29 Nisan 2013 Pazartesi

sınır likit metre küp


taşıdığım bulutları alnımın en görünmez yerlerinde toparlayıp

yine o küpten içeri adımladım.

üç beş ironi fırlatıp, sınır likitten dibe dalıp, döngüme tampon kutsadım.

tahta masanın kenarına çarpan, bakan uçlarımın kalıntılarını anılayıp, kopardım.

ben kalmasın..

uçuşan erkekliği halisünojen likit ateşlerde yakalayıp, tünediğim sehpanın ucuna közledim.

kararsız kaçınmalara türlü baharatlar ikram verip, tütsüledim.
kalsın..

ısrarla haykıran kör kalabalığa pustum. kustum.

zikzak çizen halıyı üçüncü gözümden ettim.

ettim..

kabaran kadınlığı atmosferin dumanında soluyup, tutsaklayıp, sustum.

sığınıp, kendime kaçındım

koyu yeşil koltuğun yamacına sırtımı yasladım, yaslandım.

dış kapının demir tutacağına astığım fısıltımı aldım, sırladım.

sırdım..

yine o küpten içeri damladım.

döngüme tampon yapıp, kutsandım.

ana rahmimde kıvrılıp, mırıltılarla efsunlandım.

büyüdüm..

parmak uçlarımı yedim.

ben kalsın..


üç ton kara




                              
                                                                           Rudolf Lendel

19 Nisan 2013 Cuma

MÜNTEHİR AŞK...



                                                                         “ can çekişen aşkları da vurmalı,
                                                                            vurmalı ve sıradan bir intihar süsü vermeli.”
                                                                                                                                     Akif Kurtuluş

Canın yanıyor mu, diye sordum. Soruyu duyacak gibi değildi; gözünü oluk oluk akan kana dikmiş, dudaklarından dökülmeye meyletmiş hayret nidasını durdurmaya çalışıyordu bir yandan da. Israr ettim. Acıyor mu? Başını kaldırıp baktı, sonra kanamayı sürdürene. Hep böyle mi olur, sorusuna acele etmeden cevap verdim: Bazen. Bazen böyle olur. İkinci soru da bildikti. Ölecek miyim? Sen değil, ama bir şey ölecek, dedim sakince. Bu kadar kanayacağını düşünmemiştim, diye karşıladı beni. Kimin ya da neyin öleceğini sormayışının üzerinde durmadık. Bildiğimizi birbirimizden uzun zaman sakladığımız bir oyunun içinden geliyorduk çünkü. Ona baktığımda, bir zamanlar büyük bir sevinç olduğunu anımsamakta zorlanıyordum. Bunu yeterince düşünmüştük. Yazıklanmayı erteledim.

Kan beklediğimden çoktu. Akışı durdurmak da – artık – olanaksızdı. Kan aktı, biz izledik. Sonra ne olacak, diye sordu izleyiş olağanüstülüğünü sıradanlaşmaya bırakırken. Duracak, dedim. Bilinenin beyanıydı. Sonra, diye üsteledi. Sabırsızlanmıştı. Benden gitmeye can atışına alınacağımı düşünmüyor ya da umursamıyordu. Akış kesilecek, dedim. Kesilecek ve muhtemelen yara bir süre varlığını hissettirmeye devam edecek. İyileşir gibi olunca arada bir kaşınacak. Dayanamayıp, tırnaklayacağım, şimdiki kadar olmasa da yine kanayacak. Kendini dışarı verecek kadar kalmayınca iyileşecek. İnanmazlıkla baktı söylediklerime. Böyle mi olacak, bu kadar basit mi yani, der gibiydi. Güvensizliğinin kalkıştığını önlemesini istemiyordum.  Söylemek kolay tabii, dedim içini rahatlamak için. Bunca kolaysa, niye bu zamana kadar… Bitirmesine izin vermedim. Zor olan süreç, dedim. Gözünde güvenilir olmadığımı biliyordum, sözümü, eyleyişimi, düşünüşümü ciddiye almamayı öğrenmişti birlikte olduğumuz sürece. Kaç kez gitmesini istemiş, buna yeltendiğinde ise gidişine siper etmiştim bedenimi. Tutmadığım sözler ve vaatlerle bulandırmıştım başını aylarca. Günlerce ondan yüz çevirmiş, varlığını yok saymış, itip kakmış ve ardından adına “ aşk” demiştim. Nihayetinde de “ aşk”ı öldürüp, ona sıradan bir intihar süsü vermeye ikna etmiştim. Şimdi ölüyor ve öldürüyorduk.

Durmayacak bu, dedi. Durmuyordu da sahiden. Akıp gidişinin kırmızısıyla başımızı döndürüyor, sona erişin imkânsızlığının altını çizmek ister gibi rengini görebildiğimiz her şeye yayıyordu. Gücümüz tükeniyordu. Gücüm tükeniyordu. Cinayetin ayağına dolanıyor, dedi birden halsiz düşmüş, sararmış yüzüme öfkeyle bakarak. Geri dönemeyiz, dedim. Çok kan aktı, vazgeçemeyiz. İçten içe olanı durdurmak, benden gidişini önlemek istediğimi biliyordum. Yapmayacaktım. Bu haliyle kalışı, eskisinden daha çok birbirimizin yakasında yapışmamıza ve her fırsatta akan kanın acısını birbirimizden çıkarmamıza neden olacaktı. Hırpalayan ve hırpalanan olarak aynı kalbi bölüşemezdik.  Soluyorsun, dedi. Sesinde endişe vardı. Ona baktım, sen de dedim. Soluyorduk ve kan daha da kırmızıydı. Kendimden çok onun ölüşüne, bu ölüme onu ikna edebilmek için onca zaman uğraştıktan sonra,  şaşırıyordum. Kendine kıyan aşk, kırmızı bir denize dönüşüp beni de yutmadan ölmeyecekti. Yaşamayı ve yaşatmayı beceremeyenden alınan küçük bir intikamdı bu.

Aşkın ve ölümün renginde boğulmadan az önce, ona son kez baktım. Kendini yıkarak yenilenişini görebiliyordum. İçimden çıkıp gidişinin yaratığı boşluğa dolarken, zihnimi kaplayan o dizeyi düşünmeden edemiyordum: “ Biz kaybettik, aşk da kazanmadı.” *

* Mahmud Derviş

Üçrenk Kırmızı


15 Nisan 2013 Pazartesi

CANAVAR YEMİ


oturup bakıyoruz, deniz kıyısında üç kişi
hiçbir şey o gün gördüğümüz kadar kızıl değil, maviler bile
sen köpüklerle küçümsenmiş bir at çiziyorsun, nefesi yelesinde
ben sayrısına saklıyorum dünyanın sağırlığını

hayat işte; içine kargı resimleri çizdiğimiz kareli defter

saatteki kumun da bir ömrü var, aşktan biliyorlar
bir nehrin aklından geçenlere tutunuyorsun
hayvanlar içinde kaybolsun diye yapıyorsun bazı dağları
balıklarını kıyıya atan bir gölü çiziyorsun boynuma

evren; devrilmiş bir kağnının havada boşuna dönen tekerleği

herkesin hatalı bir biyografisi vardır, bir de hatalı kemikleri
yanlış kaynar bazen, tersine işler döngü
gökyüzü üstüne düşer durup dururken, binalar içine
yerli yerinde bulamazsın baktığın hiçbir denizi

uykuna karışır mağriplinin ölmeden önce gördüğü son rüya

suların günden güne çürüttüğü bir barınağa benziyor hayat
görmeden sevilen şehirlerden geçiyorsun
omuzlarında bir taşra berberinin kederi
peşinde günlerini ağaçlardan sıyırmış bir yaz
kirli sarı sularla yıkıyorsun saçlarını

gövden; güneşi görünce açılan kırağı vurmuş bahçe

saniyelerle yarışan bir salyangozun bıraktığı izlere bakıp
dokunduğun taşlardan biçiyorsun rüzgârın yaşını
parmakların, sazlıkların içinde kaybolmuş bir kulübe
sessizce dolaşıyor yırtılmış bir kâğıdın kenarında

uyanmayı unutmuş bir ağaç gibi geç kalıyorum kendime

oturup bakıyoruz, deniz kıyısında üç kişi
sen kurumuş kabuklarla çeviriyorsun söndüremediğin ateşi
ben ateşin üstünden atlıyorum, sakallarımda çıralar
yanımızda, kâbusunu karnında taşıyan bir ahraz martı

aşk; kuşların bile dokunmadığı bir canavar yemi

kahverengi





11 Nisan 2013 Perşembe

KARALAMALAR


Bazı tanımlarla geldim sana, öznesi olmayan bir cümle kurabilme telaşıyla...

Boşluk: Evrendeki en büyük yapı olsa da, düşmedikçe anlayamadığım hiçlik.

Mavi: Üzerime giydiğim sonsuz örtü. Ha, bir de Edip Cansever... “ Bir renk değildir mavi, huydur bende”

Göz: Işığı fark edebilldiğim tek aydınlık.

Tut: Bırakırsan düşebilirim; ses, parçalanmışlık, yokoluş...

Ses: Sessizliğin yaşamdaki ritmi.

Sancı: Bedenime yapışıp, benimle yaşayan arsız sorgu.

Düş: Oltamın ucuna takılan umut...

Masal: Uzak ve yorgun.

Bekleyiş: Dehlizler arasındaki çırpınış. Soylu bir serzeniş..

Aşk: Sessiz harflerin büyük çığlığı, amansız bir taarruz.

Sessizlik: İçimdeki derin sancı...

Yazmak: Soluk alabilmek. Ha, bir de Rumi: "Okumayı öğrendim. Kendime yazıyı öğrettim sonra. Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana"


Al tanımlarımı, başka ne verebilirim ki... Ama unutma; eğrik bir cümleyim ben, imla hatalarından arınmayan.

ÜçRenk Mavi

                                                                   Brooke Shaden



7 Nisan 2013 Pazar

KÖŞEBAŞLARI - l -




birinci harita

1

aklın desenlerini toplayan bir dil Türkçe
bak çiçek, hayat bu işte (!)
baharlar yok artık
kaysı ağacının önünde
başka bir dilde ağlamak mesela

ah sıkça çalınıyor yumruklana yumruklana tanrının kapısı

3

viyolonselin yüz bin tınısına
bölünmüş acısı
büyülenmiş dumanı aklımın;
onarılmazlığın açık ifadesi bir ateş yaktım
boynumuza sokaklar dolanacak
bir de yüreğinden kopup kaybolanın ağrılı sesi
unutulmak yakışacak yüzlerimize

4

bir şehir bıraktım
asık suratlı evlerde bunalmışlığı
bir kırık şarkıda
içi ateş bir kalabalığı…

5
o sonsuz gökyüzü karasına serpilmiş yıldız-ışıklar
sessiz ve gizli
gönlümüz olan
o sabahları giyin

                                                  ikinci harita

1

a benim iki gözüm
ah bunca incinmişliğim
naralar attığıma umutlana umutlana
bir dal kırıldım ah
yedi başlı ejderha değilim
ne de eşlikçiniz

2

dokunduğum yer şehir oldu
dokunduğum yer şiir
dokunduğum yer-yüzün
sana dokundum her yanım hayat
sana dokunurken sökülmezdim ben

3

biz şöyle diyoruz aramızda
güneşi batır mesela
elektrik idaresi lambaları yaksın
sen sokakları ıslat
sen öyle bir iste beni
göğün yedi rengi olmayı
bana gelmeyi

4

seven birinin aklı gibi
bir masanın üzerinde elde cetvel
gönlünde kalın ve koyu çizgiler
akıllarımız birbirine yasak
yüzümde yarım kalmış bir iz
bir kelime
cin ali gibi ince
bir önsezi
bir kuşku
beni bana bıraksan… darmadağın
ah öyle güzel ki baharlar

5

vazgeçebilmek hayattan
kendi yanlışına sevdalanmaktan mesela

ah hayata dağılmış birini derleyip toparlayamazsın


Ortalık Kırmızısı

                   Erich Hartman








2 Nisan 2013 Salı

Saydam III




bütün gece aradık
yanmış çöpler, ıslak
kibritçi kız hepsini satmış bu kez

şehir ölmüş yalnızlıktan


Saydam

                                                                Stefano Corso