26 Kasım 2010 Cuma

DÖNÜŞ

Dışarıya çıktığından beri uykusuzluk ve uyum sorunu yaşıyordu. Geceden aldığı alkol 
ve içtiği iki paket sigaranın zehrini ağzında ki tükürük salgısında öldürmüştü. Yutkunma 
ve soluma güçlüğü yanında ellerinin titremesini de engelleyemiyordu. Kalkmak için kendini zorladı yatağında bir süre oturarak derin derin soluk almaya çalıştı sonra ayağına terliğini geçirerek, mutfağa yöneldi.  Işığı açtı buzdolabın kapısını tuttu ki sonra aklına geldi. Onbeş gündür eve bir şey almamış dahası bir şey de yememişti. Midesi bulandı hızlı adımlarla lavaboya gitti. Aynada yüzünü görünce ürktü.  Bakışları derinliğini yitirmiş kaşları kirpiklerine doğru sarkık, sakalları ve bıyıkları ayrım çizgilerini yok etmişti. Özellikle de sol burun deliğinin altındaki kesik izi göremiyordu artık. Ağzındaki acıyı bir yudum suyla bastırmak için, sağ eliyle musluğu açtı bir saç teli inceliğinde sızan kahverengi su birkaç saniye içerisinde kesilince; ödenmeyen faturalarını hatırladı.

Önce suyu keserler dedi içinden. Kendilerine bağladıkları damarlarla emiyorlar kanımızı. 
‘’Su hayattır’’ dedikleri şey bu olmalı. Hayat damarlarımızı kesiyorlar Roya! Öldürmüyorlar ama kötürüm bırakıyorlar kını kim tutuyor, kılıcı kim? Belli değil. Günlerden sonra duyduğu 
ilk ses kendi sesi olmuştu. Daha da kötüsü Roya kimdi?

Uykusuzluk, açlık, unutkanlık zihnini bulandırmıştı.  Mutfak masasının üzerinde duran bir kenarı hafif sararmış, karıncaların etrafında dört döndüğü şekeri gözüne kestirdi. Kim bilir 
kaç zamandır oradaydı.  Karıncaları incitmeden kalan kısmı temizleyerek, dilinin üzerine yerleştirdi.  Yutağa doğru bir rahatlık hissi, birazdan midesine doğru yayılacak ve kasılmaları azaltacağını umut ederek koridora çıktı.

Zaman sabaha yüzünü dönmeye başlamıştı bile.  Salona geçerek pervazları ahşap, kenar macunları siyahî renge dönmüş olan camın dibindeki divana oturdu. Evin penceresi bahçeye bakıyordu. Dışarıda ölümü bile kıskandıracak beyaz örtüyü görünce üşüdü, bacaklarını dizlerinden bükerek göğsüne yaklaştırtarak ısınmaya çalıştı.  Gökyüzü derin bir karanlığa bürünse de bahçe beyazın örtüsüyle aydınlanıyordu. Karın beyazlığı garip bir maviliğe sonrada bacalardan çıkan dumanın etkisiyle grileşiyordu. 

Gözleri dışarıya bakıyor olsa da bakışları içine doğru akıyordu.  Sol yanağını dizinin üstüne bastırarak, yüzündeki izi derinlere gömmek istedi. Ya sesler, isimler bir araya getiremediği harfleri…

İnsanın gökyüzüne hasreti ne zaman başlar Roya?  Bana getirdiğin mavi kazağa neden güneşi de işlemedin. Neden bütün kokular kimyasal deyip teninin benden kaçırdın. Neden Roya neden! Ciğerindeki havayı nereye vereceğini bilmezse bir insan dışarıdakini nasıl içine çeker.  Bir tek yıldızı görmek için kaç yıl bekler dahası…

El değmemiş erkeklik organında sızan spermlerle açlığını giderenlerin düş’ü hangi kitap aralığına ayraç yapıldı… Biz bütün bu acıları içimizde çürütürken onlar kimin rüyalarında gelecek kuruyordu…

Zihni ona oyunlar oynuyordu yine. Geçmişte yaşadıklarıyla tekrar yüzleşmek onu yalnızlığa ve ölümün sınırlarına taşıyordu. Yüzündeki kesik, sol baldırındaki yanık izi, omurgasındaki kayıp disk “ölüme dönüş’’denen o dönemeçte yakalamıştı…

Şiddetli bir mide bulantısıyla kendine geldi. Sokak kapısına doğru koşarak, içindeki bulantıyı bastırmaya çabaladı. Ayakları onu daha fazla taşıyamayacağını anlayınca dizlerinin üzerine yığıldı, dışarısı artık uzaktı ona, dilinin ucundaki isimleri yüksek sesle çağırmak istese de başaramadı. Kapının eşiğinden içeriye doğru vuran ışık yılgın bedeni ve sakallarının içinden kaybolmuştu. Sol avucunda sakladığı kâğıdı kenetlenmiş dişlerini aralayarak dilinin üzerine yuvarladı.

 Kan ve mürekkep kokusunun delilleri karartmaya, yok saymaya gücü yeter miydi Roya ?

Soluksuz Gri

                                                                William Blake



  

22 Kasım 2010 Pazartesi

0 RH NEGATİF



Hızlı adımlarla tuvalete doğru yürüdü. Aynadaki görüntüsüne bakınca biraz olsun rahatladı.  Kendi rekorunu kırmıştı. İlk kez bu kadar hızlı hazırlanıp dışarı çıkabilmişti. Aynaya doğru yüzünü yaklaştırdı, gözünün kenarındaki kırışıklar canını sıkıyordu. Botoks yaptırmalıyım diye düşündü, her gün tekrarladığı yüz antrenmanını yaparken. Eliyle belinin çevresini kavradı, incecikti. Bu forma gelebilmek için günlerce aç kalmıştı. Sadece kalçasına söz geçiremiyordu, ne yapsa istediği kadar incelmiyordu, Türk geni, deyip kendi kendine gülümsedi.

Otobüs terminaline gelmeyeli yıllar olmuştu. Son anda bildirilen bu iş toplantısıyla arabasının bakımda olduğu zaman denk düşmeseydi, daha da geleceği yoktu. Okkalı bir küfür savurdu, sonra sağına soluna bakındı, neyse ki, duyan olmamıştı. Sırtını dikleştirdi, göbeğini içine çekerek minik adımlarla otobüse doğru yürüdü. Ancak arka koltuklardan yer bulabilmişti, 32 cam kenarı. Keyifsizce yerine yerleşti. Çocukluğundaki otobüslere göre oldukça konforlu olduğunu da inkâr edemedi. Yine de önündeki koltuğun arka yüzünde duran televizyonun kulaklıklarına dokunmadı bile. Kim bilir kimler dokunmuştu. Tiksindi.

Gözlerini kapadı, biraz olsun uyumak istiyordu. Aklı rahat vermiyordu. İçinden tekrarladı   ''düşüncelerinin akmasına izin ver, derin nefes al. ’’ Uzun süre gittiği meditasyon seanslarının işe yaramamasına şaşıyordu.

Topuklu ayakkabılarının içinde ayakları büyüyor, bir işkence mağduruna dönüşüyordu. Rahatsızca sağa sola kımıldandı.

Ön sıradaki koltukta oturan kızın spor ayakkabıları ve dünya umurunda değilmiş havası veren tavrı, onu daha da çileden çıkardı. Tekrar kendini uyardı ‘’derin nefes al, rahatla ‘’ . Bu sefer de cep telefonunun uyarı sesiyle gözlerini açtı; vitamin saati gelmişti.

Bir süre sonra otobüsü durdu, nihayet mola zamanıydı. Hızla otobüsten indi, çok sıkışmıştı yine de tuvalete gitmedi. Göbeğinin eni konu şişmiş görüneceğinin bilgisi bile onu, o tuvalete girmeye zorlayamazdı. Bir kutu yağsız süt ve kepekli diyet bisküvi aldı.

Otobüse döndüğünde yan sıradaki koltuğun dolduğunu gördü; adamın upuzun siyah bıyıkları vardı. Bacaklarını açmış, elini baldırlarının üzerine koymuştu. Siyah çizgili, kolları kendisine biraz kısa gelen ceketinin içinde; pembe, bayağı bildiğiniz pembe bir gömleği vardı. Alttan üçüncü düğmesi göbeğinden dolayı açılmıştı. Keskin bir süt kokusu geldi burnuna. Elindeki süt kutusunu hızla çantasına bıraktı. Tiksinmişti.

Kafasını çeviriyor, adama bakmak istemiyor ama gözlerinin ona yönelmesine de engel olamıyordu. Adam ne kadar mutlu görünüyordu. Bıyıklarının altında sürekli tebessüm eden dudakları vardı. Gülümsemekten yüzü gözü kırışıklarla doluydu. Ne vardı bu kadar mutlu olunacak acaba? Saçmalık ! Hem de bu görüntüsüne rağmen mutlu, diye düşündü. Pantolonunun paçaları da kısaydı, ayakkabılarının üzerine basmıştı, sol ayağındaki çorabın topuğu yırtıktı, nasırlı ayağı görünüyordu. Tiksindi.

Kafasını cama doğru çevirip, ne gereksiz insanlar var dünyada, diye mırıldandı. Gözlerini yumdu, böbrekleri patlayacak gibiydi. Nasılsa birazdan geçerdi. Yolun bitmesine yarım saat kalmıştı. Toplantıya yoğunlaşmalıydı. Konuşma metni hazırlanmıştı, kâğıtları alıp notlara bir göz gezdirdi. Toplantıda konuşurken sürekli kâğıttan okumayı istemiyordu. Söyleyeceklerini yeniden ve dikkatlice gözden geçirdi.

Adamın gözleri de mi parlıyordu, ne? Yok artık. Gözlerini yeniden  notlarına çevirdi. Odaklanmakta zorlanıyordu. Adamın pembe  gömleğini aklından çıkaramıyordu. O gömleği aklının içinden yırtıp atmak istedi. Derin derin nefes aldı, ona kadar yavaşça saymaya başladı. Çantasından büyüteçli aynasını çıkardı, yüzünü pudraladı, kırmızı rujunu sürerken, araba sarsıldı ruj tüm yüzüne yayıldı. Çığlık, toz duman. Son hatırladığı buydu.

Ne kadar süre geçtiğini bilemeden gözlerini açtı. Bacaklarını kımıldatamıyordu, vücudu uyuşmuş haldeydi, bedenini hareket ettirmek istedi, büyük bir acıyla irkildi. Ne olduğunu hatırlamaya çalıştı; zihni bomboştu. Sadece boşluk ve acı hissediyordu.

Yattığı yataktan, başını yana çevirdi; gür bıyıklar, pembe gömlek, uyurken bile gülümseyen bir yüz. Kâbus olmalıydı bu! Kolunu kımıldatmak istedi, onun kolundan kendisine doğru hortumlar uzuyordu. Bağırmak istedi, sesinin çıkmamasından korkuyordu. Koridordan hızla geçen hemşireyi gördü. Derin bir nefes alıp olanca gücüyle ‘’hemşire’’ diye bağırdı.
Koca popolu, beyaz önlüklü hemşire geldi yanına, sakin olmasını söyledi ona. Kadın hortumu gösteri ağlıyordu sadece, konuşamıyordu. Hemşire ellerini tuttu;

‘’Kötü bir kaza atlattınız, bileklerinize ayna kırıkları saplanmıştı ve bacaklarınız koltukların arasında sıkışmıştı. Çok fazla kan kaybetmişsiniz. Bildiğiniz gibi kan grubunuz da en zor bulunanı, 0 rh negatif. Neyse ki, kazayı ufak sıyrıklarla atlatan bu bey, size kan verebileceğini söyledi. Çok şanslısınız, beyefendi çok sağlıklı.’’

Kadın önce sadece “süt” diyebildi. Hemşirenin soru dolu bakışları altında;  ‘’süt kokuyor muyum? ‘’ diyerek sorusunu tamamladı.

Başını çevirdi, gözlerini kapattı yorgundu, çok yorgundu. ‘’Acaba idrarımı kaçırmış mıyımdır? ‘’ sorusu beynini kemirdi. Ardından ilk kez, yüzümde kırışıklar oluşur mu, diye endişelenmeden gülümsedi...

Artık süt kokuyordu.

ÜçRenk Mavi

                                                                    Klimt

21 Kasım 2010 Pazar

EVDEYİM



Ev, şehrin en eski yerleşim yerinde. Hani, iki kişinin yan yana zor geçtiği sokakları, fotoğrafçılar tarafından ısrarla ve de defalarca çekilen o eski yerde…
Eskiden dere akardı önünden bu evin. Daha sonraları üzeri kapatılıp geniş bir caddeye döndü. Dere kışları coşkun akardı. Dağdan inen sel suları, önüne ne var ne yok alır, önümüzden geçerdi. Karşıda oturan anneanneme gitmek için üzerindeki küçük taş köprüleri kullanırdık. Derenin kenarındaki sıra sıra ağaçların hemen yanından, sağa dönüp birkaç metre yürüdükten sonra tam tamına yirmibir basamakla evin bulunduğu sokağa çıkardık. Ve tekrar birkaç metre yürüyüş, bu sefer geniş üç basamak, sonra birbirine bakan üç kapı. Birisi bizimki. Bal rengi kapı, etrafı koyu kahve. İki kanadı olan, kanatlar arası tahtayla sabitlenmiş, oymalı. Önündeki seti aşıp, eğilerek girmen gerekir içeri. Çünkü kapı hayata açılır ve hayatta ev işleri yapılır. Bulaşık, çamaşır, yemek… şimdi bu kapı tek kanatlı, gri ve yine oymalı ama demir. 
Hayatta bir parça toprak. O bir avuç toprakta nasıl yetişir diye şaşırdığım kocaman bir asma. 
Eskiden oldukça ihtişamlı olan bu ev şimdi etraftaki derme çatma beton eklemelerle düzeltilmiş komşu evlerin arasında sıkışıp kalmış küçük bir ev görüntüsünde... Alt katta bir oda, mutfak. Üstte iki oda ve sonradan genişletilmiş önü kapatılmış bir salon. Eskiden hepimizin isteği kendimize ait bir odaydı ve merdiven basamakları adımıza ayrılmış küçük odalarımızdı. 
Çocukluğumun hayalet gibi dolaştığı bu evdeyim gene… kapıları teker teker açıp içeri giriyorum. her adımda bana ses veren, benimle konuşan basamakları çıkıyorum teker teker. her ses görüntü gözlerimde… ilk cenaze, ilk düğün, ilk bebek sesleri… yürümesem sesler kesilir mi acaba… bu uğultu gider mi kulaklarımdan. 
Yürümesem… 
" taşlara, ezmekten korkar gibi basıyorsun ayaklarını''  dedi bugün ablam. Dikkat ettim öyle basıyorum, hafiften, çekinerek…
            lal
                                                                    lal

18 Kasım 2010 Perşembe

GECEDE TEDİRGİN SESLER

Üst kattaki soluk ışığa baktı yeniden kararsızlıkla. Olabilir mi? Üç gecedir hiç ışık görmemişti bu evde. Birkaç kez de gündüz geçmişti önünden herhangi bir hareket görebilmek amacıyla. Tek görebildiği kapının önündeki paspasın üzerinde uyuyan tuhaf bakışlı kedi olmuştu. Bu geceye göre ayarlamıştı kendini ve şimdi o soluk sarı ışık. Önünde durduğu ağaca sırtını yaslayıp, saatine baktı: 01: 15. Girecek miydi? İçindeki sıkıntı büyüdükçe büyüyordu. Vazgeç, dedi iç sesi, belli ki geri dönmüş. Kararsızlık onu olduğu yere mıhlamış gibiydi. Tek yapması gerekenin oradan uzaklaşmak ve başka bir fırsatı beklemek üzere, eylemini ertelemek olduğunu biliyordu. Yine de kıpırdamadı olduğu yerden ve önündeki en büyük engel olarak gördüğü ışığa bakmayı sürdürdü. Beş dakika sonra kararını verdi ve eve doğru yürüdü.

YUKARIDAKİ

Yatakta uzanmış elinde tuttuğu kitaba bakıyordu. Kitabın kapağını açıp bir an önce okumaya başlamayı istediğini biliyordu; onu durduran tek şey, romanı bitirene kadar elinden bırakmayacağının bilgisiydi. Bu, sabahı bulmak demekti. Sonunda kararını verdi ve kitabı açtı.

AŞAĞIDAKİ

Çok kolay oldu girişi. Gerçi bunu tahmin ediyordu, kilidi ve kapıyı defalarca incelemişti. Yukarıdakinin uyumuş olduğuna da aynı güvenle inanmaktaydı ama yine de sessiz olmalıydı. Evin içini anımsıyordu, girişten sağa döner dönmez, mutfağa geçeceğini, oradan kolaylıkla salona ve üst kata çıkan merdivenlere ulaşabileceğini biliyordu. Merdivenlere ulaşmak bir şey değildi de, o ahşap basamaklar sorun olacaktı. Basamaklara her basışta tahtaya özgü o sesin çıktığını anımsıyordu. Bu yüzden yukarıdakinin uyuduğundan emin olmadan o basamaklara ayak basmaya hiç niyeti yoktu. Merdivenin başında durup nefesini tuttu ve yukarıdan gelecek herhangi bir sesi işitebilmek için kulaklarını iyice açtı. Hayal kırıklığı sesi duymasından daha önce geldi. Çevrilen bir sayfanın sesiydi bu, kağıt hışırtısı. Biliyordu, girmemeliydi; yine aklın sesini hiçe saymış, evdeki varlığı, uyanık olduğu gün gibi ortadayken içeri dalıvermişti. Şimdi ne olacaktı? Çıkıp gidecekti tabii geldiği gibi sessizce. Kıpırdamadı ama yerinden, hiç de gidecekmiş gibi görünmüyordu. Gözü salondaki geniş, rahat görünümlü kanepeye takıldı. Kahverengi olduğunu anımsıyordu. O kanepede hiç oturmamıştı, şimdi oturabilir ve yukarıdaki uyuyana kadar sessizce bekleyebilirdi. Ya su içmek için aşağı ineceği tutarsa? Geldiğini işitirdi, tahta basamaklar alarm gibiydi nasılsa. Neden inat ettiğini sorsanız verecek cevabı yoktu, ama bu gece almaya kararlıydıalmaya geldiğini. Yavaşça salona inen basamaklara yöneldi, iki adım sonra gözüne kestirdiği kanepenin yanındaydı. Belli belirsiz gülümsedi ve kanepe oturdu, oturma esnasında çıkan sesi işittiğinde artık çok geçti. Nefesini tuttu.

YUKARIDAKİ

Sesi işittiğinde, romanın seri katili yeni belirmişti sayfada. İlk kez, yıllardır takip ettiği yazarın bu kadar sert bir katil profili yazdığına rastlıyordu. Bunu düşünmesiyle sesi işitmesi aynı ana rastladı ne yazık ki. Öyle korktu ki, zihni bu sesi tanıdığını söylese de yaşadığı panikten sesi tanımlama işlemini bir türlü gerçekleştiremiyordu beyni. En sonunda nefes alabilmeyi başardığında, zihni de başarmıştı: Kanepe. Kanepenin sesi bu, diye düşündü. Biri kanepeye oturmuştu, çok saçmaydı, kimse onun kanepesine oturamazdı gecenin bir yarısı. Ama kanepeye biri oturmuştu, bundan emindi. Eskimiş kanepe bir süredir oturur ya da üzerinde kımıldanırken kulak tırmalayan bir ses çıkarıyordu. Yaylarından biri çıkmış olmalı, demişti arkadaşlarından biri, hatta birkaç yay çıkmış olmalı. Kalabalık vardı o akşam evde, gelenlerden bir kaçını kendi de tanımıyordu. Bir şeyi kutlamak için toplanmışlardı bunu anımsıyordu ama şu anda neyin kutlandığını düşünecek durumda değildi, düşünebilse de hatırlayabileceğini hiç sanmıyordu. Sakinleşmeye çalışarak yatağın içinde iyice doğruldu. Aşağıda biri vardı ve o kimse, çoktan çöpü boylamış olması gereken kanepeye oturmuştu. 
Bu saçma değil miydi, evet saçmaydı. Eve girmiş bir hırsızın, hırsız olmalıydı, gidip kanepe oturmuş ya da uzanmış olması akıl dışı değil miydi? Gülecekti neredeyse, aşağıda kimse yoktu elbette, kendini kitaba kaptırmış ve o sesi duyduğunu hayal etmiş olmalıydı. O anda aklına kedi geldi ve rahat bir nefes aldı. Yukarı çıkmadan önce kedi camı tırmalamış, o da aldığı kararı bozarak içeri girmesine izin vermişti. Soğukta dışarıda kalmasına gönlü razı olmamıştı, o olmalıydı sesin sahibi. Muhtemelen kanepeye hızlı bir atlayış gerçekleştirmişti. Eee, o zaman neden inip bakmıyorsun, diye sordu kendine alayla. Buna bir cevap vermeye fırsat kalmadan kedinin yatağın ayakucunda uyumakta olduğunu görüverdi; kalp atışları yeniden hızlandı. Bu kadar saçmalık yeterdi, aşağı inip bakacak ve kimsenin olmadığını görerek rahatlayacak sonra da bunun için kendisiyle dalga geçecekti. Yavaşça yataktan 
indi, terliklerini arandı. Saçmalama, dedi yine iç sesi, aşağıda biri varsa terlik giymemelisin, geldiğini işitebilir. Aşağıda biri varsa, hiç inmemeliyim, diye karşılık verdi o da bu itiraza. Kapıya kadar yürüdü, yatak odasının kapısını kapatmamış olması da şanstı hani, çünkü o da açılıp kapanma sırasında korkunç bir ses çıkarıyordu. Bu evin yayı çıkmış, diye düşündü. Sessizce kapıya yaslandı ve dinledi. Hiç ses yoktu, durdu tekrar dinledi. Garip şey, hem korkuyor hem korkmuyordu. Ne demek şimdi bu, diye düşündü, ya korkarsın ya korkmazsın. Aşağıda biri varsa gerçekten bu korkutucu bir durumdu, aşağıdaki oradaysa ve yukarı çıkmıyorsa bu neydi peki? Garip bir durumdu. Belki de uyanık olduğunu fark etmiş, o da aşağıda durum değerlendirmesi yapıyor olabilirdi. Bu daha akla yakın bir açıklamaydı. Neyi değerlendiriyordu ki, çıkıp gitse ya geldiği gibi. Yok, ben iyice saçmalamaya başladım, dedi ve geri geri yatağına doğru gitti. Yavaşça yatağın içine girip, yorganı burnuna kadar çekti ve düşünmeye devam etti. Aşağı inemezdi, gerçekten biri olduğunu sanmıyordu orada ama inemezdi işte. O yukarı gelsindi, gelecekse. Kimse gelmiyordu, hiç kimse gelmeyecekti çünkü hiç kimse yoktu alt katta. Kitabına uzandı yeniden, okumaya devam edebilir miydi, evet ederdi. Saçma bir korkunun gecesini mahvetmesine izin verecek değildi. Hırsla sayfaları çevirip, sesi işittiğinde kaldığı sayfayı bulmaya çalıştı, bunu yaparken olabildiğince gürültü çıkartmakta olduğunun farkındaydı, ne tuhaf bir geceydi bu.

AŞAĞIDAKİ

Çevrilen sayfaların sesini duydu oturduğu yerden, uzunca bir süre hiç ses gelmemiş, o da umutlanmıştı uyuduğunu düşünerek. Ama hala uyanık olduğu aşikârdı. Kanepe otururken yaptığı gürültü yüzünden epeyce tedirgin olmuş, aşağı koşarak inme ihtimaline karşı saklanacak yer aramıştı panikle. Ama korktuğu olmamış, uzun süren bir sessizliğin ardından yeniden kitap sayfalarının çevrilmesine işaret eden sesi işitmiş ve rahatlamıştı. Ama hala soğuk ter akıyordu sırtından. Aşağı inmesi ve kendisini görmesi halinde ne yapacağını, ne söyleyeceğini, evdeki varlığını nasıl açıklayacağını hiç bilmiyordu. Tam bir felaket olabilirdi. Onu görse hatırlar mıydı acaba? Hatırlamama ihtimalini düşünüp öfkelendi, içini sıkıntı bastı. Çıkıp gitse ya artık, ne bekliyordu; onun aşağı inmesini ve her şeyin bir felakete dönüşmesini mi istiyordu? Hayır, ama artık gidemezdi: çok geç. Kanepe muhtemelen otururken çıkardığı sesi kalkarken de çıkarırdı, hem kapıdan çıkarken gürültü yapmaması olanaklı değildi. Beklemek zorundaydı, yukarıdakinin uyumasını beklemeliydi. Saatine baktı, karanlıkta bir 
şey görünmüyordu. Cebindeki küçük el fenerini çıkarıp yaktı: 02: 02 . Neredeyse kırk dakikadır evdeydi ve bu kanepe çakılıp kalmıştı. Yukarıdaki hafifçe öksürdü ve ardından bir çakmak çakıldı. Sigara içiyor. O gece baca gibi sigara tüttürdüğünü anımsadı yukarıdakinin. Ne 
zaman uyuyacaktı? Hem ne okuyordu, böyle gecenin bir saati? O sırada kanepenin 
yanındaki sehpanın üzerindeki kitabı gördü. Ani hareket etmemeye özen göstererek uzanıp aldı. El fenerini yeniden yaktı, yukarıdakinin fenerin ışığını görme şansı yoktu, kitaba baktı: Azizler ve Alimler. İnce bir kitaptı ve sayfaların kalitesi onun korsan yayın olduğunu düşündürüyordu. Başını kaldırıp yukarı baktı, gözlerinde yukarıdakine yönelmiş hayali bir kınama vardı. İlk sayfayı okumaya başladı fenerin ışığında. Dakikalar sonra kitaba dalıp gitmişti. Uzanabilir miydi?

YUKARIDAKİ

Sayfalar ilerliyor, saat ilerliyor uykusu gelmeye başlıyordu. Ama uyumayacaktı, uyuyamazdı. O, aşağıda kanepesine oturmuş, kim bilir ne yapıyorken uyuması imkânlı değildi. Bu artık bir savaştı, aşağıdakinin kim olduğu hakkında hiç bir fikri olmamasına karşın kendisine zarar vermeye niyetli olmadığını biliyor; bir şey istediğini ama onu alabilmek için uyumasını beklediğini anlıyordu. Bu yüzden uykuya direnmeye kararlıydı. O pes edip evinden çıkıp gidene kadar uyumayacaktı. Cep telefonunu aşağıda bırakmış olmasına küfredip duruyordu içinden. Korku geçmiş, yerini öfke ve merak almıştı. Kim ve ne istiyor? “uyumayacağım işte, çok beklersin” diye seslenmeyi bile düşündü bir ara. Yapamadı tabii; keşke yapabilse. Keyifle sırıtıyor, ne şaşırır kim bilir? Belki palas pandıras kaçar evden.

AŞAĞIDAKİ

Gün ağarmaya başlarken, yukarıdan gelebilecek herhangi bir ses için kulak kesilmekten çoktan vazgeçmiş, elindeki kitap yavaşça göğsüne doğru düşerken gözlerinin kapanmasına engel olamamıştı. Uykunun derinliklerine dalmadan az önce, yaptığının anlamsızlığını söylemekte olan aklına sırt çevirdi.

YUKARIDAKİ

Kapanan dış kapının sesiyle gözlerini açtı. Uyumuş olduğuna şaşırmayı erteleyerek pencereye koştu. Bahçe kapısından çıkarken de, sokak boyunca ağır ağır ilerlerken de yüzünü göremediği adam, bir elinde ince bir kitap, diğerinde ise minik bir çantayla uzaklaşıyordu. Gözden kaybolana kadar izledi. Olan bitene anlam vermeye çalışmaktan yorgun düşmüş zihnini susturmayı deneyerek aşağı indi. Mutfak masasında kendisini bekleyen kahvaltı sofrasını süzdü bir süre. Çay bardağını doldururken, o küçük çantada ne vardı acaba, diye düşündü.

ÜçRenk Kırmızı

                                                               Lal

16 Kasım 2010 Salı

UZAKTA MI TUZAKTA MI?






.bedeni toprağa çok yakın, çimin kokusunu duyuyor, dona kalmış bir pişmanlığı eritiyor, başına taş düşmesini bekliyor, ağaçların arasında .......... dönüşüyor, kafasını sallıyor sık sık, belli beyni kaynıyor, hey be canına yandığım kayıbın biri yatıyor bu parkta, herkese olduğu kadar uzakta, elleri serin çime kelepçeli, belki çok eski bir korsan torunu, küsmüş ve büyümemiş bir çocuk, giz bir bekçi, sadece serseri, belki de kovulan bir işçi ya da öylece uzanıp dinlenen biri zamanımız çakışıyor parkta

öteki o öteki

tartışmasız akıllı, yeşilken hala bir yerler tadını çıkarıyor
bir ressam gibi yatışını çiziyor etrafa, her yer sesli herkes sessiz, o yatıyor, bir tahtanın kırılışı, kılıçların tokuşması, kırık kalemler, yasaklı bölgeler, özgür doğa özgür o da, herkes gelebilir parka, herkes geçebilir, dört yanından yaşıyor, etraf son bahar, gözlerinin altında ayak izleri var, gümüş bilye gözleri, buğulu saçı sakalı...

bir yabancı o bir yabancı

yattı ve saymaya başladı

ölümden önce soluklarını
bedeni toprağa çok yakın, çimin kokusunu duyuyor, dona kalmış bir pişmanlığı eritiyor, başına taş düşmesini bekliyor ağaçların arasında.........

al.kara.ak

                                                                 Büşra 

5 Kasım 2010 Cuma

MATEMATİĞİ KULLANMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Gerçekte matematikten daha 'popüler' olan çok az başka konu vardır. Çoğu kişinin güzel bir melodiden zevk aldığı gibi, birçok kişi de matematikten bir ölçüde hoşlanır. Galiba matematiği yaşamlarında kullananların ve ilgi duyanların sayısı müzikle ilgilenenlerden fazladır. Bunun tersi geçerli görünse de açıklaması basittir. Arabanızı bir sokakta kaldırım kenarında duran iki arabanın arasına yerleştirmek için neyi hesaplarsınız? Tabii ki iki arabanın arasındaki alanı ve bu alanı arabanızın kaplayacağı alanla karşılaştırırsınız. Bu alanları eğer eşleyebilirseniz park etmeye kalkarsınız. Bu zihninizde hiç öğrenmediğinizi düşündüğünüz geometrinin bir uygulaması değil midir? Peki ev bütçenizi nasıl yaparsınız? Aldığınız maaşla ay sonunu getirmek için hesap kitap yapmaz mısınız? Bütçenizi tutturmaya çalışmaz mısınız? Bu dönemde bütçeyi tutturmak beceri istese de ilk başvuracağınız araç matematiktir. 

Müzik kitlelerin duygularını harekete geçirebilir, matematik ise bunu yapamaz; müzik yetisinin eksikliği (kuşkusuz haklı olarak) biraz küçültücü bir özellik sayılır, halbuki çoğu kişi matematik sözcüğünden o kadar ürker ki matematik konusunda yetersizliklerini açık kalplilikle kendileri abartırlar. Hatta bu abartıyı, utanç duyulması gereken bir durumdan kurtarıp sevimlilik düzeyine getirerek "ay benim lisede de matematiğim zayıftı!" esprisi yapan nice kendini entelektüel sayan kişiye yayın organlarında tanık olmuşuzdur. Oysa bir matematikçi Picasso'yu, Umberto Eco'yu, Mahler'i... Bilmediğinde nasıl da yuh! çekeriz içimizden. 


Bir yazar bir roman yazmak için günlük yaşamdan daha az mı matematik kullanır? Hiç sanmıyorum. Roman kurgusu için gerekli olan düşünce dizgesi matematiksel bir yapı içermez mi? bir yönetmen sahneleyeceği bir tiyatro oyunu için sahneyi alanlara ayırmaz mı? Bu ayırdığı alanlar üzerine sahneleri yerleştirmez mi? peki bir besteci ne yapar oluşturduğu nota yapılarını, periyodik olarak kullanarak oluşturduğu dizgelerle, periyodik fonksiyon kullanarak yerleştirmez mi sizce? Nedendir bu çaba? Eserlerin en estetik şekilde izleyiciyle okuyucuyla paylaşılması kaygısı değil midir? Sorsanız belki de matematikle aralarının hiç de iyi olmadığını tebessümle anlatır size sanat esrinin üreticisi. Edebi bağnazlığın tutarsızlığını ortaya koymak için daha fazla düşünmek gerekmez. Bir sanat eserine güzel diyen herkes matematiksel bir güzelliği de dolaylı yoldan dile getirmektedir. 


Her uygar ülkede yığınla satranç oyuncusu vardır; Rusya'da eğitim görmüş olan hemen herkes bu oyunu oynar. Her satranç oyuncusu 'güzel' bir oyunu veya problemi anlayabilir ve takdir eder. Halbuki bir satranç problemi yalnızca soyut matematiğin bir uygulamasından ibarettir.  Bir satranç problemine güzel diyen herkes matematiksel bir güzelliği dile getirmektedir. 


Daha alt düzeyde olan fakat daha yaygın bir kitleye hitap eden briç oyunundan, ondan da alt düzeyde kalan, günlük gazetelerin bulmaca köşelerinden de aynı sonucu çıkarabiliriz. Büyük kitlelerce bütün bunlara ilgi gösterilen büyük ilgi, temel matematiğin ilgi çekiciliğine gösterilen övgü ve takdirin farkında olunmayan ifadesidir. Kaliteli bulmacalar düzenleyen kişiler, yalnızca bu temel kuralları uygularlar. Onlar işlerini iyi bilirler; halkın istediği bir parça entelektüel 'heyecan' dır ve bu duygu, başka hiç bir şeyde, matematikte olduğu ölçüde bulunmaz.



KIRÇIL





                                                              CAHİT ARF 





3 Kasım 2010 Çarşamba

İTİRAF EDEN AĞZIN YALNIZLIĞI: ÜLKEM



Kenti terk edeli kaç zaman geçti şimdi anımsamıyorum. Bana ait topraklardan çıkıp gitmeye karar verişimi bir çılgınlık anına bağlayanların çokluğundan haberdar oluşuma karşın, buna itiraz etmediğimi çok iyi anımsıyorum ama. Yola çıkmaya hazırlanırken arkamda hiçbir şey bırakmamaya kararlı, sakince toparlandım. Ülkemi terk ediyor oluşuma bir anlam veremeyenlere kulak asmadan yol hazırlıklarıma devam ettim. Sakin görünmeme rağmen içim kederle doluydu. Keder ve öfke.Yakıcı bir ikili. İçten içe yanıyordum ama bunu halkıma göstermeye hiç niyetli değildim. Halkım. Bir güruh. İçten pazarlıklı, nankör ve umutsuz halkım.

Yasaları çiğniyor oluşuma yönelik itirazlara yanıt vermedim. Gidiyordum işte. Suça verilecek en büyük cezayı vermiştim kendime. İtiraza ne hacet? Ülkemden, o hep sevdiceğim olan topraklardan sürüyordum varlığımı. Başka bir ülke aramaya dermanın da niyetim de yoktu. Bunu böyle demedim ama geride bıraktığım o sarı otlarla kaplı meraya. Başka ülkeler, başka yerler arıyorum, dedim. Senden daha verimli topraklar. Durup uzaktan bakacağım, seçtiğim toprağı uzun uzun seyredeceğim ilkin; sonra kararlı adımlarla toprağına basıp, bayrağımı dikip en yüksek tepesine yeni ülkemin, yüzünü vatanım ilan edeceğim. O da sevinçle kucak açacak varlığıma; sarıp sarmalayacak terk edişin okuyla yaralanmış bedenimi. Yaralarımı otayacak, sihirli merhemler akıtacak dudaklarından kanayan her bir yaraya. İçimdeki tarifsiz kederden ziyade o kara, kapkara öfkeydi dilimi zehirli bir yılana dönüştüren. Meşruiyetimi geçersiz ilan eden o sarı topraktan aldığım naçar bir intikamdı bu, biliyorum.

Gitmeden, yediğim onca dayağın utancını hafifletmek için, okkalı bir tokat da ben yapıştırmak istiyordum sadece. Amacına ulaşmayan o şamar en çok benim canımı yakmıştı yine de. Boynuma takacak güçlü bir muskayı nereden bulacaktım ki? Bu yüzden defteri, aşk’ı, hasret’i, ülkemin güzel gözlerini yazdığım defteri kararlılıkla çöpe attım. Yırtmadan, parçalara ayırmadan olduğu gibi, sokağın en kalabalık çöp bidonuna fırlatıverdim. Ayrılmadan yaptığım son iş bu oldu.

Yürüdüm, yürüdüm sırtımda yüküm; belleğimi geçtiğim dağ, ova, yayla ne varsa, boşalta boşalta yürüdüm. Geçtiğim ırmaklarda soluklanırken, kabuk bağlamaya yüz tutmuş yaralarımı yıkadım. Başkalarının vatanlarından geçtim yol boyu, harama yüz çevirmedim.

Sonunda bir ağaç kovuğu bulup oturdum. Dallarının arasındaki bir dolu canlıya kucak açmış, gönlü zengin, heybetli bir ağaçtı sığınağım. Beni kabul edişindeki tevazu, ruhumu minnetle doldurdu. Yüzüme bakmış ve anlamıştı. Bilgeliğinin önünde hürmetle eğildim.

Yıllar yılları kovaladı bu kabul edilişin ardından. Ben yaşlandım, yüzüme çizgiler doldu; bacaklarım inceldi, onlar inceldi ama içimdeki keder ve öfke dinç kaldılar. Bazen rüzgar – dost mudur, düşman mıdır hala bilemem- burnuma çok uzaklardaki yurdumun kokusunu getirir. Ülkemin o unutulmaz vanilya kokusunu alırım rüzgarın ellerinden; yayarım yaşlı bedenimin her bir yerine. Bütün gün oturur ellerimi koklarım. Böyle zamanlarda, ağacı paylaştığım küçük hınzır kuşlar benle eğlenmeye başlarlar. İncelmiş bacaklarıma bakıp, “ tahta bacak, tahta bacak” diye ötüşüp, uçarlar başımın üzerinde. Kızmam onlara, kızamam.  Artık başkasının yüzü, başkasının ülkesi olan o topraklara duyduğum özlemle yumar gözümü koku kaybolmasın diye dua ederim tanrılara.

Sonra daha fazla dayanamaz sırrı, o binlerce kez açık ettiğim sırrımı, fısıldarım hikmeti benden çok olan ağacıma:

   “ ülkemi ben terk etmedim…”

Ağaç anlamını çözemediğim sakinliğiyle sorar.

   “ çağırsa seni yanına? “

Gidemem, gidemem, gidemem.

Öfkelenirim konukseverliğini kötüye kullandığım hamime. Ve itirafçı olmanın öfkesiyle avazım çıktığı kadar bağırırım, sonrasında gelecek utancı hiçe sayarak.

Öyle bir ülke yok, hiç olmadı. Ben hiç sere serpe uzanmadım terli bedenimle o toprağın üzerine. Ellerim hiç dolaşmadı saman sarısı otların arasında. O vanilya kokusunu hiç almadı burnum. İnce uzun ırmak boyunca koşmadım asla; nefes nefese kalıp titreyen bacaklarımı fark edip gülümsemedim. Hiçbir zaman veda anlarında bir virüse dönüşüp onun bedenine sızmayı düşlemedim. Şiir şiir dolaştırmadım benliğimi peşi sıra. Bunlar hiç olmadı.

Hakikat… Hakikat…Hakikati söyle artık!

O kederli ve öfkeli hakikati!

Ben olmayan ülkemden kovuldum… Bilmediğim diyarlara sürüldüm.

İtiraf eden ağzın yalnızlığı işte bu sürgün yeri. Neden ?

Söz ortaklık kabul etmez (mi?) .

Üçrenk Kırmızı

                                                                   Lal

1 Kasım 2010 Pazartesi

MÜZE




bugün ben kendi müzemi gezdim
soluğumda samandan kağıt hışırtıları
taştan taşa günışığı bana taştan da ağır
dedim kendi kendime -baş taçlarını
takınıp çıkmalı -mor ceplerimde
virginanın taşları
 
ben bugün kendi müzemi gezdim
fazlasıyla yürekli-ve telaşlı
ne giymiştim adımlarım sık mıydı
kendi müzemde kendi lahidime yabancı
dedim-paslı kanatlar çırpınıyor şuramda
'geldi yitme zamanı'
 
müzemde hepimize söz geçiren bir anı
gibi acının gözlerinden okudum
ne kadar sevmiş olduğumu sizi
anlattılar torsolar bana
kaybettiğimi ve bükülmüş bileğimi
oyuna sürülmüş kağıtlar arasında
 
ben bugün kendi müzemi gezdim
aldanışımın tozlu düzeneğinde
deneysel bir keder yarattı sizi
aşkın tarih önceki solucanları
tutkunun kırk ayakları yarattı
iştahla devinmesi karıncaların
 
ben bugün kendi müzemi gezdim
sevimli bir etek dizlerimin üstünde
yağmur birden başladı -yürüdüm
sırtımda incecik bir cesetle..
 
S.İ.Y.A.H



                                                                        Lal