese ait kararlılıktı. Nasıl, diye sordum. İnsana dair ne varsa onu katarak yanımıza,  dediler. O gün bu gündür yoldayız. Önce üç’tük, şimdi çok’uz. Çokrenk’iz.

ÜçRenk

                                                                             Lal