31 Mart 2012 Cumartesi

CEVAHİR

“ev karadır,,
füruğ ferruhzad



ahir zamanlardı
karardıkça
kararırdı eşya

ah
ahir zamanlardan kopup gelen ses
sen miydin arkaodalarımda gezinen nefes
ucu şarkılara çıkan bi sarp
yolun ucunda açılan bıçak
hangi sokağın bedenine saplanırdı
kapandıkça kapanan düşkarası evlerin
kalbinde bi es bi görünmez kaza
ayağım takılır da düşemezdim yollara

şiirleri çok beklemiş bi dünyaymış elleri
gözleri harf harf bir gülün şiddeti
bi kapı aralığı bi pencere fırtına
durup durup baktığım o kırık aynadan
geçer de gölgesi kapkara bulutlar
gittiğin yerlerde açılan o yara.

Ece Ayhan Karası

                                                                  Martin Jonsson

27 Mart 2012 Salı

HİSTERİ

Annem kronik olarak gebeydi. Aslında bu kroniklik histeriden başka bir şey değildi. Ben de bundan feyz alarak kronik olarak insan oldum. Biliyorum aklınız karıştı, karışıyor… Emin olun daha da karışacak! Annemin bir balon gibi şişip hastaneye gittiği bir anda doktorlar gebe olduğunu anlamışlar. Başta anlam verememişler. Doktorlardan biri teşhis esnasında “Ben de o kadar histerik olsaydım ben de gebe kalırdım” demiş.  Annemin dediğine göre başka bir doktorsa “bence bu sefer karnındaki çocuk histerik” demiş.

Doğumuma kadar olan süreci uzun uzadıya anlatacak değilim. Bu imkânsızı gerçekleştirdiği için annemi anlatmam daha doğrudur bence.  Annem de her doğum yapabilen canlı gibi kadındı. Bu konuda kendimden emin olduğumdan daha fazla eminim. Çünkü annemdi! Tümdengelim veya tümevarım yapacak bir durumda olduğumu da zannetmiyorum. Bu hususta bilim adamlarının fikirlerine katılmaktan öteye gidemeyeceğim. Bir filozof çıkıp “madem öyle kadın nedir?” diye soracak olursa benim gibi histeriden babası olan biri şu cevap verecektir:

- zırt pırt karnı şişen insan türü!

Bir dönem kilo almaya başlayıp da göbeğime söz geçiremediğim zamanlarda kendimin kadın olduğuna dair ciddi şüpheler duydum. Derken çocuk doğsa nasıl emzireceğim sorunsalıyla boğuşunca erkek olduğuma kanaat getirdim. Bu anlamda yukarıdaki cevabım da geçersiz oluyor.

Evet, annemden bahsediyordum.  Özel bir evde dul olarak çalışıyordu kendisi. Zamanında yaptığı evlilik pek olumlu sonuçlar vermediğinden çareyi istifa etmekte bulmuş. Bana anlattığı hep bu yöndeydi. Bir keresinde annemi pazarda portakalları mıncıklarken ağladığını görünce babamın o portakallardan biri olduğuna inandım. Sürekli hastalanmam da bunun göstergesiydi. Vücudumda C vitamini eksikliği olarak adlandırılan şey aslında babamın olmayışıydı. Bu yüzden portakallara yüz çizip babamı aramaya koyuldum. Yorulunca da bir güzel yedim. Böyle düşününce babamın olmayışının bile bir tadı vardı. Bu sihri bozmak istemedim.  Elbet gelecek bir zamanda baba olacaktım. O esnada arayı kapatacağıma inanıyordum.

Annem babamdan istifa edince hayatında hiç hareket olmadığını görmüş. Garibim ne yapsın doğrudan histerik olarak gebe kalmaya başlamış. Bir nevi spor olarak yapıyormuş bunu. Bizimki mütemadiyen gebe kaldığını sanıp hastanelere gitmeye başlayınca olayın rengi değişmiş tabii… İlk gidişinde gülümseyerek gebe olmadığını söyleyen doktorlar otuz ve kırkıncı gidişinde Molotof kokteyliyle karşılar olmuşlar. Ellinci histeride hedefi tutturunca da gözyaşları içinde kabul etmişler. Ardından ben doğmuşum işte…

Annem fazlasıyla bağırdığından doğduğum anda verilen ilk tepkiyi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım soluk alışverişler ve çığlıklar… İlk anı için hiç de fena sayılmaz! Beni hediye paketi yapıp anneme verdiler sonra. Benim gibi heteroseksüel birinin başına kurdele bağlanmasını şuan bile esefle kınıyorum.

Doğumumla birlikte annemin histeri krizleri de geçmiş. Tek histerisi ben olmuşum. Ve beni büyütmeye odaklanmış. Her eve gelen ısrarla babamı sorunca annemin ne dediğini bilmiyorum ama bana söylediği “senin baban benim” olmuştu. Duygusal kadındır fazla da üstelemeyeyim diye olduğu gibi kabul ettim. Bu sefer de cümlelerimde özne sorunu yaşamaya başladım. Anne diye mi seslensem yoksa baba diye mi seslensem bilemedim. Bir ara “hemşerim” demeyi düşündüm. O esnada da kafama bir tokat yedim. Demek ki annemle hemşeri değildik. Ee o kadar ay karnında taşıdı bir de bana coğrafya mı verecekti? Bu yüzden uzunca bir süre kendimi Walt Disneyli ilan ettim.

Klasik bir çocuk için “anne” ya da “baba” demek büyük bir başarıdır. Benim ilk kelimemse “Şirinler” olmuş.  Bunun çözümlemesine psikologlara bırakıp hazin hikâyeme devam etmek istiyorum.

Boyum kafamdaki sorularla birlikte büyüyünce artık sokağa çıkma zamanımın geldiğini anladım. Bu konuda annemle fikir ayrılığı yaşasak da en sonunda son derece makul biçimde – ağlayarak- zırlayarak- sümüklerimi dökerek- kendisini ikna ettim. Ki ikna konularında son derece başarılıyımdır. Belki anlatırım…

Sokağa çıktığımda binanın kıta sahanlığından uzaklaşmamam gerektiğini biliyordum. Oynayacak bir çocuk olmadığından başlarda kaldırımda oturuyordum. Çünkü çocuklar oyun oynamaktan vazgeçmişlerdi ben çocukken. Kim daha çabuk havaya uçurulacak! Mayın nayın bir iki üç! Veya İspiyonculuk sözkonusuydu o zamanlar. Tahminimce çocuk olmak da suçtu. Hele ki tek çocuk büyük suçtu. Babamın da olmaması sıçtığımın resmiydi.

Bir gün mahalledeki çocuklar futbol maçı yaparken beni de aralarına almalarını rica ettim. Aralarından en terlemişi “Piçlerle işimiz olmaz bizim” dedi. İşleri olmadığına göre piç kötü bir şeydi. Kendi kendime bu terli itin altında kalmamam gerektiğine dair telkinlerde bulunuyordum. Dayanamayıp “Annem var ya… Babaya ihtiyacım yok” demiştim.  Haklıydım da kendimce! Boşu boşuna evde olacak bir kalabalık benim gibi büyüme aşamasında bir çocuk için kötü örnek olabilirdi.

Portakal hadisesinin patlak vermesi de bununla başlamıştı. Acilen babamı bulmalıydım. Portakal başarısızlığı bana göstermişti ki babamı arıyorsam kendi türüm içinde dolaşmalıydım. Sonuçta annem yediği bir portakaldan gebe kalmış olamazdı. Vücudumda portakalı andıran tek yer kalçalarımken böylesi bir hayale kapılmam açıkçası üzücüydü. Gerçi bir keresinde annemle denize gitmiştik. Ben orada yanıp da trafik lambası durumuna gelince bu fikri bir kez daha düşündüm. Derilerim soyulmaya başlayınca altından portakal çıkacak diye çok korkmuştum. Ağlayarak “beni yeme anne” demiştim.

Okula başladığım zamanlar mürekkep yalamış biri olarak kucağıma aldığım beslenmemle anneme babamın kim olduğunu sordum.  Gerçi ağzımın kenarındaki çikolata izleri bu entelektüelliğimi gölgeliyordu ama olsundu! Bir süre bana bakan annem kulağıma eğilip “Senin baban öldü yavrum” dedi. Sonra da elimdeki çikolatayı yemeye devam ettim. Tanımadığım birinin yasını tutacak ve akrabam olan gözyaşlarımı dökecek halim yoktu.

Sözü daha da fazla uzatma niyetinde değilim. Şuan oturup düşündüğümde – ki ben oturunca düşünebiliyorum- aradığım şeyin ne bir baba ne de başka bir şey olduğunu anlıyorum. Aslında ben toplumca inanılagelen bir şeyi özlüyorum. Herkes gibi olmak istiyorum. Gelin görün ki bunu yapamıyorum. Çünkü insansızlaşan bir dünyada sürgündeki bir Âdem’im! Ve cehennemdeki elmayı yemek için sabırsızlanıyorum!


Delirengi

                                                                      Agim Sulaj

24 Mart 2012 Cumartesi

SİYAH

renklerin
toplu katliamına şahit oldum
karanlıktı
sadece siyah gördü katili


fotoğraflara bak
sözcüklerle avun
artık bir ben
bir de siyah biliyor gerçeği


bir sabah
ne ben, ne siyah
göreceksin onu Alef’in aynalarında
tefsîrsiz rüyana uyandığında

Mavişil




                                                               Abdurrahman Öztoprak

22 Mart 2012 Perşembe

KUŞ GÖZLERİ İÇİN SONAT

Harap bir evdeydim düşümde. Kulaklarımda yaşanmışlığın uğultusu, parmaklarımla belleğin buğulu aynasını sildim. Sildikçe gurbet bir bahar ışıldadı; portakal, kömür, kar kokuları eşliğinde. Sen belirdin.

 “Ben”? Senden önce rahatlıkla sarfederdim bu kelimeyi: “Ben”. Sonra sen elimden tuttuğunda, beni karanlık, karanlıklara sürüklediğinde…Yüreğimin sıkıştığını hatırlıyorum, içine çekildiği dingin göle dalmaktan ölesiye korkan bir çocuk gibi direndiğimi. Oysa üşüyordum...

Üşüyordum; bir ben dışardaydım Üsküdar-Beşiktaş motorunda. Poyraz kemiriyordu iliklerimi, aldırmıyordum. İşsizdim, parasızdım, hayatımdaki en anlamlı insan ölüyordu. Kime gittiğimi bilmeden sana geliyordum.

Sana gidilmez, sana gelinirdi. Kendime gelir gibi sana gelirdim; kendi çırpınışımı bulurdum yüreğinin çarpışında. Sözlerin çocukluğuma dokunurdu; dokunulunca ürperirdim.

O karşı konulmaz dokunma arzusu… Onu ilk kez o kafede, sen karşımda konuşurken hissettim. İki yana açtığın ellerini yavaşça tutup çatlamış dudaklarını öpüşümle ıslatmak... Serseri ruhumun biricik evi olan bedenine sarılmak... O kuş gözlerinin pırıltısında yitmek...

Gözleri yıldız yıldız bir adam resmetmiştim küçükken. Hayalimde yaşattığım o adamdan hem korkar hem de onu severdim. O sendin, değil mi sevgilim, gözlerinde yıldızlar olan adam sendin?   

Ben kimdim? Tanıyamıyordum kendimi. Kıskanmaktan nefret ediyordum, durduk yere sitem etmekten. Bir deli kadar cesur olmuştum, kaybedecek çok şeyi olan zengin ama zavallı bir adam kadar da korkak... Acınacak haldeydim.

Sana acımamaya çalışıyordum. Umutlarımızı birlikte tükettiğimiz hastane köşelerinde, son ana dek yapmaya çalıştım bunu. İnançla koşuşturduğumuz o son ana dek... umudumu umudunun yanına koydum.

Yanımdaydın; ama ben her şeyi birden kaybedeceğimi bilmiyordum. Yaşamın damarlarımdan gün be gün çekileceğini, öleceğimi, bir kez öldükten sonra kendimi tekrar doğurmak zorunda kalacağımı... Çok gençtin, çok gençtik, bütün bunları sana anlatamadım.

Gençtim, ama yaşadıklarını anlamamı sağlayıp sağlayamaman değildi mesele. Mesele benim kendimden vazgeçmeyi istemememdi. Kaçmayı denedim bu yüzden, kaçıp beni kendinle birlikte sürüklediğin o kasvetli inden kurtulmayı. 

Her kaçışında peşine düşüp seni gelecek denen, başarı denen sahte kurmacaların  elinden aldım. Güçlüydüm o zamanlar. Son kaçısındaysa hissedemedim bu gücü kendimde. Bir çocuk gibi yatıştırılmak istiyordum. Sevilmek... ve başka hiçbir şey değil.  

Tüm varlığımla sevdim seni. Aldığım kadar verdim de. Bundan o kadar eminken ardı arkası gelmeyen bütün o suçlamalar...

Birlikte ölemediğimiz içindi hepsi. Çünkü aşk beş yaşında bir çocuk gibi ister, ister, isterdi.

Yetmeyen neydi bilmiyorum; kimselerin olmadığı kadar mutsuz, kimselerin olmadığı kadar mutluydum. 

 Mutluydum. Seni kıyasıya eleştirdiğim zamanlarda bile kokundan bir an olsun mahrum kalmayı aklımdan geçiremezdim. Aşk, doğanın o görkemli dönüşü,  kokularla gelmişti bana. Bir gece sana sarılmış uyurken duyduğum, beni hiç olmadığım kadar sarhoş eden o koku...

Öyle sarılmayı nereden öğrenmiştin, bilmiyorum, ama babamdan beri duymadığım bir güven veriyordu bana sarılışın. Bir sarmaşıkla bütünleşen bir ağacın erinci... seninle sevişmek bu Dünyadan kopmak demekti.

“Sevişmek güzelmiş” demiştin; buna ne çok gülmüştük. Oysa sevişirken ağlardık.  

Ağlıyordum. Uzaklara doğru yola koyulmadan önce, aşkımızın mekanını son ziyaret edişimde. Parkta hep oturduğumuz bankın üzerinde bağdaş kurmuş, kuşlara yem veriyordum. Küçük, ürkek sıçrayışlarında yüreğimi, masum ve kopkoyu gözlerinde senin ışıl ışıl gözlerini, sonra birden bir yazgıymış gibi uçup gidişlerinde ayrılığımızı görerek. Sonbahardı; yapraklar, uzaklardaki ellerin gibi sarı, soluk, hiçbiri bana kavuşamadan, birer birer düşüyorlardı. Ürperdim. Ellerin bu kez rüzgar olmuştu, bana dokundular, ürperdim. Deniz bir kez de benim için kabardı o an. Dalga dalga kanadı.  

Ben oradaydım. Binlerce yıldır orada, geçtikçe ruhuma sürtünüşüyle acı veren bir zamanın içinde donmuş, o parkta seni bekliyordum. Beklemek... Bu sözcüğün bütün anlamlarını, anlamsız bir ses akıntısı haline gelene dek, orada yeniden düşündüm, görünmez kağıtlar üzerine görünmez mürekkeple sayfalar dolusu, yeniden yazdım. Aklımı çoktan yitirdiğimi biliyor olmalısın. Aklımı yitirdikçe tümünü sana benzetip yoldan çevirdiğim insanların birinden bunu duymuş olmalısın.

Ben şimdi çok uzaklardayım, Dünya’nın bütün olası geleceklerine eş uzaklıkta. Ve içimdeki büyük boşluktan başkaca duyduğum bir şey yok. Bebeğim kazınarak alındı  içimden. Teknolojinin buz kesmiş elleriyle, elmas bıçakla, yapay ışıkla, steril plastik eldivenle... içimden çekip çıkarıldı hayat. İçtiğim her şarapta pıhtı pıhtı kendi kanımın tadını alıyorum şimdi.

Şimdi yok, var olan tek şey çökmüş bir gece.

Şimdi yok.

Karmin

                                                                  Henri Matisse

19 Mart 2012 Pazartesi

KÜBİK SOKAK


Misal kırılmış bir gemiyi onarıyorum.
Tahtalarından ayna sızıyor.
Yansıdıkça uzay,
çatladıkça heyulayım...
Bir sivilce mi kız kulesi
yoksa taş irini mi?
Biliyorum henüz gece
ve şarap, bardağı çeyrek geçiyor.
Yine geç kaldı işte.
Telefon açsam kedime
diyecek ki damdayım.
Oysa aylardan temmuz..
bilmiyor ki bir sandalı doğurmaktayım...

Bir sandıkta yedi tepe; kimi ceviz ağacından, kimi limon... Kırılıyor yüzümün hassas mevsimleri! Oysa ben gecelere aşinayım. başucundaki gaz lambasının yalancıyım. Fazla bastırma kâğıda, mürekkep olup dağılabilirim...

Yalandan bir kambur giyinir Paris; taşında zembereği bozuk bir bisiklet! Üç teker desem değil, dört hiç değil… Olsa olsa beş tekerleği var; beşincisi rivayetten fazlası değil!

Anlatıyordu terzi iğneye geçirdiği kelebeğe
Kozayı, aynayı ve yokuşu…
Koza diyordu
Bir ağacın gölgesindeki meyve…
Derken mahirane bir hareketle
Dikince masayı devam ediyordu,
Bu ayna en küçüğümüzdür bizim.
İşsizdir, ayyaştır
Ama dürüsttür…
Sevmiş de bir kızı ayna…
Gerçi hiç görmemiş
- ne gerek var ki görmeye-
Türlü harflerin önünde fotoğraf çektirmiş kız buna
Sonra zarfı öperek kapatmış.
Ayna da önce kızın dudaklarını öpermiş
Sonra da kendi sesini…
Okuması yazması yoktur
Gel gör ki okumak için
Harfe de gerek yoktur…

Bak bu yokuş, dedi terzi,
Nah bu kadar çocuktu bize geldiğinde,
Evlat edinmişiz…
Anası hakkında konuşmaz…
Babasıysa bir sessizlikten ibaret!

Telvesinden soyunmuşken ağaçlar bir kelebek soldu. Bir yaprak eylülü soludu… Bakındılar uzun uzun fincanın içinde. Dumanında ayak izi seçen oldu… Tadında sesini içen oldu!

Herkes bir başkasını ölüyordu. Mecali yoktu doğmaya kimsenin. Her defasında ben doğdum, her defasında ben unutuldum bir rahmin içinde…

Herkes kendine ölü, dedi eskici!
Balkondaki çamaşırlar dâhil hak verdi.
Yürüdü sokağı boylu boyunca…
Gökten tebeşir yağıyordu.
Bir çocuk yanlış telaffuz etti kendini.
Annesinin rahmi sürçtü.
Aldırmadı eskici buna, yürüdü…
Eskiler alıyordu!
Bir de tedavülden kaldırılmış kefenler…
Eskicinin arabasına gömülen adam,
Ölmeme az kaldı, dedi!
Sık dişini, dedi eskici;
Şu sokağı bitirelim hele…

Bitsindi sokak bir… Bak o zaman neler olacaktı. Mesela emekli Nedim Bey adını yutup intihar edecekti. Veya dul Melahat uykusundan vuracaktı kendini! Kaybolunca eski gözden, çıkardı Mehmet kestaneleri közden. Kafiye içindi tüm çabası. Büyük harfle başlardı her daim gülümsemeye. Önce yanakları ağrırdı sonra da dilbilgisi… Noktalı virgülleri de vardı. Biraz da soru işaretleri!

Yürüdü
Mer
    Di
       Ven
            Leri
Eldivenleri sökük çocuk…
Mehmet amca, dedi
Deliklerden biri…
Bu mer
          Di
             Ven
                   Leri diksene…
Baksana boyuna aynı ömrü yamıyorum…
Heceledi çocuğu Mehmet;
Ço-cuk…
Sonra önlüğünün düğmelerine baktı;
Biri kopuk, diğeri çürümüş…
Getir çekeyim, dedi.
Canım yanar, dedi çocuk…
Sen mer
            Di
                Ven
                      Leri dik asıl!
Mer
     Di
        Ven ki

                      Mer
                            Di
                               Ven olmazdan evvel
Kabukmuş bir yarada…
Ben yamadım bu eti, diye söylenip dururmuş.
Sonra sürülmüş!
Kendinden de uzak bir yere hem de…
Bakmışlar her gece ağlıyor.
Mer
     Di
        Ven olarak atamışlar buraya…
Ama aklı kabukta
Kim ikna edebilir ki onu kabuk olmadığına.
Ne zaman biri geçse basamaklarından
Ahan da kanıyorum diye basıyor feryadı!


Kendine kalabalıktı herkes… İşitmez, görmezdi kimseyi. Sıklıkla kendine çarpıp, pardon, diyerek geçerlerdi yanlarından. Ceplerinde bozuk üçgenler, sahte kareler vs… Herkes kendinden sonra giriyordu hayata. Kendinden evvel bıkıyordu yaşamdan… Herkes bin rahimle doğuyordu. Ama bir kez bile yaşayamıyordu!

Penceresi çiğ sırası,
her birinde yapraklar açılır sokağa.
Bakışın balkonu yoktur.
Olsa da çamaşır asılmaz!
Belki bir kedi intihar eder,
belki bir serçe tüyünden vurur kendini.
Ama saksıların suçu değildir bu.
Ki saksılar parmak izleridir çamurun.

/ Bir parantezin filizlenmesi denli yaşlıydı mürekkebi/ bilmez ki kalemin ne kelâm ettiği/ olsa olsa faytonlar geçer/ namlulara kurşun dökülür/ aldırma denizin çıplaklığına/ ayıp yerlerini adalar örter/

... Hiç dilek hakkı vardı fincanın/ ilkinde unutuldu/ ikincisinde hatırlandı/ sonuncusunda yalan olduğu bilindi... Oysa bu sokaklar doğaçlama fesleğen açar/ betondan yapraklarına kireç konsa nolur?

- en fazla soru olur: Doğru!

Sırtında ince bir peynir dilimi
- Ah Milena ne de uzaksın kelimelerime!
Belli ki tuzu acıkmış öpüşmeye...
- rujundan seçemiyorum tadını: az arala kırmızını!
Terlesen silineceğiz; olsun!
Biz ki - yani seninle ben-
bir dokunuşluk ömrü olan âşıklarız:
bu da bizim sırrımız olsun!

Kafkarengi

                                                                 Vladimir Kush

16 Mart 2012 Cuma

YARALI-YERALTI!..,

Tamam, ben divaneyim hatta Salvador Dali'yim! Peki, ya güneş senin teninden, hangi hücrenden ve nasıl dışarı fışkırıyor? Eğer desem ki, "aşk senin yanı başından başladı!", bu kez "çığlık atma, Nazım Hikmet'i uyandıracaksın" diyeceksin. Yolumu tümden kaybettim, bunun altını çiz desem, "Enis Batur daha önce yaraladı harfleri" diyeceksin. Sonra en cılız sesimle “durmayalım düşeriz” diyorum, ‘hiçliğe doğru yol alırken, yere düşen siyah şaldır, oynatan yerinden taşları ve de zarfını yitiren mazruf’ta arasın izlerini’ diyeceksin. Ve ben ancak seninle yaşamın olgunluğunu arayıp duracağım Magritte’in elmasında.


İşte o gördüklerin, hiç dokunamadıklarının bir kısmı yeraltından yazıyorlar. Işığın olmadığı yerde göz bebekleri büyür ve sözcük, sözcüğü yutar. Sözcük, aşkın yerine oturur ve aşkı da yutar. Beş metre, evet "bizler yerin beş metre altından yazıyoruz" diyorlar! Dudak üzerindeki benler yeraltında daha koyu görünürmüş! Işığın olmadığı yerde yılanlar daha da tutkulu olurlar.

Ey uzun boylu Leyla'm, bütüncül yılanım, "birkaç sözcükle zehrini tenime boşalt" desem, "gövdende yer değiştiren sadece sesimdir" diyeceksin. Bak burada birisi var durmadan "Leyla" yaratıyor, olmayan saçlarıyla, iri gözleriyle. Şimdi -sen, aşkın dokunaklı serencamından birkaç sözcük fırlat bana. Bir Mecnun da sen yarat, yeraltında, yerin altında! Tamam, ben bir divaneyim, hatta çöl seyyahıyım, ama sen eğer rüyanda çöl cinlerini görürsen, onlara de ki :


'ışıksızdır kum fırtınasına tutkun olan tüm sözcükler ve de bir kadın daha ne kadar
kanatabilir kendi kalbini'..


Amberli Kahve

                                                                        Magritte

12 Mart 2012 Pazartesi

HALAM VE BEN

“Tarlaya gidiyorum, geliyor musun?” Halam gülümsemeyi seven insanlardan değildi.

“Hangisine?” Tam tersini yapmaksa benim hoşuma giden şeydi.

“Köyaltına” Sepetini uzattı. “Ispanak toplayacağım biraz.” Sepeti koluma geçirdim. Peşine düşmüştüm bile.

Denize doğru olan her yöne gitmeyi huy edindiğimden o sıralar...

Dokuz yaşımda falandım. Her şeyi çok sık sorduğum zamanlardı. -Tam bir baş belasıydım mı demeliydim burada?- Bir büyüğe rastladım mı onu bunaltana kadar aklımı meşgul eden sorularımı peş peşe sıralar, yanıtını mantıklı bulduğum her fikri defalarca düşünmek için aklımın bir köşesine sıkı sıkıya saklardım.

Ayaklarımda terlik vardı. Bahar sabahı, Köyaltı’na inen yol taşlık olduğundan rahattım. Çayırlık alana saptığımızda naylon terlikler otların üzerindeki çiğ damlaları yüzünden kaymaya başlayacaklardı.

“Karnende zayıfın olacak mı bu defa?” İşte yine başlıyor.

“Çok pekiyi var”.

“Canan’ın hepsi beş, Cahide teşekkür alıyor” bunlar halamın kızları. Dünyanın en başarılı çocukları onlar. Ve o dünyanın en başarılı çocukları benim kuzenlerim oluyorlar. Sevinmeliydim aslında.

“Senin o kara ablan var ya, o sınıfta kalacakmış” Kara ablam dediği benim bir büyüğüm. Ailemizin bilme konusundaki en zayıf halkası zavallıcık. Ama ne yapsın ki Balık burcu falan filan. İki gözü iki çeşme, sorunlar karşısında.

“Seneye yardım ederim o da geçer sınıfını”.

“Söyle bakayım altı kere altı kaç eder, Öğrendiniz mi altıları?”

“Kırk dokuz. Ama hala, neden kırk sekiz değil de kırk dokuz, neden hiçbir zaman bir sayı eksilemiyor çarpım tablosundan. Mesela arada sırada kırk yedi yapsa altı kere altı, dört kere sekiz de otuz üç yapsa bazen, eğlenceli olmaz mı?”

“Olmaz. Her şeyi birbirine karıştırmaya çok meraklısın sen. Olma öyle!”

“Ama düşünsene bak, şimdi bu tarla kimin?” Elimle Ramadan aga’nın tarlasını gösteriyorum. Tarla o kadar bakımlı ve o kadar iyi ürün veriyor ki…

“Ramadan aga’ların”

“İşte beş kere altı otuz yedi etseydi bu tarla şimdi sizin olacaktı. Yaaa”

“Ne diyorsun sen be deli. Olur mu hiç öyle şey?” Ramadan agaların tarlasının bitişiğindeki tarla bizim tarlamızdı. Yani geleceğimiz yere gelmiştik artık. Aslında bir zamanlar bizim olan, sonrasında nasıl yapıldığını bilemediğim bir anlaşmayla bizden pat diye halamlara geçen, yani şimdi halamların olan, ama az sonra toplayacağımız ıspanakların bile tohumlarını bizim ektiğimiz o tarlaya gelmiştik. Halam az açıkgöz değildi hani. Bu da onu, benim sorularıma yanıt alabileceğimi umduğum “deneyimli bir büyük” yapıyor olmalıydı ve dolayısıyla hedefim haline geliyordu.

Toprağın üstündeki ince tabaka çamur terliklerimin tabanına yeni bir katman eklemiş halde peşi sıra dolanıyordum halamın. Bağ bıçağını ıspanağın köküne doğru batırıp kökün etrafında çeviriyor, çıkan bitkiyi sepetin dış duvarlarını oluşturan hasır dokuya çarparak silkeliyor, toprağından arındırdığı bitkiyi sepetin içine katıyor. Ispanaklar bir kilo, artı bir kilo da toprağı. Sepeti de eklersen...

İşim zor, yüküm ağır. Ve evet, bu sepet kapaklısından. Yani ‘tam doldurulduğunda on iki kilo elma alıyor’ demişti babam. Bunu yokuş yukarı köye kadar taşımak var. Çok soru sormalıyım saygıdeğer halama.

“Peki, hala, sen bir bakışta şu ıspanak göbeğinde kaç yaprak var bilebilir misin?”

“İyice bakmam lazım”

“Hadi baksana o zaman” Sepetin içinden iri yapraklı bir tanesini çekerek çıkarıyorum. Doğruluyor. Elindeki bağ bıçağını katlıyor, Almanya’dan getirdiği pantolonuna sürtüyor ki çamuru gitsin.

“Tamam” diyorum “bir bakış süreniz doldu, nanaaam.”

“Yedi “ diyor. Birlikte sayıyoruz;” Bir, iki, üç, dört.” kıvrılan bir yaprağı düzeltiyorum; “beş, altı, yedi, sekiz, dokuz.”

“Bilemedin ki ama?”

“Ben o düzelttiğin yaprağı görmemiştim”

“Öyle bile olsa sekiz etmeliydi. Ama dokuz n’aaber?”

“Hadi oradan dangalak!” Yine eğiliyor toprağa, Ispanaklar birer birer köklerinden kalkıyor. Artık sepete kendi çırpmıyor ıspanağı. Öylece toprakta bırakıyor. Benim cezam bu demek. Onu alt etmemin cezası. Ben de eğiliyorum. Geride bıraktığı her kökü yerden alıp, çamurundan arındırıyor, sonra sepete atıyorum. “Halam da bilemedi. Ama bilmeliydi, en azından o bilmeliydi.”

Köyümüzün neredeyse her büyüğüne; Fırıncı Hasan’a, bakkal Süleyman’a, bakkal Kamil’e, Pehlivan Şeriflerin Emine’ye, Tikveşli Hatice’ye, falan hep sormuştum da kimse bilememişti bir bakışta bir kümede kaç eleman olduğunu. Ama halam bilmeliydi. “Tüh!”

“Ne oldu yine!” Kaşları çatılmıştı.

“Yok, bir şey.” Ama elimdeki dört parmağı kime göstersem biliyordu. Başparmağımı da göstersem sorun yoktu. Ancak ikinci elimi devreye soktuğumda oradaki parmaklar sanki sihirliymiş gibi sorduğum kişileri bir süreliğine duraksatıyor, sonra doğru cevap geliyordu. “Yedi, yok sekiz, altı Ülen altı, sen de”

Halam artık soluklanmak için her doğruluşunda yeni bir sorumla karşılaşıyordu.

“Bir keresinde deniz tarlasına ektiğimiz kasımpatıların yapraklarını saymıştım ben hala.”

“Eee,ee”

“Her biri, bir eksik bir fazla bir birinin aynıydı. Sonra onları suya atıp yüzdürmüştüm”

“Tövbeler olsun ya Rabbim!”

“Deniz suyu neden o kadar tuzlu da, içtiğimiz su değil. Rengi mavi diye mi?”

“Allahım akıl fikir!”

“Var ya, gelecekte hepimizde hesapları kendi yapan makineler olacak, kerrat cetvelini ezberlemek zorunda kalmayacağız. Hem biliyor musun soru sorup yanıtlarını alabileceğimiz bir sürü akıllı makinelerimiz bile olacak, var yaaaa…”

“Allahım bi’sus, çocuk!”

“Ama senden bile akıllı olacaklar n’aaber?”

“Çok hayalperest bir çocuksun sen. Senden adam olmaz. Sus artık. Başımın etini yedin geberesice!”

Dönüş yolu onun için kısa, benim için bir hayli uzun sürdü. Arada bir güneş iyice yükselip tepeye vardığından bir ağacın gölgesinde beni beklediği oldu. Bizim eve vardığımız da sepetin bir ucuna usulca yaklaşıp elini koydu.

Onu çoban köpeklerinden, Köyün erkeklerinden, köyün dedikodularından, sepetin ağırlığından, yanlış gidilmesi olası patikalardan, güneşlenmeye çıkmış olası bir yılandan, farelerden, ısırgan otlarından falan korumalıydım evet.

Sepeti yere bıraktığımda sol elimi kaldırıp başparmağımı kapatarak sordum;

“Dört be dört Allahın delisi. Dörrrrttt!” Annem elinde bir bardak ve sürahiyle dış kapının eşiğinde bekliyordu.

“More Tansel, siz nasıl baş ediyorsunuz bu başıbozukla, illallah dedim. Amaaaaan”

Demem o ki köy yerinde çocuk olmak oldukça güzel bir şey, bir o kadar meşakkatli. Tek sorun halam gibi bir büyüğünüz olması, o da ayrı bir renk mi demeliyim?

Yıllar geçtikçe, sorunlar soruları, sorular soruları, yanıtlar soruları, çözümler soruları, bulgular soruları, ilgiler soruları, gözlemler soruları, bilgiler soruları, etkileştiğim her şey ama her şey soruları, bitmek tükenmek bilmeyen ve bir tren katarı gibi birbiri ardına dizili soruları getirdi bana.

Çözdükçe de yanıtları. Bizim gibi sorular soran geçmişin çocukları, halam gibi yanıtlarla pek işi olmayan şimdinin insanlarına hesap makinelerini, akıllı cep telefonlarını, bilgisayarları sundular.

Benim gibi deliler ise sayma sayılarının çıkış öykülerini araştırdıkça rakamların algılanış hallerini sembolik ifadeleri, dilden ve gelenekten bağımsız kavramların zihinlerde nasıl dalga dalga yayılabildiğini, mantığın uzlaştırıcı ve bütünleştirici olduğunu, aksinin ilkel olduğunu yıllar boyu araştırıp öğrenebildiler.

O çocuklardan birçoğu yine, bitmek tükenmek bilmeyen bir merak ve enerjiyle, uzayı keşfediyorlar şimdi. Teorik fiziği geliştiriyorlar, parçacıkları izliyorlar, kuantik dünyayı denklemlere döküyorlar, evreni kavramaya, varoluşu anlamaya, felsefeyi derinleştirmeye çabalıyorlar dikkatlice.

Halamın dediği gibi benden beklendiği yönde bir adam çıkamadı. Olmadı olamadı. Ama ben yine de umutluyum çünkü hâlâ bitmek tükenmek bilmeyen sorularım var aklımda. Bulabildiğim yanıtlarımla bir o kadar mutluyum. Deliymişim aslında.

Tenekeden Macivert


                                                              Beti Gül Umuroğlu


6 Mart 2012 Salı

YILDIZ TOZUMASI

Ne kadar çıplak ve yoksul görünürse görünsün ağaçlar, bir deniz kıyısında otur. Gemiler sensiz gitsin bırak. İşveyle, fısıltıyla, gülüşle, denizlerden esen bu ince hava saçlarında eğlensin. Mahmur gözlerinde süzülsün uykun. Gece camlara sürtünürken serin rüzgarlara pencereni aç. Yıldız tozuması, külüstür mehtap ve yıldızlar he zaman eski ve tanıdıktır. Seversin dünyayı doludizgin, an gelir paldır küldür yıkılır bulutlar. Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet. Ayışığı mavisi dudaklarından mı mavi bir iklim gibi çağırır beni sesin? 

Sapa bir yerindeyim umutsuzluğumun. İçimde köpek gibi havlayan yalnızlığım, üstümüzde meltem... Ne zaman boğulsam böyle yosun kokuyordu ışık. Miskin karanlığımın orta yerinde şimdi, bir ruh gülümsüyor gibi derinden. Suyu yakuta döndüren bu hazan, bir tül gibi üstünde titreyen bu sema, ışık içinde yüzüyor. Sırt üstü uzandım dünyaya. Parmaklarımın arasından gecenin geldiğini görürüm, neresinden baksan gözlerin kamaşır. Çiçeklenen ömrümü örten aşk sözcüklerin bir damla inciydi kirpiklerinde. Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine... Canımı tutuşturan özlem gibi... Denizi ilk defa uçakla geçer gibi... Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden! içimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi. 
Mevsim dönüpte yeniden yeşermeğe başlayınca rüzgar. Bir papatyanın acısını dinliyorum. Bir miktar alkol ve ürperti alıyorsun. Tekrar doğuşun sırrı gülümseyen bir yüzde... Yapraklar ince ince ürperirdi rüzgarda. Merdivende ayak sesin, rıhtım taşında gölgen var. Yalnız senin yattığın karanlığa özlem var. Diyelim yağmura tutuldun bir gün. Yüzünü ıslatmadan ağlayabilir misin? 

Ateş gibi bir nehir akıyordu ruhumla o’nun arasından. Dönsek mi bu aşkın şafağından? çünkü ayrılıkta sevdaya dahil. Hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim... Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin. Suda yıldızların parıltısıdır. Yaşadıkça insanlar, görebildikçe gözler, seni yaşatmak için yaşayacak bu sözler. 

Sen gözlerimin ufkunda tüterken, bir yağmur başlar içimde yeşil. Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider.

Narçiçeği


                                                           Alexander Lyamkin