30 Aralık 2012 Pazar

BİR MEKTUP: YAPAYSIZ, ACELESİZ




Geceyi giyen kadın,

Biliyorum, uzun zaman oldu konuşmayalı senle. İlkbahardan yaza kadar, dudaklarından doğup Akdeniz’e, belki daha yakına, bilmem belki Ege’ye dökülecek sözcüklerini bekledim.

Yapraklar sararıyor…

Ne güzel olurdu konuşsaydın. Ben de güzel olurdum: Bir masal tasarlardım; yapaysız, acelesiz, ellerine dokunurdum sonra ürkekçe, büyülü balıkların yüzgeçlerinden tutup, uslanmaz serçelerin kanatlarından esen yelle, Deliveren çiçeklerinin kokusuyla şenlenen, Boyabat ağacının gölgesine davet ederdim seni. Güzelce nefeslenirdik birbirimizin yorgunluğunda. Ben alırdım örneğin, sen verirdin ardından. Hep papatyaların yapraklarını sayacak değildik ya, birbirimizi sevip sevmeyeceğimizi düşünecek yerde, birbirimizin varlığı ilgilendirirdi bizi bundan böyle.

Gelir miydin benimle?

Ne güzel olurdu konuşsaydın. Ben de güzel olurdum: Sen geceyi giyinmiş olduğundan gündüzün olurdum seni ısıtabilmek için. Parlardım ha, parlardım tepemizde, hatta utanmaz olup gözlenenin ötesine çekilir, bir ufuktan ötekine kavrularak geçerdim yalınayak. Çekinmezdim de hiç çıplaklığımdan, gölgemizde büyütelim derdim ormanlarımızı, gölgemizde büyürdü düne doğan çocuklar, yarınları olurduk biz. Böylece düşlerini geleceğe saklamak zorunda kalmazlardı. Kaygısızca okunabilen şiirleri kazıtırdık yeryüzlerine sonra ama marşları okutmazdık. İki geriye bir ileriye gitmek demek olurdu bu, yeğlemezdik. Elbette değiştirmezdik hiç; Dağların adını, ‘dağlar’ koyardık, tepelere ‘minik evler’, birbirinden duru akan ırmakları salardık çevrelerinden, ovalar boyunca yine. Ovalar boyunca yeşile boyardık arta kalan toprağı. Bir ülkeden diğerine, denizler serpiştirirdik; mavi beyaz, dalgalı. Kızlarımızın gözüne güven beyazı sürüp, erkeklerimizi umut renginde boyardık. Güzel olurdu öyle. Biz bakınca gülümserdik, Tanrılar da şaşardı.

Olur muydun yıldızım?

Ne güzel olurdu konuşsaydın. Ben de güzel olurdum: Sevmenin diliyle konuşurdum senle. Evet, önce senle konuşurdum, bunu ikiliyorum. Binlerce abeceyle karmakarış etmezdik anlatmak istediğimizi. Böylece dolaşmazdı sözlere ellerimiz, dahi ayaklarımız. Başka işlevleri yüklenirdi tenlerimiz, kızışırsa ortalık. Bakışırdık uzunca ve bir tek sözle, binlerce yılı anlatmayı becerirdik gözlerimizle. Bu da bizim aydınlık sabahlarımızı renklendirmeye haydi haydi yeterdi. Ah, keşke karnında yatabilseydim bir ömür, bir ömür de göğüslerinde sabahlasaydım her gece, demeye çalışıyorum arsızca.

Kalır mıydın içimde?

Biliyorum, sözlerim ayıpça biraz. Ayıp şeyler de düşünüyorum elbette bazen. Haydi, kendimden geçtim, bari senden saklamamalıyım hiçbirini bunların. Yanaklarım da kızarmıyor değil hani; çünkü sır, bir kez sözlendiğinde, üzerine sıvanmış gözle görülmez katmanını hemencecik yitirir. Edepsiz bir anında yakalanan kadına benzer o haliyle ağızdan kaçırılan. Bir erkek de olabilir, emin olamıyorum fakat…

Heyhat, kendimi avutuyorum…

Ne de güzel yakışırdı tenin geceye senin, ne de güzel olurdu gündüze seninle uyanınca.

Ne güzel olurdu konuşsaydın, Ben de güzel olurdum: Akdeniz’i sorsaydın uyanıp düşlerinden, ben sana Ege’nin rüzgârlarını bile duraksız anlatsaydım.


Özlüyorum çok,

Tenekeden Macivert

                                                                  Katerina Sokava

24 Aralık 2012 Pazartesi

BİR ÖLÜYE MEKTUP





On yıl önce tam da bugün, hayatta en çok benzemek istediğim adamı, kendi ellerimle toprağa verdim. Bütün çocukluğum, onun gibi biri olmaya çalışmakla, onun ayaklarının yerde bıraktığı izlere basmakla ve yürürken ardında bıraktığı ekmek kırıntılarını toplamakla geçti. Gömerken bile o olduğuna inanamadım bir türlü. Sanki bir göçebeydi beyaz kumaşlara sarılan ve ben tanımadığım bir ülkeden getirdiğim toprağı atıyordum üstüne. O gün, sapından tuttuğum kürek ellerimde kaldı ve ben her sabah, daha başlamamış günün cesedini attım içimden kazıyarak. Gecenin bir vakti, cebimde tütün kolonyası ile eve gelip, o kolonyayı verecek kimseyi bulamayınca anladım onun gerçekten gittiğini. Duvarlardaki bakışları, kapı eşiklerinden atlayarak geçen nefesi, bahçede gövdesi birbirine geçmiş ağaçlar, kırmızı halının üstündeki anason lekeleri… Bütün hepsi onunla beraber gitmişti sanki. Geride, ömür boyu sormaya korktuğum sorular bırakarak.

Bugün tam on yıl oldu baba! Tam on yıldır sırtımda bir zıpkınla geziyorum. Ellerim yetişmiyor onu çıkarmaya. Ne zaman arkama uzansa kollarım, cam kırıklarıyla dolu bir fıçıya daldırıyorum sanki ellerimi. Ne annemin odalara yayılan ve gittikçe koyulaşan kederi, ne kardeşimin günden güne acıya uzayan boyu, ne de oğullarımı senin kucağına verememenin açtığı oyuk. Hiçbir şey tanımlamıyor içimde genişleyen boşluğu. Durmadan devr-i daim yapan şu hayatın içinde, çarpmak için kendine göre bir kayalık arayan bir tekne gibiyim…

On yıl önce, tam da bugün, hayatına kendi elleriyle son vermiş bir adamı, onun sakallarına dokunmayı özlemiş ellerimle toprağa verdim. Biliyorum, imkânı olsaydı eğer, kendi gömmek isterdi bedenini toprağın altına, suyu başına değil de ayakucuna dökmek isterdi. Hayatta en çok olmayı istediğim adamdı. Şimdi omuzlarıma ceket gibi attığım kapkara bir tedirginlikle, sonumun onun gibi olmaması için çırpınıp duruyorum.

İnsan uzağında olduğu ama eninde sonunda yüz yüze geleceğini bildiği birini özlerse eğer, özlemek o insanı büyütür. Ama artık hayatta olmayan, hiçbir şekilde bir araya gelemeyeceği bir insansa beklediği, bundan daha ağır bir duygu yoktur yeryüzünde.

Seni çok özlüyorum baba! Seninle kızgın güneşin altında tütün kırmayı, börülceleri yere diktiğin çubuklara bağlamayı, elma ağaçlarının gövdesine kireç sürmeyi, ıssız bir fabrika deposunda zeytinleri çöplerinden ayıklamayı, köy kahvesinin ahşap masalarında, gürül gürül yanan sobanın etrafında domino oynamayı, kapı önünde nacakla odun kesmeyi, bakla yaprağından yaptığın salatayı kaşıklamayı, dağlarda mantar aramayı, hayıtların kabuklarını soymayı, kahverengi kabanınla sokağın köşesinden döndüğün anı özlüyorum. Sonra tütünün sararttığı bıyıklarını, yanağında çıkan bezeyi, kırçıllaştıkça çam ağacı gibi kokan saçlarını, her gece özenle meyve dilimleyen ellerini, altına toprak biriken tırnaklarını özlüyorum… İnsan hiç sever mi hastalığını? Ben, senden bana kalan tek şey diye, her gece migrenime sımsıkı sarılıp öyle yatıyorum.

Bugün tam on yıl oldu baba! On yıldır yüzümde bir kuyu deseniyle yaşıyorum. Ayakkabımın içine pıtraklar dolmuş, ceplerimde çakırdikenleri. Bana ait değil sanki kimliğimdeki fotoğraf, aynada baktığım yüz, omuzlarımdan sarkan kollarım benim değil. Kendimi on yıl öncesinde bırakmışım; çam ağaçlarıyla dolu o mezarlıkta. Oysa bir iğde ağacının dibine gömülmek isterdin değil mi? Her rüzgâr estiğinde, iğde çiçeklerinin kokusunu duymak ve sırtını gökyüzüne dayamış bir yamaçtan izlemek isterdin denizi. Kim bilir, belki arada sırada yerinden doğrulup tuz kokusuna gitmek de gelirdi içinden. Her şey yarım kaldı baba. Bak! Kazık kadar adam oldum ama yine de beceremedim sana benzemeyi.

Hayat gidenin yerine bir başkasını çıkarıyor her zaman. Ama eksik, ama fazla. Bugün tam on yılını doldurmuşken sensizliğin, dört gün önce bir oğlum daha geldi dünyaya. En çok, bu anı kaçırdığın için kızıyorum sana. Oğullarımın birini bir dizine, ötekini diğer dizine oturtamayacağın için. Onlara masallar anlatıp, iyiyle kötüyü ayırt etmelerini öğretemeyeceğin için. Birinin, senin adını taşıdığını asla bilemeyeceğin için. Onlarla bahçelerde koşturamayacağın, zeytin tanesinin inceliklerini öğretemeyeceğin, kokularını içine çekemeyeceğin, terlediklerinde sırtlarına havlu yerleştiremeyeceğin için. En çok bunun için kızıyorum işte sana. Oğluma, ‘niye benim bir tane dedem var?’ diye sordurduğun için.

Dört gün önce bir oğlum daha oldu baba! Ona ‘Rüzgâr’ adını verdim. Belki o vazgeçemediğin iğde kokusunu sana getirir diye. Belki altında yattığın çam ağacının kokusunu benim göğsüme taşır diye. Belki yokluğunun hayatımızda açtığı boşluğu, o küçücük adımlarıyla doldurur diye.

Bugün tam on yıl oldu baba! Şimdi sana bu mektubu yazarken, bunun sana yazdığım ilk mektup olduğunu fark ediyorum. Ve ‘keşke’ diyorum, ‘şimdi oğlumu kucaklayıp koklarken yanımda olsaydın da, ben mektup yazmaktan da, şiir yazmaktan da uzakta kalsaydım.’ Ve keşke ‘baba’ olsaydı sahip olduğum tek sözcük.

Kahverengi

                                                                Arno Rafael Minkkinen

19 Aralık 2012 Çarşamba

YERİN YEDİ KAT ALTINDA


BİR

'Bilim-kurgu hüsran türü'nde yaşıyorum hayatımı. 'Duygu pataklayıcı türün içimizden modası geçti. Zor bir sınavdı. Duygularınızı pataklamak için sizi başka servise yönlendireceğim. Lütfen hatta kalınız ya da kalmayınız. Biz sizi sonra ararız.

Aradıktan sonra birer kahve içer yerin altında 20 bin fersahı aşar, bunu 100 bine çıkartırız. Rekorumuzu bizi magmada bekleyen adamlar kaydetmez fersah denizde olur lan derler. Sonra başa alıp tekrar deneriz ama bizim açtığımız yoldan birileri girip bizden önce kırar rekoru. Küfredelim diye bakışırken bir sigara yakarız. 'Bu işler böyleymiş' diye bakışırız. 'Aslında rekor da saçma bir yerde' diye bakışırız. 'Dünyanın ne işine yarayacak bu, sonuçta hala kanserden ve AIDS’ten, açlıktan insanlar ölüyor. Hadi çıkalım' diye bakışırız. Çıkınca bakışmaya alışmış 'görüşürüz' diye bakışırız. Ellerimizi uzatmış tokuşturmuşuz gibi bakışırız. Sen sırtıma vurup 'haydi çavv' der gibi bakıyorsun. Ben içimden 'ha siktir' der gibi bakıyorum. Bakıyorum aval aval. Dünyanın yarısına böyle aval aval. Memuriyetime döner, birikmiş işleri halleder, ışıkları söndürür, çıkarım. Elimde iki ekmek zile basarım. Ekmeklerden birinin ucunu yemişim.

“Anne yoğurt kaldı mı?” 

İKİ

Her şeye rağmen yine de... diye başlayan cümleler. Yine de “oraya gitmek istiyorum” ya da “gelmek” diye devam edenlerinden bir tanesini duydum bir gün. Sokağa çıktığında iç sıkıntısını öyle bir hale getirmiş ki eve döndüğünde bir meyve sıkacağı görevini komutanlarından üstlenip evdeki her şeyi sıkmaya başlayacak denli hüsrana uğramış biri olarak başlıyorum... Bir Türk filmi biraz. Fantastik türde. Kara komedi gibi, kara fantastik. Türk yapımı.

“Biz her şeyi sikeriz” bestesini çıkarabilen son model parlak kunduralar eşliğinde Galatasaray’dan Karaköy'e inen amcalar, oraya varır varmaz sigaralarını belirlenmiş bir düzende yere atarak biz her şeyi sikeriz kunduralarıyla bir güzel ezdikten sonra, Ayhan Işık bakışlarıyla camii sokağından aralara dağıldılar. “Hacı hoca işleri bunlar” diyen iç sesimle, olay mahallinden uzaklaşmak isterken bir fikrin tam ortasında başta uyarı veren ardından içindekiler biten sigara paketime kızarak, küserek aslında olduğum yere çöktüm. Biz her şeyi sikeriz kuduralı amcanın biriyleyim. Bir ağacın dibinde sigara uzatıyor “alsam ayıp olmaz, neticede ikram..” diyerekten söz döner dolaşır, Ekrem'in uyuşturucu kaçakçılığına, kadın pazarlamasına, cinayete, adam yaralamaya, oto kaçakçılığına varan sicilinden ilk aşkı Müjgân’a gelir. Konuyu bir sonuca bağlayıp arananlar listesinin en üst sırasında yer almak istedim. “Abi, olur öyle hadi bana müsaade..” diyerek topukladım. Önce kayıplara karıştım çünkü annem bana saatlerdir ulaşmamıştı. Memuriyetimden hiç kimseyle karşılaşmamıştım. Kayıplardaydım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Bir yokuşun köşesinde katil oluversem diye geçirirken içimden tüm dünyanın buna uygun koşulları hazırlaması için bir iki dakika düşündüğüm yerde son hareketimle, bir elim ve ayağım sanki yürüyormuşçasına öne atılmış bekledim. Bekleyişim bitince gökyüzüne hafif bir gülümsemeyle bakıp 'sen bu işi yaparsın tanrı' diyerek kurbanımı aramaya başladım. Kahve molasında kendimle karşılaştım.


ÜÇ

6.30 kalkış. Senin için düşüyorum. İngilizcesi “bekliyorum neredesin?” 7.00’ye yetişebilirsem otobüs 7.15. “Bebeğim her şey bitti artık kabullen, İngilizcesi yok bir şey bas git. 8.00. Masamın başındayım. Etrafa nazarım, yatağında uyumak isteyen adamın nazarı, İngilizcesi “başım boş.” İnsanlar doluşuyor. Beyler, işlerinizi halledeceğim, İngilizcesi “kalbimi yitirdim hükümsüzdür.” Kendimi İngiliz sömürgesi ilan ediyorum o dakika. Masamı da sandalyemi de… İngilizce olmayan hiçbir şeyi okumuyor, İngilizce söylenmeyen hiçbir şeye yanıt vermiyorum. “In English please.” Bu adamlardan kurtulmalıyım. “İngiliz konsolosluğu mu? Konsolos lütfen? Acil! Alo? Ben ve birkaç arkadaş kendimizi İngiliz sömürgesi ilan ettik. Lütfen gelip bizi alın. İstediğiniz her şeyi yaparım gerekirse çay getirip götürürüm. Ayakkabı boyacılığında deneyimliyim. Beni konsolosluğunuza alın. O bahçeli evlerinizden birinde yaşamak, sarışın çocuklar doğurmak istiyorum. Bence ben İngiliz kanı taşıyorum. O güzel alımlı kadınlarınızdan birtane alabilir miyim? Hayır Bayım. Dalga geçmiyorum. Ben sömürgenizim, beni kendinizle doldurun! Hazır olda bekliyorum! Dıt dıt! Alo? İşlerinizi halledeceğim beyler İngilizcesi  “lost myself control for you” canım.”


DÖRT

Söz ve müziği Renault’a ait bir korna eşliğinde Galata'dan iniyorum. Bu yokuştan defalarca indim, defalarca film çektim. Birinde on dalda ödüle aday olup beş Oscar kazandım. Ödüllere itimat etmediğimi belirtip geri çevirdim. En zor günlerimde 'o' kitapçıya girip kadınla delicesine konuşmak istedim. Kadın bir müşteriyle ilgilenirken bir kitap çalıp basıp çıktım. Kendimi o günlerden birinde gibi hissettim bugün. O kadın artık orada yoktu. Dükkânının yerine açılan dönercide bir yarım döner ısmarlayıp yedim. Sanki o kadın karşımda gibi işte onun bulunduğu, müşteriyle konuştuğu o noktada bir kasa ve yanında dönen etler. Ondan hiçbir iz yoktu. Ben zor günlerimde hep onu görmeye gelirdim. O hep oradadır diye, yatağımdan görmeye giderdim. Gider bir “hoş geldin” bakışıyla karşılaşırdım hep. Konuşmazdık çünkü sanki o biliyordu. Ben kitaplara değil de ona geliyordum. Beni anlayışla karşılıyordu. Ben, beni anlayışla karşılamasına memnun olur; uzun uzun dururdum, masasının başında hiçbir şey söylemeden. Bir müşteri gelir gelmez bir kitap çalar, basıp giderdim. Onu hep oradadır sandım yıllardır. Yıllardır oturduğum yerden ziyaret ettim. Oturduğum yerden çalacağım kitaba karar verdim.  O kitapları bir gün nasıl olsa geri veririm diye... Acaba ölmüş müdür? Umarım ülkeyi terk etmiş ve Fransız olmuştur.


BEŞ

“Mühim olan nedir?” diye sorarak üzerime atlayan hikâye kahramanıma “ben nereden bileyim evlat” diyecektim ki belki de “mühim olan hayatta çok şey bulmuş olmak değil, eksik olan şeyi bulmaktır” diye düşündüm. Düşündüğüm şeyi dile getirmedim. Hikâyemin 'çıt' yerinde duran hikâye kahramanım “abi” diyen bakışlarıyla uzaklaşırken ona Norah Jones'dan bir parça armağan ettim. Umarım dinlemiştir.



ALTI

Kim ne yapıyorsa yapsın, canı cehenneme kıvamında sigaramın kâğıdını kıvırdım. Şarkım duygularımı ben eve gelmeden önce belirlemek için ön hazırlığı yapmış, giriyor, hissi veriyor. Ağlayacak gibi oluyorum, tükürüğümü sigaramın kâğıdında kullanıyorum. Geçiyor. Benim için her şey bir an önce bitsin istedim hep. O sona ulaşayım ve aradan çıksın yaşanması muhtemel her şey. Bu yüzden her fırsatta “benim için her şey bitti” diye tutturdum. Bitmiyordu. Bir biten bir daha başlıyordu. Oysa ben hayata sırtımı dönmek, zevkleri tabağında bırakıp gitmek istemiştim. Neler oluyordu böyle? Hislerim şarkıya göre değişiyor. 2.50 saniyesinde aklım dağılıyor. “Aklını bir çocuğunkiyle değiştirmek için geç” diyor, “kaybettin çünkü. “ Sinirleniyorum geç olmasına. “Bu film böyle bitmez,” diyorum! “Bu film burada bitmez! Gününüzü göreceksiniz!..” Alıyorlar götürüyorlar beni. Ellerim kelepçeli, yolda polislere 'pişmanım' der gibi bakıyorum ama bir türlü ağzımdan dökülmüyor o kelimeler.
 

Havadar Mavi

                                                           Jean-Claude Sanchez





13 Aralık 2012 Perşembe

YORGUN


Ekim sonu 2012 sonu
sonum

dünya gezegeninin çok uzak evrenlerinin çok uzak evinde. Salonuna, mutfağına, terk-i diyar yatağına, sığınağı bahçeye, minik okuma evrenine çok uzak olan evrenlerdeki evinde.

geliyor...

“ne halt ettiğini sanıyorsun?!?!...”

ayın karanlık yüzü dolmuş evin-in içine, taşmış, fışkırıyor... tane tane fırlatıyor kör yüzüne solan ışıklarını.

yeterli değil.
değil.
Yetmez!

göktaşları uçuşuyor evrenin merkezinde; önce kırılgan, dağılgan ve ıslak. ardından sivri. 
sipsivri uçlarını batırarak etine, canını yakarak, kanla ıslatarak, boğarak, sürüklüyor bahçenin kurumuş ölmüş solmuş dökülmüş ağaç yapraklarının içine...

yeterli değil.
değil.
Yetmez!

Bahçenin kıyısına, beyazların içine sinmiş. Yasnılgının farkındaysa da...

yeterli değil.
değil.
Yetmez!

“ne halt yediğini sanıyorsun sen?!?!...”

beyaz, yeşil, kahverengi... siyah, simsiyah duvarında oturuyor, ket vurmuş ayın soluk ıslak göktaşlarına. iki kalem sigarası kalmış. birini yiyor hızlıca. ardından tekrar dönüyor tekinsiz beyaz oturağına.

“tüm benliğini kaplamış bu çirkin ıslaklık...”

sabır eden ve diyen derviş kelamını hatalı yerlerine saklamış.

“kedilere gurme derdim ya, diyorum hala... ah, mina!!!”

birkaç vuruş, birkaç vur kaç, birkaç tutuş...
kirli, çirkin sular alaşağı edilmiş.
haberi yok.

yeterli değil.
değil.
Yetmez!

Saçlarına, yüzüne, gözlerine kaçındığı, kederlendiği, kanlı çirkin öfke yığıntılanmış. Ama...

yeterli değil.
değil.
Yetmez!

Üç Ton Kara

                                                                  Sarah Moon

10 Aralık 2012 Pazartesi

SES HIRSIZI




Sırtımı denize, yüzümü sana döndüm. Gözlerin denizi ikiye bölen bir nehir gibi bölüyordu geceyi. Yüzünde gördüm açıktan kıyıya el sallayan tekneleri. Kirpiklerinde sudan yansıyan ışıklar, kucağımda martıların taşıdığı taşlar, sana baktıkça biraz daha inceldi kalbimin kenarları. Sana sarılınca gövdeme karıncalar üşüştü.

Seni tanıdığımda kırka katlanmış bir kâğıdın yırtığıydım ben. Katlanmış ve bir masanın ayağının altına iliştirilmiş. Sana baktıkça içinden geçtim bir su halkasının, tırnaklarımın dibinde biriktirdim gündüzün karanlığını.

Sen hiçbir resmin içine sızmayı düşündün mü? Ben düşündüm. Hem de kaç kere. Ne zaman resmine bakmaya kalksam, içimden o resmin içine girmek ve yanına ilişivermek geçti. Omzum omzuna değsin sessizce, aramızdan rüzgâr bile geçmesin, bedeli hiç kıpırdamamak bile olsa, hep o resmin içinde, senin yanında kalayım istedim. Sonra düşündüm, yan yana çekilmiş bir fotoğrafımız bile yoktu bizim. Ne bir sihirli değneğimiz, ne kumdan kalelerimiz, ne gövdesi birbirine dolanmış ağaçlarımız, ne de kalbimizin altına sıkıştırdığımız bir köz parçası… Biz iki güney kaçkını gibi, hep karşı tarafından yürüdük rayların, o rayların asla bizi kavuşturmayacağını bile. Hiç uzaklaşmadan birbirimizden, ama hiç de dokunmadan aynı zamanda, öylece yürüyüp durduk istasyonlar boyunca.

Ne kadar çok yazdım sana? Ömrüm sana yazmakla geçti sanki. Parmaklarımı kullandım çoğu zaman kalem niyetine. Üstelik ne zaman sana dokunsam sayısı arttı parmaklarımın. Ellerim bir ağacın kovuğuna girmiş gibi oldu. Yazdıkça renk geldi kalbime, yazdıkça yeni yeni ülkeler yaptım senden. Biliyor musun, her gelen postacının yüzüne baktım dikkatle. Tek bir defa olsun, bana senden birkaç satır getirsin diye dua ettim. Yazdığım onca şeye karşılık, birkaç sözcükle de olsa bana yanıt ver diye bekledim. Sana yolladığım çiçeklerden sen bir bahçe yaparken kendine, ben burada çiçeksiz bir bahçe gibi kaldım.

Biliyor musun, sen ne zaman bu şehirden gidecek olsan, bu şehrin ağladığını duyuyorum. Yetim kalmış bir çocuk gibi, dizlerini karnına çekip, sessizce oturuyor bir kenarda. Sonra ağaçlar, sanki hepsi yatalakmış gibi, boylu boyunca, kıpırdamadan uzanıyorlar cadde boyunca. Deniz, getirip ayaklarımın dibine bırakıyor kurumuş bitki köklerini. Gemiler, sanki az önce kayalıklara çarpmış gibi yaralı. İstasyonlar boş, evlerin suratı asık, su altında kalmış bütün rıhtımlar. Yine de bu şehri yaşatan bu işte; senin arada bir gelmelerin. Onlar da olmasa hayalet bir şehre dönüşecek burası. Ben bu şehirden, sensiz hiçbir şey anlamıyorum oysa. Senin gidişinden yıkılmış bir kalenin artıkları ve bir yangın yerinin karamsarlığı kalıyor bana. Hiçbir şeyini gizlemeyi başaramıyor bu şehir. Nasıl da belli ediyor hemen sensizliğini. Sen burada olduğun zamanlardaki şehirle, sen gittikten sonraki şehri yan yana koyduğun zaman sonsuz fark çıkıyor iki resmin arasında. Şehrin ışıkları solgun bir fotoğraf gibi şimdi. Deniz, gökyüzünü üstüne örtüp derin bir uykuya yatmış. Ağaçlara hastalık yürümüş, kuşlar düşüyor durup dururken dallından kurumuş meyveler gibi. Ses gelmiyor dağlardan, çocuklar oynamıyor sokakta, güneş çoktan çekmiş sıcaklığını evlerin çatısından. Ve ben ayağı kırılmış ve vurulmayı bekleyen bir at gibi devrilmişim bir bozkırın ortasına. Şimdi daha iyi anlıyorum işte; kıyısına varmak için çırpındığım sular, çoktan kurumuş oluyor senin yokluğunda.

Nasıl anlatsam şimdi sana? Sana bakmakla uzayan ömrümü, sana yazmakla ayağımın dibine kıvrılan binaları nasıl anlatsam? Kim söyleyebilir gecenin bittiğini? Sen daha yanıma gelmeden, ilk önce saçlarının kokusunu aldığıma kim inanır? Seni, sen olmadan sevdiğime, içimde kırılmış kemiklere, göğüs kafesimi delip geçen şarkılara, koşulsuz aşklara kim inanır? Bütün bunlar değil aslında, sadece anlaşılamamak beni tüketen. Yazdıklarım gibi bir adam olmaya çalışırken, içimden taşan her sözcüğün, artık bana düşman gibi bakması.
Alışılmamış yanıtlarla çıkıyorum şimdi hayatın karşısına. Çünkü biliyorum, sana yakınlaşmak için yazdığım her sözcük, biraz daha uzaklaştırıyor seni benden. Öyle olur ya bazen. Çırpınırsın, direnirsin ama ne yaparsan yap daha da gömülürsün bataklığa. Hani eşyaları bile öylesine içselleştiririz ki, içlerinden biri kaybolduğunda ya da yeri değiştirildiğinde hemen hissederiz yokluğunu ve alt üst olur dengemiz. Mesela bir kül tablasının, bir mutfak gerecinin, küçük bir biblonun, sayfaları sararmış bir kitabın ya da bir sehpanın evde bıraktığı boşluk, hemen içimizde açılmış bir boşluğa dönüşür. Peki, ya bir insanın ardında bıraktığı boşluk? O tanımsız, o dipsiz uçurum? Onun eksikliğinin yanında, eşyaların eksikliği ne ki? Şimdi, sen bu şehirden başka başka şehirlerce uzaktayken, kıyıyı döven dalgaların sesini duyuyorum uzakta. Başımın üstünde çılgın gibi dönen kargalar, caddeden geçen arabaların gürültüsü, kitap arasına kurusun diye bırakılan ama orada unutulan gül yaprakları, altı çizilmiş sözcükler, belli belirsiz duyulan bir şarkı… Bütün bunlar sanki sensizliği hatırlatmak ister gibi bastırıyorlar göğsüme. Senden uzakta kaldıkça, nereye gidersem gideyim, boşluğa fırlatılmış bir taşa dönüşüyorum.

Hep yazarak geçmiyor işte hayat! Biraz da ölmek gerekir diyorum!

Kahverengi

                                                                 Stanko Abadzic

6 Aralık 2012 Perşembe

A LAST MEETING


Neden aklıma geliyor istasyon büfesindeki duruşun
Hava soğudu – kasımın son günleri-
Kar yağacak, bembeyaz olacak unutulmuşluğum.
EDİP CANSEVER





Sakın bakma bana
kabuğu çarçabuk soyulan iğdeler gibi hazırım sana


Büyümek için yılanlar dâhi
deri değiştirir
neler neler anlatırsın şimdi sen bilirim
bazı öyküler hikâyedir
bir biçimde son sözünü söyler herkes ve her şey
bak kasımın ağzından çıkan son sözler; dökülen sapsarı yapraklar
bak Türkçe’de yan yana gelmeyen harfler vardır
bizim gibi


Sakın açma beni
kabuğu kapalı bir fıstık gibi içe dönüktür huzurum


Bozkır

                                                                       Otto Fenn

3 Aralık 2012 Pazartesi

Thomas Mann Öykülerinde Tipleme





"Edebiyat aracılığıyla esenliğe kavuşturulmasına karşın; yaşam, yaşama günahını işler durur sürekli çünkü her eylem us gözünde bir günahtır." Lisaweta Iwanowna'ya açıldığı anlardan birinde söylemiştir bunu Tonio Kröger. Lisaweta’ya bunları söylerken ona gerçekte kur yapmaya çalıştığını düşünmek istiyorum.  Yıllar sonra döndüğü baba ocağında yalnız bir adam olarak yaşlanmak istemediği için genç kızın gönlünü şöyle bir yokladığını. Umarım bunu yapmak istemiş olsun. Ve hikayesi yalnızca iki kişinin çalkantılarıyla sınırlansın.  Ama ya, pencereden herkes adına bakmışsa yaşama? Bu durumda bulantısını nasıl açıklayacağız?

Cevaplanacak onca soruyu geride bırakarak kayıtsızca bir hikayesinden diğerine geçerken hızına yetişemiyor, izleklerine bakarak soluklanıyorum biraz. Hemen her öyküsünde iflas etmiş ya da hastalıkla boğuşan bir tüccara rastlıyorum. Sonra bir bahçeye. İçinde yıkılmaya yüz tutmuş ev ve havuza. Yazar açık yüreklilikle bizi çağırıyor olsa gerek, kendini esirgemiyor. İçtenlik bu, evet evet. Çok büyük bir özveri aslında. Noveller’in de otobiyografisini yazdığını düşünerek okuyacaklarıma dikkat kesiliyorum.

Thomas Mann kahramanları çok tuhaf; pek konuşmuyorlar. Novellerin’de yaşam susmuşken bunu elbette yadırgamıyorum. Yakınmıyorlar ama. Yorgunlukları, ancak tekdüze bir yaşamda dindirilebilecek sancıları var. İyice sokuluyorum aralarına. Onları biraz yakından tanımalıyım şimdi. Örneğin loşlukta yüzünün ancak bir kısmını seçebildiğimiz Bay Spinell’e bakalım:

Masasındadır yine.  Başı da eğiktir.  İnatla, cevaplanmayacağını bildiği mektuplardan birini daha yazmaktadır. Ne mektuplar ama. İçinde yenilir, yutulur cinsten olmayan hakaret cümleleri peş peşe sıralanmış. Üstelik her biri şehrin adı sanı bilinen önemli şahsiyetlerine gönderilecek. Ya da Johannes Friedemann tiplemesine. O da Bay Spinell gibi sık sık odasına kapanır. Orada kemanıyla oyalanır ki öne kavisli göğsüne rağmen çalabilmektedir kemanını. Hikaye ve şiir kitapları da okur. Tutkuyla üstelik.  Yükselen sesi, içinde aşk sözcüğü geçen mısralara gelince eşikte kulak kabartarak bekleşen gündelikçi kadınların fısıltıları arasında geri çekilerek kesilir. Tonio Kröger ise yetenekleriyle içlerinde en dikkat çekici olanıdır. Güneyli yüzü,  ürkek bakan iki siyah gözün kılavuzluğunda yönünü ararken beyaz tenli, sarışın alman arkadaşlarının keskin bakışlarıyla karşılaştığında nedense savsaklayan adımlar atmaya başlar.

Kaçınmaya çalıştıkları her neyse gölge gibi peşlerindeydi Mann karakterlerinin. Belki bana öyle geldi, bilemiyorum. İyisi mi, önce Friedemann'ın öyküsüne de bir bakalım:

Öykü küçük bir kaza ile başlar. Annesi kızlarıyla çıktığı gezintiden dönünce bir aylık Friedemann'ı kundaklandığı masanın dibinde tortop yatarken bulur. Hizmetçi kadın sarhoş, bebeğin başında öylece bakıyordur. Üzerinde durulmaz pek,  geçiştirilir. Olay öncesinde anne üstüne düşeni yaparak kadını uyarmıştır çünkü. O halde mesele yoktur.  Bana göre küçük Friedemann’ın kamburu ailenin yaşadığı talihsizlik ve vurdumduymazlığa dayalı gibidir. Friedemann daha küçükken babası hızla iflasın eşiğine gelir. Kederinden olacak, fazla da yaşamaz zaten.  Böylelikle Thomas Mann,  normal yaşamdan soyutlanmış bir Friedemann çıkarır karşımıza. Onu tüm çıplaklığıyla görürüz.  Yazar, saplandığı derinlikte sancıyan bir ağırlıktan kurtulmuşçasına rahattır.

Okuduğum zaman bu sıska bedene reva gördükleri için, yazarına içerlemiştim. Talihsizliği cezalandırmak kastı mı taşıyordu, ne?  Sonra, Tonio Kröger ağzından söylenmiş şu cümle geldi aklıma: “…bu iş için daha baştan seçilmiş ve lanet halkası boynuna geçirilmiş bir sanatçıyı, biraz bakmasını bilen kimse öteki insanların arasından hemen bulup çıkarır.” Etkileyici bir yargı. Thomas Mann kendi dönemine ait etkilerle burada belki başka bir şey anlatmak istedi ama yine de düşünmeden edemedim. Birçok insan yaratılışındaki duyarlılıkla yönelmiştir sanata.  Eminim,  yatkınlıklarının farkına varamadığı için sanattan uzak kalmış diğerlerinden mutsuz da değillerdir. İronik dilden okur olarak payını alma sırası bize mi gelmişti yoksa?  Sanata verdiğimiz değer kadar ki her zaman fazlasını hak etmiş sanatçılarımızdan bunu esirger miydik hiç! Şu soruya cevap aradığını varsayıyorum: Bu insanları lanetleyen kim, üstelik doğuştan gelen kazanımları yüzünden.  İnanıyorum ki, aykırı, tuhaf kalmak pahasına olsa da sanatın hakkını verebilmek için bir nebze insani duygulardan arınmışlığı savundu.

İyi ki şans eseri önce, “Faulkner’in Ses ve Öfke’si”ne bakmışım.  Derinlikli dil özelliğini oradan az buçuk tanımasam kolayca gözardı edebilirdim Friedemann ve diğerlerini. Kuralcılığın ardına gizlediği gerçek yüzüyle barışık yaşayabilen Jason’la Thomas Mann kahramanları baş edebilecek midir mesela?  Friedemann’ın karşısına vücut dilinde sırnaşan dişiliğiyle Quentin çıksa ve tıpkı dayısı Jason’u cezalandırmak isterken yaptığı gibi sessiz öfke ataklarıyla zavallı Friedemann’a yönelse ne yapardı bizimkisi?  Kemanına mı sarılırdı yine?  Sanmam. Yolları kesişmezdi bir defa.  Quentin’in yaşadığı orta sınıfa özgü kaygılar, Friedemann’ın nispeten ayrıcalıklı sayılabilecek dünyasına yabancı şeylerdi. Edebiyata, şiire tutkundu. Tablo gibi eşsiz, zarif bulduğu bir kadının iç dünyasındaki sığlığı farkedince hatasını kabullenemeyip kendi yaşamına son vermiştir.

Ya, tıraşsız yüzü ve koca göbeğiyle Benjamin? Kapatıldığı akıl hastanesinde yetişkin olamayacak aklı, bahçelerindeki çitin parmaklıkları arasına sıkışmış çocukluğun izini sürerken sanatoryumda dinlenen Bay Spinell’den gerçekte ne kadar uzaktır? Toplumsal sorunlara farklı pencerelerden baksalar da Faulkner üzerinden Thomas Mann’ı aramak, izleklerini sürmek verimli bir çalışma olurdu herhalde. Ama itiraf etmeliyim gereğinden çok dış mekan betimlemesi var. Sabredebilsem, öğreneceğim. Anlatımın zenginliğine kapılarak her betimlemede gün yüzüne çıkacak bir kişilik özelliğini keşfetmenin hazzını duyacağım. Kasvetli duruşlarına, umutsuzluklarına öylesine odaklıyım ki dikkatimin başka yere kaymasına gönlüm razı olmuyor nedense.

Garibaldi


                                                      

30 Kasım 2012 Cuma

DİPTE, UZAKTA


duvarda, kıpkırmızı bir leke gibi dururken gitmenin küf kokusu
hiç çekilmemiş bir fotoğraf gibi bırakma beni
deklanşörüne bas zamanın, dursun birkaç saniyeliğine

bir göz aldanması olsa da hayat
uzayıp giden bir otoban yalnızlığında sıkışan kalbim

işte o zaman, bir kum izi tam göğsümde

içime doğru akan, alkışlayan siyahın ömrünü
açılmaz bir pergelle arşınlayan

kenarda, hiç tutmayacak bir kemik kırığı gibi bırakma beni
gittikçe derileşen bir zar, etin özlemi çeliğe
bırak, kırılsın saatin camı
yere dökülsün yelkovanın hızı

iç sesi kendini bitiren kalemin
suyun meyveyi sürükleyen çağrısı

oysa çatlarsa meyve, alnıma bulaşır sızıntısı

kıyıda, denize hiç sürülmemiş bir tekne gibi bırakma beni

Kahverengi

                                                                  Polina Kirilenko

26 Kasım 2012 Pazartesi

Oluş Varış Buluş







Sesler yüreğinde yankılandı; neydi bu neydi? Zihin kontrol edilebilir miydi? Sorular, sorular… Sorgulama öğretilmişti ona: seni, beni, kendini sorgula.. Diğeri neyse sorgulamama.. Sonuç; sorgulayanın, sorgulamayana bakış açısına getirilmesi. Soru: Savaş, tecavüz, ekmek. Sonuç: acı, haykırış, kabulleniş… Bunlara rağmen yaşama, ölümden kaçma, korkuuu, korku. Ötesine geçti; seçim, özgür irade, yalan, acı, büyük bir bombardıman, ezan, namaza davet… Kavruluşun içinde bulabilir miyim arayışı, belki meditasyon, yoga, seks, arayış, bombardıman koyu, dağılmamış, yoğun balçık, tökezleme; savaş, tecavüz, ekmek…

Neresindeydi yaşamın? Seçimse eğer mazoşist olmalıydı. Olmalıydı sorgulamış, isyan etmiş, mücadele etmiş. Eee etmiş de ne olmuş; sorgulamayanın, kabullenişin, derinliğin içine gark olmuş…muş, mış, miş. İlke dönüş: “geçmişi geç, geleceği kes, anı yaşa” teraneleri bir yanda, savaş, tecavüz, ekmek..

Mücadelesinde sürüklenirken yemiş, içmiş, ısınmış, sevişmiş ya, oysa savaş, tecavüz, ekmek… Bir lokma geçmemeliydi boğazından; ısınmamalı, sevişmemeliydi. Ahkâm kesmeye gelince birinciydi mücadele…

Senin aklın ermez. Evet ermez bu daracık, sıkıştırılmış dünya bedeninde uyuşturulmuş zihnin içerisinde asla ermez. Neden? Neden bu acıyla öğrenme? İmtihan ne ki… Huzur nerede, geçiş nerede kukla olduğunun bilincinde… O halde cehennemin ateşi, cennetin hurisi nurisi fark etmez. Ne yaparsa yapsın o oluşunun, olmayışının, kayboluşun, buluşun önemsiz ayrıntısı içinde ne yaparsan yap hepsi uygundur; uygun, sıradan, hep-hiç. Olsun varsın; ne yaparsan yap sarhoşluğunun, acımasızlığının doruğunda; savaş, tecavüz, ekmek… Rahat dur; sana nasıl özgür irade verildiyse sen de kendini, ötekini, onu, bunu özgür bırak, havada asılı kalsın her şey, sen ben - biz siz..


Tünami

                                                                  Henri Lartigue
                                              

12 Kasım 2012 Pazartesi

FORD KAMYONU



Keyifsiz geldi eve. Kendi anahtarını kullandı. Yine de Nevin’in güler yüzüyle karşılaştı holde. “Çay yaptım” dedi Nevin. “Doldurayım bir bardak?” Başı öndeydi, “tamam, hanım” dedi. Küçük tuvalete yollandı. İki tuvaleti vardı evin.

Oturma odasında iki divan. Birine kuruldu. Kuruldu denemez belki ama bağdaş kurarmış gibi yaptı. “Uzun kaldın.” dedi Nevin” başörtüsünü çıkardı. Eşinin ilk seviştikleri andan beri saçlarının omuzlarına dökülmesini sevdiğini bilirdi. “Keyfin mi yok?”

Televizyonu karıştırdı kumandayla. Boş boş dolanıyordu o kanal senin bu kanal benim. Ajans saati başlamamıştı daha. Ford kamyonu eskiydi. Üçüncü vitese takıp bir de gazı yedirdiğinde hastalıklı bir ihtiyar gibi tıksırıyordu eski kamyon. “Bakıma ihtiyacı var” diye düşündü. “Hepimizden çok onun bakıma ihtiyacı var bu sıralar.” Aliağa’nın yolları çamurluydu.

Nevin çayı, Nevin şekeri, Nevin bir parça ekmeğin içine kızartılmış patates, biber ve patlıcanı hafif kızartma yağıyla sıkıştırmış, bir tepsinin içinde önüne ittirmişti. “Keyfin mi yok?” “Elleşme hanım.” Böyle diklenmesine gerek yoktu hâlbuki. İstediği sadece bir parça yalnızlıktı. Yağmur şakırdıyordu hâlâ. Çevirdi gözünü camdan. “Alacağını aldın” diye içlendi. “Daha ne istiyorsun?”

“Bir şey olmuş sana bugün” Bacaklarını kıvırarak oturduğu halıya yumruklarını dayadı Nevin. Dizlerini büktü, belini doğrulttu, ayaktaydı. Ters ters bakıyordu kocasına. “Namaza duracağım” diye söylenerek kapıya doğru seğirtti.

Ahmet büyümüştü artık. Okuyordu güzel güzel. Başarılı bir öğrenciydi. Ahmet’ten umutluydu. “Benim gibi şoför olmayacak Ahmet’im.” İçini çekti. “Benim gibi geceler boyu pusta kamyonun tepesinde sabahı bulmayacak.” Tutuyordu nefesini, bırakmaya niyeti yoktu. Odtü’yü kazanmıştı Ahmet, hem de beşinci olmuştu yerleştirme sınavında. “Tekerleği patlamayacak Ahmet’imin hiç, motoru asla yağ yakmayacak…” Dişlerini sıktığını fark etmezdi insanlar. Acıyı da fark etmezlerdi içlerine batmadıkça. “İnmeyecek gecenin köründe yokuş dibinde işemeye, sırtına vurmayacak dünyanın yüklerini, beli eğrilmeyecek o yüklerin altında” Yumruğun indiği tepsideki çay bardağı devrilmişti.

Küçük bir renkli televizyonları vardı. İzmir de küçüktü zaten, Bornova da küçüktü, hele ki Bayraklı her birinden…

Küçük bir evleri vardı. Orta halli bir sitenin giriş katının bir üstünde. Bahçeden sitenin iç avlusuna bakan balkonlarına doğru bir sarmaşık yürüyordu. Nevin bir tel germişti balkona. Uzayan dalların birini telin başlangıcına dolamıştı. Sonraki bahara iyice sarılır diyordu keyifli keyifli kahvaltı hazırlarken.

Onu bir gün olsun öpmeden ayrılmamıştı evden, bir gün olsun duasız yola koymamıştı kocasını Nevin. İnançlı kadındı karısı. Nevin iyiydi. Aliağa kötüydü bugün

Ekran titriyordu bazen. Rüzgârdan olduğu belliydi bunun. Çanak anteni bir türlü sabitleyememişlerdi adam akıllı. Dışarıya baktı, yaprak kımıldamıyordu, sadece yağan yağmur, gün boyu dinmek bilmeyen, alacağını aldığı halde çekip gitmeyi bir türlü beceremeyen bir yağmur.

Bütçe görüşmelerinin ardından, terör haberleri verildi, sırasıyla reklamlar, peşinden yine terör, artan fiyat endeksleri. Nevin her zamanki köşesine geldi oturdu. Kocasına baktı. Boş gözlerle bakıyordu televizyona Ömer. “Tıkanmış bu.” Nadiren sarsılırdı kocası. Çoğu zaman yaşamın dinamiklerine olumlu yaklaşmayı sevenlerdendi Ömer. Ömer’i bu haliyle seviyordu Nevin. Nevin Ömer’i hâlâ çok seviyordu. Kimsenin kocası gibi değildi o. Ne badireler atlatılmıştı onun yüce sabrıyla. Çocuklar okutulmuştu işte. Evleri alınmıştı. Köyde bir bahçe, bir evlik yer içinde, iyi kötü bir işi de vardı Ömer’in. Her ne kadar gecesi gündüzü belli değildiyse de, akmasa da damlıyordu işte. Ömer de damlıyordu.

Televizyona baktı Nevin. Aliağa’da bir kazayı anlatıyordu sunucu. Kırmızı bir yağmurluğu vardı üstünde. Ömer’e baktı kadın, televizyona baktı. Ömer yumruklarını sıkmış, göğsü bir körük gibi kabarıp iniyordu. “Adamım” diye seslendi ona. Çabucak kalktı. Yanına sokuldu. Elleriyle avuçladı kocasının yüzünü. Sunuyordu hâlâ kadın, bir gemiyi, bir de kopan bir vincin halatını gösteriyordu kamera. Yüzünü eğdi Ömer. Avuçları ıslandı Nevin’in. “Allah yardımcıları olsun” demeye çalıştı Nevin boğazındaki yumruğu söküp. Yumruk sökülmüyordu.


Tenekeden Macivert


Ara Gürel
                                                                       




8 Kasım 2012 Perşembe

İKİNCİ HARF: BACAKLAR


Siz, gireceğiniz bir ameliyat öncesi, o inanmadığınız tanrıya, sizi o ameliyat masasından kaldırmaması için dua ettiniz mi hiç? Ben ettim. Hem de yedi defa. Ama her uyandığımda, genzimi yakan narkoz kokusunu duyar duymaz, tanrının da artık bana hiç inanmadığına ikna oldum. Uzandığım her ameliyat masası, içine sığındığım dipsiz bir tabut oldu benim için.

Tam altı senedir, günlerimi bir tekerlekli sandalyenin üstünde, arka balkonundan ormanın, ön balkonundan denizin göründüğü bir evde geçiriyorum. Ev, fıstık yeşili bir binanın sekizinci katında. Ceyda’nın bütün ısrarlarına rağmen bu evi ve bu katı istedim; sırf dünyaya karışmak, aşağı inmek mümkün olmasın diye. Evin hemen ötesi havaalanı. Gün boyunca tepemden geçen uçaklara bakıp, onların hangi şehirden geldiğini ya da hangi şehre gittiğini tahmin etmeye çalışıyorum. Bazen o kadar kaptırıyorum ki kendimi, sanki o uçağın içindeymişim ve birazdan uçak zemine yapışınca, açılan kapılarından ben de inecekmişim gibi hissediyorum. Hatta gerçekten o ânı yaşıyormuş gibi, arada sırada tekerlekli sandalyeden kalkmaya bile niyetleniyorum. Bazı günler Ceyda’nın yanında yapıyorum bunu. Ceyda, “Niye böyle yapıyorsun Güner?” diyor. “Biliyorsun, istediğin an binebilirsin o uçaklara.” Biliyorum bunu. Biliyorum ama benim uçağa binmek gibi bir derdim yok ki. Kafamın içinde kurduğum evrende, dilediğim şekilde seyahat ederken, günlük hayatta aynı şeyi yapmaya çalışmak gereksiz geliyor sadece. Hem uçağa binsem, kalkıp başka başka şehirlere gitsem ne olacak ki? Bütün her şeyi böyle ayağa kalkmadan, alttan alttan izledikten sonra…

Ne tuhaf! Hayatta en çok güvendiğim organım bacaklarımdı. Çocukluğumda sokaklarda tazı gibi koşarken, bacaklarımdaki damarların basınçtan patlayacakmış gibi attıklarını hissederdim. Ne kadar yüksekten atlarsam atlayayım, bacaklarımın üstüne düştüğüm sürece hiçbir şey olmazdı. Komşumuz Nalan Teyze, “Kedi gibisin” derdi. “Ne yapıp edip, hep bacaklarının üstüne düşmeyi başarıyorsun.” Çocukluğum hep bacaklarıma güvenmekle geçti. Ağaçlara tırmanırken, bahçelerde top oynarken, buz kadar soğuk derelerde yüzmeye çalışırken… Aydın’daki evimizin ikinci katından bile, kapıdan çıkmak yerine, balkondan atlayarak çıkardım. Bakkal Numan Amca, her defasında, “Yaylandı yine bizim beygir” diyerek gülümserdi. İnsanın en güvendiği organının, onu yarı yolda bırakması ne kadar garip. Bazen “Keşke” diyorum, “En güvendiğim organım kalbim olsaymış.”

Lise yıllarımda da böyleydi bu, üniversitede okurken de. Trabzon’da, bahar ayları gelip de yaylaya çıkma mevsimi başladığında, okul arkadaşlarımla beraber tırmanışa giderdik. Bir kayadan bir kayaya atlayıp dururken, diğerleri nefes nefese kalır, ama benim bacaklarım yürümeye daha yeni başlamış gibi açıldıkça açılırdı. Onlar yaylaya çıkana kadar, ben aşağı iner, ardından yine onlara yetişirdim. Sonra üniversite bitince, önce kuru yük gemileri, kimyasal tankerler, hurda şilepleri girdi hayatımda. Ardından da limanlar ve tersaneler. Bacaklarım hâlâ sağlam ve çevikti. Gemilerin güvertesinde, iki bin tonluk vinçlerin, havaya kaldırdıkları parçaları indirmeye çalışırken, en önden giden ben olurdum hep. Ya da tersanelerde, sıfırdan üretilen gemilerin dayanıklılık testini kontrol ederken de. Bacaklarım vardı ve onlar kalbimin yerini tutuyordu sanki.

Bir sonbahar akşamı, Aliağa Limanı’nda, Rusya’dan gelen sıkıştırılmış tren hurdalarını kamyonlara yüklerken vazgeçtim bacaklarımdan. Ömrümün geri kalanında, ‘dünyanın en korkunç canavarı’ diye nitelendirdiğim o sarı vinç, vücudumdaki en güvendiğim organımı aldı benden. Bardaktan boşanırcasına yağan Ekim yağmurunun altında, gecenin karanlığını sisler eline geçirmişken, ilk önce gerilen çelik halatın gıcırtısını duydum. Gıcırtı arttı, arttı, arttı, arttıkça inceldi ve ardından bir çat! sesi. Pastan iyice sararmış o çelik halatın, uğuldayarak ve korkunç bir hızla üzerime geldiğini gördüğümde, bacaklarımla vedalaşmak için vaktim bile olmadı. Çok mu güvenmiştim yoksa onlara? Bu yüzden mi yerimden kımıldayamamış ve halatın bana dokunmadan yanımdan geçeceğini düşünmüştüm? Sadece o an değil, yıllarca düşündüm bunu. Ceyda’nın limana her gidişimde bana gitmemem için yalvarmasını, soğukta, yağmurun altında hasta olacağım diye korkmasını, bir gün o gemilerden birine binip gideceğim diye endişe etmesini… Oysa hiç söyleyemedim ona; dünyanın en güzel şeyiydi, o gemilerde hasta olduktan sonra gelip onun koynuna sığınmak ve nefesiyle kendimi iyileştirmek. İnsan bunun için bile bütün bir ömrünü hasta olarak geçirebilirdi.

O sonbahar akşamı, limanın çamurlu betonuna bıraktığım sadece bacaklarım değildi benim. Ceyda’yla yapmak için hayalini kurduğum onca şey, onu elinden tutup doğduğum yerlere götürme isteğim, onunla evlenmek için bir çırpıda yakıp yıktığım geçmişim, bana kırgın ölen babam, babamla benim aramda bir masa tenisi topu gibi gidip gelen annem, akrabalarım, dostlarım, çocukluk arkadaşlarım… Bütün hepsi, limanda betonların üstüne yayılmış o sarı çamurun içine karıştı. İşte bu yüzden, her ameliyat öncesi yalvardım tanrıya. O soğuk masalara her yatışımda, bedenimin de o masalar gibi soğumasını diledim. Çünkü belimden altı yoktu ve boyumla beraber kalbim de kısalmıştı durduğum yerde.

Şimdi bu balkondan, limana yanaşan gemilere baktıkça, inanılmaz bir pas tadı yapışıyor damaklarıma. Ardından kopan çelik halatların uğultusunu duymaya başlıyorum. Sanki kilometrelerce ötede değil de, burada, burnumun dibinde kopmuşlar gibi ürküyorum. İster istemez bacaklarıma gidiyor ellerim. onların yerinde olmadığını görünce de, o uğultuyu daha çok duymayı, halatların bir kez daha gelip, bu sefer belimden yukarı isabet etmesini diliyorum. Evin tavanı gittikçe üzerime çöküyor sanki.

Birazdan Ceyda gelecek. Yüzünde sokaklardan topladığı bir tebessüm, elinde marketten doldurduğu alışveriş çantaları. Yaklaşıp alnımdan öpecek beni yine. Yıllardır sormaktan yorulmadığı soruları soracak. “Nasıl geçti günün sevgilim?” Yalan söyleyeceğim her zamanki gibi. Kitap okuduğumu, film izlediğimi, balkondan mahallede oynayan çocuklara baktığımı söyleyeceğim. “Hadi” diyecek, “Sofrayı hazırlayalım. Kurt gibi acıktım bugün.”

Oturup kendi hayallerimizi yiyeceğiz afiyetle.

Aşkî

                                           Detail of Sterett-Gittings Kelsey, Alexandra of Middle