29 Ekim 2010 Cuma

ARAP KIZI CAMDAN BAKIYOR





Yağmur damlaları cama vuruyordu. Kara gözleri sokağa bakıyordu, küçük burnunu cama dayamıştı. Çocuğun ağzında bir tekerleme;

Yağmur yağıyor
Seller akıyor
Arap kızı camdan bakıyor

Pencerenin ardından yaşamı izlemek hoşuna gidiyordu. Yağmura rağmen sokakta bir kaç oğlan çocuğu topun peşinde koşturuyordu. Annesi odada yokken camı hafifce aralayıp  “Ali ‘’ diye bağırıyor, sonra saklanıyordu.  Yaptığı muzurluk çok hoşuna gidiyordu. Bir yandan da farkedilirse diye korkuyordu. Ali mahallenin en haylaz çocuğuydu.

Evin içinde bir nem kokusu vardı, annesi çamaşırları dışarı asamadığından sobanın demirlerinde kurutmaya çalışıyordu. Bu koku ona yalnızlığı hatırlatıyor, bu kokuyu sevmiyordu. Ne zaman evde bu koku olsa annesi onunla ilgilenmiyordu, odadan bir içeri, bir dışarı çıkıyor, sürekli bir şeyler yapıyordu. Sanki bir düğmesi var da kurulmuş gibiydi.

Arada bir çocuğun yanına geliyor bir tabak bırakıyor, sanki kendi kendine bir şeyler konuşuyordu, kavga eder gibi. Annesinin bıraktığı mandalinaları yiyip kabuklarını koşarak sobanın üstüne koyuyordu. Yalnızlığını geçirecek koku bu olmalıydı.

Tekrar pencerenin önüne geçti, camlar buğulanmıştı, eliyle bir kalp çizdi cama. Kalbin arasından koşuşturan insanları izlemeye devam etti. Kaldırımda şemsiyesiz koşan kadının ayagi kaydı, yere kapaklandı. Gülmeye başladı, sonra hemen toparlandı, utandı güldüğü için. Ama düşenleri izlemek çok komik geliyordu ona.

Camdan bakarken hayallere dalıyordu, belki babası akşama çekmeceli çukulata getirirdi. Çok istediği oyuncak çamaşır makinası vardı acaba onu alırlar mıydı? Birden irkildi o oyuncaktan vazgeçti, burnuna keskin bir nem kokusu geldi. Büyüyünce annesi gibi olmayacaktı, çoraplarını, giysilerini kendisi alacaktı. Geçenlerde annesi çorap parası istediginde, babası bağırmıştı:

‘'Eşşek gibi çalışıyorum, akşama kadar evde oturuyorsun, evdeki çoraplar neyine yetmiyo'’ 

Ertesi gün annesi çorabının tabanlarına yama yaparken ağlamıştı, saklamaya çalışsa da, o annesini görmüştü. Uyuma numarası yapar onların konuşmalarını dinlerdi gizli gizli..

Hayallere dalmışken bir gürültü koptu. Ne olduğunu anlayamadan, kucağına bir top fırladı. Eli kanıyordu. Annesi koşarak geldi, bir yandan sokaga bağırıyor, bir yandan telaşla sağına soluna bakınıyordu. Bir yeri acımıyordu, ufak bir kesik. Ali'nin topu camı kırmıştı. Ali korku içinde ortadan kaybolmuştu bile.

Çocuğun annesi onu kucağına aldı, en sevdiği kurabiyelerden getirdi yanında da süt. Kızının yanından ayrılmadı, çok korkmuştu kadın.

Çocuk bu topu çok sevdi, evdeki nem kokusu siliniverdi. Annesi yanındaydı. Mutlulukla mırıldandı.

Yağmur yağıyor
Seller akıyor
Arap kızı camdan bakıyor

Üçrenk Mavi

                                                                   Lal

28 Ekim 2010 Perşembe

ORTUS


Nasıl bir sancıydı çektiğim?
Nasıl bir sancısızlıktı çektiğim?
Ruhunu açık edebilmek için dünyaya,
Bir isim, bir öz tayin edebilmek için bütün bu unsurlara!
Gün ışığı kadar güzelsin ve akıcı.
Adın yok ve yok bir mekânın da,
Nasıl bir sancıdır bu çektiğim, açık edebilmek için ruhunu;
Bir isim verebilmek için sana ve bir beden varlığına!

Kuşkusuz bağlısın ve dolaşıksın dünyaya,
Ne kadar iç içesin öyle kimsenin bilmediği unsurlarla;
Ben bir akışı ve gölgeyi sevdim.
Yalvarırım bırak gireyim artık hayatına.
Yalvarırım öğren artık "ben" demeyi
Sana bir soruyla yaklaştığımda;
Çünkü eksik kalıyor parçalar senin gibi bir bütünü tanımlamada,
Çünkü bir nasip değil, eksiksiz bir varlıksın hayatımda.

Ezra Pound

Türkçesi:  Zincifre

                                                                        
                                                                               Lal  

26 Ekim 2010 Salı

PENCERE ÖNÜ KONUĞU


Kalkıp pencereden dışarı baksa, onun orada olduğunu, o iki kestane ağacı arasındaki beton duvara yaslanmış beklediğini görecekti. O gözlerini penceresine dikmiş olacaktı ve elindeki sigaranın ateşi karanlık sokakta parlayacaktı. Niye kalkıp bakayım ki, diye düşündü, orada olduğunu biliyorum. Günlerdir, hatta neredeyse aylardır orada. Her gece. Her gece bekler orada, elinde hiç sönmeyen sigarası, pencereme dikilmiş bakışlarıyla oradadır hep. Hiç uykusu gelmez mi, diye sormuştu başlangıçta kendi kendine, hiç uyumaz mı, düşleri yok mu; düşleri tarafından büsbütün terk edilmiş biri midir yoksa benim gibi. Işığımın sabaha kadar sönmeyeceğini anlamadı mı daha, bir tür güvensizlik midir onu yağmur çamur demeden penceremin altında bekleten? Varlığı, o iki kestane ağacı arasındaki varlığı tedirginlik vermiyor artık ilk gecelerdeki gibi. Artık pencereden yarı belime kadar sarkıp gitmesi, beni rahat bırakması için kah yalvarıp kah küfretmiyorum. Yalnızca arada bir başımı uzatıp sezdirmeden bir göz atıp  çekilmekle yetiniyorum. Gitmeyecek, hiç gitmeyecek biliyorum, bu kah koşar adım, kah yüzyıllar kadar uzun sürede sabaha varan geceler var oldukça o da var olacak.

Birkaç kez aklından aşağıya inip onunla konuşmayı, neden gecelerine ortak çıkmaya kalkıştığını sormayı geçirmişti, bir kere de ayakkabılarını giymiş, çıkmak üzereyken vazgeçmişti. Bunun yerine, üzerine “Yukarı gelsene” diye yazdığı kırmızı bir kağıt atmıştı ona. Eğilip kağıdı almış, okumadan katlayıp cebine koymuştu o da. Hiç okumadan. Önce kızmıştı bu davranışına, ama sonra düşününce, okusaydı bile gelmeyeceğini anlamış ve daha önce hiç duymadığı bir rahatlamanın bedenini sardığını hissetmişti. Bir dönem sürdürdü ona kırmızı kağıtlar atmayı. O hep aynı ağır hareketlerle eğilip aldı kağıtları, hiç bakmadan katlayıp cebine koydu. Adamın paltosunun büyük cebi o kağıtlarla dolmuş, küçük bir çuval gibi görünmeye başlamıştı. Kırmızı kağıtlar bitmek üzereydi artık, sonuncusuna ani bir kararla “yaşamım boyunca tek bir gerçek çingene görmediğim de doğru,bu kenti terk etmeye hiç kalkışmadığım da..”diye yazdı. Bu anlamsız görünen cümlelerin kendisinden çıkışıyla rahatladığını hissetti, nedenini bilmeden. O gecenin ardından sık sık kendini onunla ilgili bir hayal kurarken yakalamaya başladı. Yakalandığına mı utansın yoksa öyle bir hayal kurduğuna mı, bilemiyordu.

Bir gece sigaram biter  (sigara konusunda asla tedbirsiz olmamıştı) çaresiz ondan bir iki sigara istemek için yanına giderim. Elinden tutup , yukarı çıkarır ve onu yatağıma yatırırım. Yatmalısın, aylardır o duvara dayanan bacakların bak nasıl da yorgun düşmüşler, seni taşıyamayabilirler günün birinde ve ben , pencere önü konuğum olmadan gecelerimi  sabaha nasıl vardıracağımı bilemem. Uzan hadi. Sesini çıkarmadan uzanır yatağa. Onu seyrederim, ona ömrüm boyunca gördüğüm en güzel çiçeğe bakar gibi, mor çiçekler veren dev bir küçükorospuya bakar gibi bakarım. Hiç konuşmaz, zaten istemem konuşmasını, öylece yatsın yatağımda, bacakları dinlensin , hatta uyuyabilir isterse. Ben de yanına uzanırım, başımı göğsüne gömerim, belki ben de uyurum, uyurum değil mi? Ya da belki çay demlerim, yok yok çay olmaz, iki şekerli bol köpüklü kahve daha iyi. Sessizce içeriz kahvelerimizi. Fincanını ters çeviririm, falına bakacağım senin, derim, gülümser, gülümser mi? Yok, hayır henüz değil. Tebessümleri boşa harcamamalı. Fincana bakarım ciddiyetle, bir roman görürüm orada. Okumamalıyım, o romanı okumamalıyım. Dayanamaz okurum. Ne güzel yazmış, ne güzel. Hiç böyle güzel yazılmış bir roman okumamıştım, derim ona. İşte tam zamanı: Gülümser. Gülümser, yüzüne yayılır gülümsemesi, sakalının arasında dolaşan gümüş rengi bir ırmak olur, dişlerinde lezzetli bir yemeğin kalıntıları ve gözlerinde odaya dolan aydınlığın kaynağı. Öyle mutlu olurum, öyle çok sevinirim ki, eğilip onun, o mütemadiyen sigara içmekten yorulmuş dudaklarından öpmek isterim. Usul usul eğilirim.....


Şiddetli bir tokat yemiş gibi irkildi. İşte yine yakalamıştı. Kızardı, aynaya bakmasına gerek yoktu. Kulaklarına kadar kızardığını biliyordu. Başını bir süredir okumadan yalnızca bakmakta olduğu kitaba eğdi yeniden. Okuduğu sözcükler tenine değmeden yanından geçip gidiyordu. Hiçbirinin anlamını bilmiyordu, unutmuştu. Belki hiç öğrenmemişti. Fincanın içindeki romanı anımsadı. Ne güzel romandı, diye düşündü, ne güzeldi.

   Kalkıp penceren dışarı baksa, onun orada olduğunu, o iki kestane ağacının
   arasındaki   beton duvara yaslanmış beklediğini görecekti. Oturduğu yerden kalkıp
   pencereye yaklaştı. Gözleri önce sigarasının kırmızı ateşini, sonra da diğer elinde
   tuttuğu bir tomar kırmızı kağıda eğilmiş başını seçti. Sigara paketini aradı gözleriyle,
   dokundu, boşalmıştı. Hiç sigarası kalmadığını fark edince, ”usul usul eğilirim ve onun
   o mütemadiyen sigara içmekten yorulmuş dudaklarından öperim.” diye fısıldadı.

    Lila Gam
                                                                  
                                                                  Gustav Klimt



24 Ekim 2010 Pazar

MUTLULUĞUN HARFLERİ. Bir


Aklımın çentilmiş, yontulmuş, kısmen delik deşik ve yer yer mutedil oyuklarında saklanan, hiçbir zaman üzerinden aksayan ayağımla atlayıp da geçemediğim. Bir dostun ince ince kırmızılarla süslediği, salkımları saçaklara, yeşilleri tanelere bezediği anılarım vardır benim.


Ah! Unutur muyum sahi, kahvenin her türlüsünü yasaklamışlardı küçüklerine eskiler.


Kendimizi büyük, en büyük daha da büyük hissettiğimiz anlara kavuştuğumuzda, onlarla da artık aramızda fark kalmadığını, acı acı yudumlarken keşfettim.


Annem babamın başına eğilmiş, bir eliyle yüzünü, diğer eliyle dizini dövüp dururken, gözleri ilk ıslandığı yerlerinden fırlamış, geçmişe, anılara, sevişmelere, bize; erkek kardeşime, kız kardeşime, hepimizin doğumuna, evimizin yeni açılan odasına, bin bir kat merdivenlerle çıkılan, sonrasında göçüp gidilen o sonsuzluğa kaptırırken kendini.


Ve ben hiç farkında olmadan tam yedi kaşık şekeri ekleyivermişim suluboya kahveme.


Sizin anlayacağınız, ilk kez böyle bir zamanda tanışmıştım ben kahveyle. Çok eski zamanlardı, çok. Koyuydu yüzü. Acıydı tadı. İçindeki kaşık çaya neyi yapıyorsa, kahveye de aynısını yapıyordu isteyerek, bilerek. İşte o an ben, bir tutamaca sarınıp acılardan çıkabilmeyi; karmakarışık olanın içinden çekilip, damlaya damlaya, bir köşeye konulup unutulabileceğini anlamıştım insanların.


İşsizdi benim babam daha doğrusu biz öylesini bilirdik, öylesini söylerdik ortalık yerde. Yıllar sonra, gidenlerin arkalarında bıraktıklarını okuyup anlamayı becerdiğime inandıkça, doğduğum büyüdüğüm evin; eskimiş, yıpranmış, en nihayetinde bakımsızlıkla baş edilemeyip, saçma sapan bir lümpene satılmış duvarlarını, bir gece gizlice yıktım.


Çivit mavisi, Çingene moru, şampanya veya şempanze sarısı, mutluluk yeşili, kırağı, farklı farklı tonları, bütün ırmakları suyun, lüzumsuz ve anlık gelen, birden bire duvarları, birden bire camları, birden bire bütün bir evi kuşatan; sonra o öfkeyle yalpalayıp toza dönüşen bordo.


Tırnaklarımdan sökülürken vahşiliğim, her katman anı olup dökülüyor üstüme. Geçmiş gözlerimden, geçmiş alnımdan, saç diplerimden, burun deliklerimden; önce nemlenen, sonra koy verdiğim ve arkasından bile bakmadığım, şırıl şırıl akan gözyaşlarıma birikiverdi.


Güçsüzdü benim babam. Her baba gibi o da, çocuğunun biriktirdiği anılar çoğaldıkça gücünü kaybedenlerdendi. Bir zamanların koskocaman, bir zamanların büsbüyük adamları, sizler onlara yetişmeye kalkıştığınızda, hiç bir yere kaçamayacaklarını anlarlar, siz büyümeye devleşmeye ve kocamanlığa giden yolda adımlarınızı şaşırdıkça, onlar da bir köşeye büzülüp, yeniden çocuk olmaya kalkarlar, türlü türlü hayaller, önünüze büyük adam işleri kurarak onları size yutturmaya kalkardı, Öylesini kuranlardandı babam da işte.


Sıkışınca ağlardı, biraz da küçüldükçe


Yıllar sonra annemi, yıllar sonra kardeşlerimi, arkadaşlarımı, dostlarımı, sevdiklerimi, içimdeki duyguları keskinleştirip, onları birer birer doğramaya kalkışınca fark ettim delirmekte olduğumu.


Babam işsizdi. Babam güçsüzdü. Elimdeki tırpanı, anılarımın üzerlerine hırsla savurup doğradıkça ben de anlıyordum artık nasıl delirdiğimi. Evet, evet deliydim ben. Aklımı uçsuzluğa, edimlerimi bucaksızlığa terk ettikçe, eylemlerim duruluyor, sakinleşip ferahlıyordum. Şimdi önümde açılan kapılar; hiç olmadığım kadar özgür, hiç olmadığım kadar keyifli, hiç bilmediğim kadar deniz.


Artık yaşam denilen o çamurdan derede, saçma sapan çırpınmaları bırakıp, deliliğin masmavi denizlerinde enginlere, yitirdikçe kendimi bulduğum tapılası akılsızlığa doğru kulaçlar atıyordum.


Bir taraftan koca deniz, bir taraftan koyu kahve, birinde tuz çığırtkan, birinde şeker oysa: Kuşatılıp bırakılan, sarılıp sarmalanan sonra yine. Çığlıklar, gümbürdeyen davullar, beynimin kıvrımlarıyla dans eden çılgınlıklar. Lanet olsun değişik hal ve gidişlere bağlı törenlerin ortasından üremek denen şeye.


İçime batan çocuk, dışıma kaçan adam.


Uyanıyorum sonra o derin uykulardan. Ellerim tırnaklarım, bakıyorum her biri kan. Olmasa çoğalmasak yitip gitsek diyorum.


Elimdeki teneke, çalarsam davul gibi, bakıp bakıp haykırıyorum içimdeki seslere;


"Babanız yok. Babanız öldü. Babanız hiç doğmadı ki!


Susun artık! Susun artık! Susun lütfen, susun, susuuuun!..”


Tenekeden Macivert



                                                                  Chagall

23 Ekim 2010 Cumartesi

...al.kara.ak...



-bak gözler sözler var
yüzünde kir saklı yerler
kulakta eksik kalmış esrik harfler-

allıktan…

nefesten çekinmeyince
çekilmeyince aşk bedenden
köşeleri ayna dolu geceler
kapmaca yok kaçmaca
yatmaca kalkmaca yok
öylece durunca
anla bunu artık
geçince zaman atardamardan

sığınakta deprem
hava kara çalıyor etrafa
ışıktan bulaşık haneler
alışık dil al üzümü kafaya almaya
ucunda ölüm var an hazır kanat olmaya
derinlikten beter yuvarlakta
yuvarlaktan yoksun kuyuda


karanlıktan…


vurgun yemiş dalgıç hortumunda
tutulmuş bir nefes
köşelere kayıp dalınca uzunca uykuya
bir çakmak yakışı sonrası kömürlükte fare düğünü
bir aşktan son delik zurnada

delik deşik uyandın
bir fırça fırlattın
binbir renk patladı içine
kapının eşiğinden duydun
işte koca bir sayfa çevrildi


aklıktan…


tenler eridi... köz
sesler eridi... köz
kilitler eridi... köz
bir süpürge bir faraş
bulutlara yeter

-bak gözler sözler var
yüzünde kir saklı yerler
kulakta eksik kalmış esrik harfler-



al.kara.ak


                                   Rene Magritte   


21 Ekim 2010 Perşembe

VE ÖĞRENECEKSİN ZAMANLA DİĞERLERİNİ

"Federico,
Görüyorum işte dünyayı,
Ceddeleri, sirkeyi,
istasyonlarda uğurlamaları,
duman kalkınca ve dönünce hissiz tekerlekler
hiçbirşeyin ve kimsenin olmadığı
diyara doğru
ayrılışları, taşları, rayları..
insanlar dert çıkarmadan duramazlar,
kendini koyuvermişler,
endişeden tırnak ağacı olanlar,
onun bunun sırtından geçinen eşkiya eksilmez.
İşte hayat böyle Federico, işte bunlar,
sana dostluğumun delikanlıca kederinden
sunabileceğim şeyler.

Zaten
biliyordun
bunların
nicesini

ve öğreneceksin zamanla diğerlerini.."


Pablo Neruda



Ben bir “hiçim”, zaten az sonra söyleyeceklerimi size bir yaşayan yetişkin söylese inanma ihtimaliniz olmazdı. Çünkü bir yetişkinse ve yaşıyorsa muhtemelen yapacak çok daha önemli işleri vardır! Değil mi? Çalışması gerekir, koşması, kahkaha atması, saatini kontrol etmesi gibi hayati işlevlerden söz ediyorum. Hayat ozanı, keramet taslayıcı, mitos yaratıcı varlıklar gibi davranmalı, paradoksal keyif meselesi dünyayla kutsal bir bağlantıyı en güçlü anlamıyla bir re-ligio’yu tapınma ve dogma olmaksızın-akaitsiz bir inanç olarak- yüceltmeli. Hatta yeri gelmişken bir yığın değeri parodileştirerek uzaklaştırma gerekir yaşam çemberinden. Yalan söylemesi, doğruymuş gibi yapması gerekir. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşaması – yaşıyormuş gibi yapması – gerekir.


Çünkü yaşıyorsanız meşgulsünüzdür.


Ya da insanların narsistik dünyaları içinde giderek artan oranlarda kilitlenmesi ve sistemin yarışmaya yönelik beklentileri içinde sürüklenip gitmesi. Yaşamak böyle bir şey mi acaba? Kim demiş?


Eğer balıkların tümü aşılı olsaydı deniz hep fırtınalı olurdu ve iki paralel çizginin belirsizliğinde siz ve yaşam denilen kavram hayal ya da “masal ”olurdu.


Erdem ulumalarının yoğun atmosferinde gönülde yer açmak ve böyle bir yerin varlığına inanmak. İnsan olma onuruna bu yakışır.


Varoluşçuların “being there” deyimiyle açıkladıkları gibi, insan ancak birileriyle ya da şeylerle, yani “dünyasıyla var olarak” kendisini algılayabilen ve yaşamına anlam verebilen varlıktır. Mestane ya da Akil olmak tercihi (ya da: an) meselesi!


“Harabat ehliyiz mestaneyiz biz
Alemin nadan biganeyiz biz
Vahdet şarabı içmek istersen
Bizden iç meyhaneyiz biz”.


Dedim ya ben bir hiçim, yani meşgul olacağım hiçbir şey kalmadı, bu suni, sahte düzene, riya dolu oyunlara, sahte gülücüklere, sahte çabalara, suni koşuşturmalara, temelsiz stratejilere dair de bir şey, hiçbir şey söylemeyeceğim artık. Satranç düzleminde içi boş hamlelere seyirci olmak yoruyor kalbimin gözünü.


Yitirdiğimiz değerlere, yiten şeylerin ardından kalan boşluğu doldurmak için giriştiğimiz o korkunç ve sonuçsuz feryatlar, figanlar, koşuşturmaca ve karmaşaya, karmaşayı düzenli hale getirmek ve boşluğu unutturmak için kullandığımız ya da üzerimizde uygulanan tüm stratejilere dair de hiçbir şey yazmayacağım artık.


Ya da bir “ölü , “ öldürülmüş” olarak, bunu hatırlayıp, haddimi bilip sizin gibi susabilirim..
Esas konuşulması gerekenden bahsetmeye gerek yokmuş gibi ..unutmak için her gün saatlerce çalıştığınız boşluğunuzu size hatırlatabilirim!Ama ben kimim ki?


Susabilirim, ki “ölüler” genelde böyle yapar.. oysa bizim susuşumuz, gerçekten trajik sandığımız trajik değil, yıllarca trajik sandığımızdan kaçmak için yaptıklarımızın trajik olduğunu anlamamızdandır..


ikiyüzlü, üçyüzlü, çok yüzlü hiç olmadım..


Hatırladıklarımın, arenada izlediklerimin hepsi değilse yarıdan fazlası yalan! İnanın: yalan!
“Yetiştirildim, eğitildim ve “s a t ı l d ı m”” budur işte bütün mesele! (ironik benlik nihayet patladı).
Üzgünüm, hepimiz birer kuklaya dönüştürüldük, hatta “Hay”ı da “öldürdüğünüze” göre iplerimiz yüzlerini bilmediğimiz ama emellerini bildiklerimizin elinde artık. Masum doğmuş olsanız da her trajiği tadan gibi düzeninizi kurtarmak için insanı, adaleti bile hor görenleri sadece izliyoruz.
Herşeyi “MIŞ” gibi yapmanın hafifliği sarmış dört bir yanımızı, j.m’nin dediği gibi “dekora dönüşmüş ortamda, mekanlarda gerçekliğini yitiren, sonra aynı hakikatleri tekrar, bu kez ağır aksak aramaya meyilli bir hayatı tercih eden sözde postmodern ama kendi kuyruğunu ısıran balıklar olduk! Sahte zevk deryasının “meraksız” balıkları olmak da var, sayıları hiç de az değil…Ama bu naçiz ten der ki, kendiniz için de olsa bir şey yapın, böyle bir şey kaldıysa, yeter ki umutsuz olmayın, öyküleriniz, şiirleriniz, resimleriniz, kağıt cinsinden söz kaleleriniz, o en kutsal yapraklar, kitaplarınız, dergileriniz gür bir nehir gibi aksın daima, sözün, yazının kutsaniyeti adına. Bilmeliyiz, yara, görünmeyen tuhaf yaz(g)ının ruhunda açılmış. Dert de sizsiniz derman da.”
Bu sözler, sözcükler bana Milan Kundera ve o efsane yapıtı “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı yapıtının taşıdığı ana taslak ve düşünceyi de anımsattı bir yandan.


Yaşamın bir rastlantılar dizisinden oluştuğunu, ama onun bu kadar önemli olan şeyin, insanların bu rastlantıları nasıl yaşadıkları ya da yaşayamadıkları olduğunu kahramanlarının yaşam öykülerinde dile getiriyor. Kitaptaki karakterler, kendilerini kendi dünyaları içinde algılayarak olmayı ya da olmamayı sonuçlarının getireceği sorumluluğu kabul ederek yaşıyorlar.


Yazımın başından beri söylemek için can attığım nokta: “olmak” ile “yapmak” arasındaki o büyük fark. Kendi yaşamımızda bu denklemi ne kadar kavrayabiliyorsak o kadar “varız”.

Sen sır tutmayı iyi bilirsin
tarihin başlangıcından beri
bilirsin bütün kentlerden, zamanlardan denizlerden geçmeyi

Söyler misin ?
hangi kuvvet Gece ile Karanlığa aynı yemini ettirdi.

Sufi.


NOT: Bu yazı daha önce Sivil Fanzin 2 ve Borges Defteri sayfalarında yayınlamıştır. 


                                                                    Fatih Mika


                                                             

18 Ekim 2010 Pazartesi

AYNA TUTUCUNUN MARİFETLERİ











Gibi değil. Gerçekti. Neyse ki, tam zamanında fark etti; aksi halde, hikâyeye bambaşka bir başlangıç yapabilirdi. Aklında, yüzünde acı çeker gibi bir ifade vardı, cümlesi geziniyordu örneğin. Yanılgıdan kıl payı kurtulmuş olması ve muhtemelen hikâyeyi de kurtarması, ona başından beri “ gibi” kılığında görünenin tümüyle gerçek olduğunun nihayetinde anlayabilmesiyle mümkün oldu.

Gibi, değil. Acı gerçekti. Oradaydı. Kendini sakınmaya çalışmıyor; somutluğuyla insanı yanıltıyordu. Süslenmemiş acı, görmezden gelinmeye yatkınlık taşır; salt oluş’un cazibesinin yokluğu, onu belli belirsiz kılar ve “ gibi” ye yakın durmasına neden olur. Sanısına gerekçe aranırken aklına bir çırpıda doluşuveren fikirler, hikâyeye nasıl başlayacağı sorununu çözmüyorsa da, rahatlamış hissetmesini sağlıyor. İyi bir giriş cümlesi bulmaktan olabildiğince uzak oluşunu ikincil bir soruna indirgiyor. Zihni, “gibi” sözcüğünün üzerine yıkılmaya meyilli ve huzur, gidip geliyor. Henüz başlayamadığı hikâyeden giderek uzaklaşıyor olduğunun bilinci kavurucu olmalıydı; fakat değil.

Bir insanın yüzüne baktı; gördüğünü “ acı gibi” nitelemesiyle zihnine yerleştirip, giriş cümlesi arandı. Ardından “ gibi”nin abesliği hikâyesini ters köşeye yatırırken, salt acı’yı anlatmaya çalışmanın gereği sorusunun arkasına gizledi kifayet korkusunu.

Neden gibi, diye düşündü. Neden gibi? Daha yakından bakabilme şansı olabilseydi, 
“gibi”nin tuzağından kurtarabilir miydi yakasını?

( Araya girmemeliyim belki. Belki de girmeliyim. Bilmeniz gerekeni, bildirmenin başka yolu olmadığından, belki’yi bir yana bırakarak belirtmeliyim ki, sorularını kendine yöneltmek yerine bana sorabilme cesareti olsaydı; ona söylerdim. Sorunun kaynağında, yüzümden yansıyanın acıya benzer bir ifade gibi görünmesinden çok, başkasının acısına bakabilmenin sanıldığının aksine bir cesaret değil bir yetenek oluşunun yatmakta olduğunu  uzun uzun anlatabilirdim ona. Bu zahmete değer birine benziyordu. O sormadı, ben de hınzırca bıraktım onu “ gibi”nin peşine. Zihinsel debelenişini izlemekten keyif aldığımı neden saklamalı? )

Hikâyeyi bıraktı. Yanılgısını yüzüne vuran çıplak sancıyla ilgisini kesti ve söz söylemeyi kesinliğin riskli sularından çekip çıkaran, açık kapıyı hazırda tutan “gibi”nin, ne şahane bir sözcük olduğunu düşünmeye başladı. İçten içe, farkındalığıyla kendisinden uzak düşen hikâyeden utanıyor ama kolay olanın cazibesinden kurtaramıyordu yakasını. Bir yandan da ifadesine “ gibi” makyajı yerleştirmiş yüzün sahibine kızıyordu. “ gibi” batağından çıkabileceğine dair umudunu yitirmeye başlamıştı ki, temel soruyu sorabilmeyi akıl edebildi.

Nasıl oluyordu da, bunca “ gibi” görünen şeyin gerçekliğini görebilmeyi, ayırt edebilmeyi başarabilmişti? Şaşkınlıkla ifadenin sahibine baktı yeniden ve onun gözlerinde muzır kırmızı bir parıltının arkasına saklanmış cevabı gördü:

( Başkasının acısına bakmak bir yetenektir, diyebilirdim ona. Ama, asıl büyük yetenek, bir başkasının acısını, o başkasına tüm ilkelliğiyle gösterebilmektir. Bir ayna tutucunun tüm mahareti aynaya bakanın, neye baktığını anlayabildiğinde kendine yönelttiği iltifatı alçak gönüllülükle kabulünde yatar. Ve evet, bir şey değil)

Tokat etkisi yapan farkındalığını, kaybettiği hikâyesini ve ayna tutucusuna duyduğu öfkeyi yanına alıp alelacele ayrıldı oradan. Gözlerinde kırmızı parıltılar dolanan ve hadsizliğini görmezden gelerek gülümseyen birinin iltifatı hak ettiğini düşünmüyordu.

( Ediyordum oysa. Hem de çok. Moralimi bozmadan, etrafa bakınmaya devam ettim.)

ÜçRenk Kırmızı


17 Ekim 2010 Pazar

BENİM ADIM SEPYA


Adımla ses uyumu yaratıyor sepya, şiirsel bir uyum sağlıyor sanki aramızda.

Ben “mesut insanlar fotoğrafçısı”yım.

Yaşamın akışı içinde bir anı yakalayıp bir fotoğraf karesi içine aldığım o sonsuz kesintide, renkler birden sepyaya dönüşüyor.

Geçmişin anılarıyla dolu buğulu bir ses yükseliyor fotoğraftan.

Orada hüznün sararmış, solgun, sepya anıları var.

Hiç unutmam; çocukken fotoğraf albümlerine bakmayı ne çok severdim.
Eski zamanlar içinden bana bakan insanlar sepya renkli gülüşleriyle ruhumu doldururlardı.

Sepya, eskinin mesut insanlarının fotoğraflarından yaşama düşen bir gülüş, bir tat, bir ses ve bir kıpırtı idi.

Bana, akıp giden zamanı, yaşamın geçiciliği içinde durup derinden hissettiğim incelikleri anımsatan bir masal rengiydi sepya.

Şimdi de eşyayı saran, nesneleri kuşatan sonsuzluğun tülü, sepya rengine bürünmüş, zaman rüzgârında uçuşuyor…

Savrulan bütün renkler sepyada buluşuyor…

Evet; eminim artık, benim rengim sepya…

Sepya

                                    Pablo Picasso, Le Rêve (The Dream), 1932
                                    (hole supplied by Photoshop)

15 Ekim 2010 Cuma

GECE




        
kulakları örten seslerdir
aklın duvarlarında penceresiz kalan
ey gece
o sen misin gündüzden kaçan



biz bu siyahın içinde beyaz çiçekler aramıştık
kenarı sarı
ve hüznün damgasını yemiştik daha en baştan
bu yollar bizim değil demiştik evvela
sonra çıkılmamış yol bizim hiç değil deyip
kaptırdık kendimizi bildik bir yörüngeye
şaşkın bakışlarımızda sıkışıp kalmış
bir hengameye

yolumuza çıkan her neyse biz ona takıldık
engellerine çarptığımız kendimizdik aslında
duygu sağanağında kaybolan bilincimiz
o zifir kuyulardan çıkmaya çalıştıkça
incindi bileklerimiz
“yaşanmamış şeylere kırılır insan” diyordu şair
biz yaşayamadıklarımızı büyüttük hep içimizde
çalınan hayatların izbe köşelerinde
bir suçlu aradık çoğu kez

yaşamadıkça yaşamı bekler
yaşayamadıkça küser olduk herkese
olur olmaz düşler
olur olmaz ülkeler
olur olmaz hüzünler yarattık

çok değil
az kalan ömrümüzün günlerini
bir hiç uğruna savurduk
çok değil
az kalan zamanlarımızın en güzel anlarını
tozlu raflara kaldırdık
ertelenmiş her şeyi
bir başka bahara sarmalayıp sakladık
biz sakladıkça saklandık

artık görünmez bedenlerimizle dolaşırken
bir değil
bir çok şehrin birbirine benzeyen yanlarında
hep aynı hikayeleri yarattık
bir kenara yazılıp gözden kaçırılmış
görmezden geldiğimiz duyguları
hep müsvette yaptık
 


yol deyip çıktığımız yolculuklarda
adını bilmediğimiz duraklar aradık
aradıkça çıkmaz yollar çıkmaz sokaklar
biz hep birilerini ararken
kendimize çarptık
bu çarpmalar rastgele kazalardı
çok yara aldık

şimdi mevsim gece
şimdi pencerelerde çiçeksiz saksılar
çünkü mevsim kış
biriktirdiğimiz tohumlara gebe susmuş topraklar
çünkü gece
adı gece
adımız gece
siyahın içinde bir sarı alev
yüzümüz gibi

haydi yak ışıkları sönsün
nasılsa yüzümüzde
hep o sisli
hüzünlü gölge...

 Mor





                                                                Zerrin Tekindor






13 Ekim 2010 Çarşamba

İYİ Kİ...


Adım sanım yok. Ne olduğum belli değil. Sağda solda bulunmam. Alınıp satılmam. 
Gösterişli değilim. Tarif edilemem.

Derin bir suskuya hükümlüyüm. 


Ne dediğinizi duymam ama vurdumduymaz sanmayın beni. Sesim soluğum çıkmasa
da yüreğimle dinlerim sizi.

Kanlı canlı renklerin yanında nutkum tutulur, kalırım... Ben donuklaştıkça 
onların ışıltısı artar. Varoluşumun nedeni budur.

Kendimi nimetten sandığımı düşünmeyin sakın. Işığın hizmetinde bir çilekeşim ben. 
Acıyı renge dönüştürebilenler anlar beni.

Her ne kadar “Sağır renk” deseler de bana, yaşamın hüzünle karılmış tüm renklerini 
saklarım içimde.

Ressamların; tanrı olduğu bir dünyanın kuluyum. İyi ki öyleyim...

Sağır Renk


                                                        chagall  
                                                      

12 Ekim 2010 Salı

SALI AKŞAMI MIYDI?

Kendimden gideli çok mu olmuştu? Ben bir şeye bakıp gelecektim! Yıllar mı geçti? Şöyle bir bakacak yeni anlamlar bulacak, geri dönecektim; elimde sözcükler olacaktı. Üzerinden çok mu zaman gecti? Zaman üstümden mi geçti? 

Hatırlar gibiyim: Sözcüklerim vardı; mavi derdi, sonbahar derdi.. Yaşam derdi mi? Bu mu unutturdu? Nefes alayım derken, soluksuz mu kaldım? Sözcüklerim miydi bana soluk veren? Nerede bıraktım? Hani şöyle bir bakıp gelecektim ben.

Hatırlar gibiyim bir Cuma sabahıydı;  şehir bir ezgiyle esiyordu, sonbahar yaprakları sarıdan kızıla sokakları boyuyordu, dar sokakların arasından geçiyordum, birkaç sözcüğümde birikmişti hatta. İşte tam da oradaydım, yok yok kendimi aramıyordum. Kendimdim; fazla mıydım-eksik miydim bilemiyorum.

İşte zaman o zamandı, bir bakıp geleyim, demiştim. Sözcüklerim yeter sanmıştım gittiğimde. Çok mu zaman geçti? Biraz soluk alma telaşıydı. Tanımlamış  mıydım o halimi? Yok yok sözcükleri tanımlamazdım o zaman; bilirdim her bir sözcük başka bir tanım oluştururdu farklı zihinlerde.

Şimdi o şehirdeki sözcükleri tanımlayamayan kadını nasıl getireceğim buraya? Bunca tanım varken artık bulanık zihnim de. Edip Cansever’den miydi? Şimdi tam burada sırası geliveren o sözcükler:

‘’Bir çocukta kadın hayaleti mi?

Bir kadında çocuk hayaleti mi?’’

İkisi bir arada olamaz mı ?

Bir bakıp gelecektim. Çok mu geç kaldım? Gelmez mi artık o Sonbahar kokusu, geri vermez mi bana sözcükleri mi?

Yok yok ağlama yağmur gözlü, hatırladım. Hala sözcükler var, Sonbahar olmasa da bu kent de, sonbaharın renkleri var, renkler var, kızıldan maviye...Sonbahar olmasa ne çıkar? Yeni tanımlar buluruz kendi imgelemlerimizde.

Gel hadi gidiyoruz, hem de burada kalarak, sözcüklerimizi bulmaya..

Üç Renk Mavi

                                                              Zerrin Tekindor