27 Aralık 2011 Salı

UMUTKAN



Yakın çekim hasretin hala

Hala en sık kullandığım kelime gibi yakınsın bana.
Konuşsak.
Görüşmesek. De.
Durmadan eski günlerden bahseden anılar vardır
ve morluğu geçmeyen saflıklarımız.
Boş vermeyen umutlarımız. Da.

Eski defterlerde
pişmanlığın harfleri dans eder durmadan.

Susacak bir şey kalmadı artık
seni özlüyorum.



Bozkır


                                                                 Giorgio de Chirico 

19 Aralık 2011 Pazartesi

ANLATICININ ANLATISI

Sevgi Aydın’a…

Bin ölünün gözünü taşıyorum; sırtım etten küfe! Mezarlıklar yaşayanlar için, bense kentlerde dolaşıyorum. Gözler iki çentik gibi; doğum ve ölüm... Ve biliyorum ki görmek göz Tanrısının sahip olduğu tek zulüm!

Çürümüş binalar ve eriyen ağaçlar arasından geçiyorum. Pencerelerde yoğun apse akışı var. Merdivenlerse dolgu gibi duruyor. Oraya ait olmayan bir aitlik gibiler… O basamaklarda yürüyen insanları görüyorum; adımları başkalığa yürüyüş…  Ağaçlarsa mevsim yorgunu; bir çiçeklik canları var. Toprağa değil de kefene gömülmüş gibiler. Bu bahar değil olsa olsa öğütlenilmiş bir çürüyüş.

             Bu gözlerin her biri yuvalarından sürülmüş. İtilmişler bir çukurdan öteye. Bense sırtladığım boşluğa yüklüyorum her birini. Bazen çığlık niyetine yaşlar dökülür.  Tiz yaşlar işitilir yanağın sağında ve solundaki ceninlerde. Bazen görüşten de derin uçurumlar büyür. O anlarda –ne muazzam bir görüntüdür o- nesnelerin boşluğunda öznesiz düşüşler sayıklanır.  Bazense beyazında kör çöller kaybolur…

            Küfemi ilk görenler korkuyla bir yerlere kaçışırlar. Tepeleme yığılan her göz onlar için korkunun ta kendisidir. Gözlerden bir dağ taşıdığımı düşünenler de olur. Ki onlar ne de şanslıdırlar bence; çünkü görülenin ardına ufalanıp süpürülmüş yarını görürler. Diğerleriyse sadece gözlere bakarlar. Onlarsa gördükleri her gözle korkmak için bahaneler yaratırlar. Tanrısıdırlar kendi cehaletlerinin…

            Bazen küfeden düşer gözler. O anlarda yolu ve amacımı unutup düşeni yakalamaya girişirim. Bedensiz olduklarından daha rahat kaçarlar. Bir beden kadar yorucu bir şey yoktur bir göz için. Aslında her göz diğerinin yalanını onaylar. Düşen gözlerin de zaafı budur. Hangisi ne yöne kaçarsa diğerleri de o yöne doğru sürüklenirler. Bekledikleri bir umuttur. Diledikleri ölümlü bir bedene sığınmaktır o anda. Bense buna gülerim sadece. Neden mi? Çünkü o gözlerin hepsi görülene kaçarlar. Bense görünmeyen bir amaçla kovalarım onları.

            Küfeme alışanlar içinse bu durum son derece doğaldır. Çünkü taşıdığım onların gözleridir. Oyulmuş, boş deliklerle uzun uzun bakarlar bana. O an onların boşluğu olurum. Yadırgamam bu durumu. Bazen biri yanıma gelip birkaç dakikalığına gözüne dokunmak istediğini belirtir. Ellerine almak bile yeterlidir onun için. Bu isteği sırtımdakilerden de ağır olduğundan cevapsızca uzaklaşırım oradan. Çünkü bazı soruların ve isteklerin yolu cevabın yolundan daha karanlıktır.

            Bunlar gözlerinden soyunmuş insanlardır. Görmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü bu dünya üzerinde görülecek bir şey kalmamıştır. Anlatılanlar, telkin edilenler yeterlidir onlar için. Bilirler ki kendi gözleriyle görecekleri anlatılarının zihinlerinde küfür olarak yer eder. Farklı bir şey görecek olsalar hemen dışlanacaklardır. Bu yüzden Anlatıcıları gözlerini oyup karanlık bir dünyada onları kendi istekleri doğrultusunda aydınlatırlar. Fazla ışık hiçbir zaman iyi değildir. Çünkü o ışık bir süre sonra kör edecektir onları. Anlatıcılar da bunu çok iyi bildiklerinden ışığı kendi istekleri ekseninde yönlendirirler.

            Gözleri oyulmayanlarsa –yani kendi gözleriyle görenlerse- büyük bir suçun içindedirler. Onlar kendi cümlelerini kurarlar; umarım kimsenin başına böyle bir kötülük gelmez. Onlar, Anlatıcıların anlattıklarına şüpheyle bakarlar. Derler ki, taşıdığımız bu gözlerle görülen neden anlatılmasın? Ve yasada geçmeyen bir suçu daha işlerler. Yani yasaya girmeyecek bir cümleyi zikrederler. Bundan daha büyük bir suç hayal edemiyorum.

            Gözleri oyulmayanlar ile oyulanlar arasında büyük bir fark vardır. Oyulanlar bir yalanın içinde icat edilirler ki bu doğru olandır. Çünkü Anlatıcıların onların yerine görüp söyledikleri her şey onlar içindir. Gözleri oyulmayanlarsa yeni gerçekler icat ederler. Bu da kendi yalanlarının ispatıdır aslında. Mesela, Anlatılar’dan birinin işlediği bir suç gözleri oyulanlara anlatılınca ne kadar da masum bir hal alır. Artık insan öldürmek, bir şey çalmak veya yasaklamak bir çocuk oyunudur. Oysa gözleri oyulmayanlar için bu durum korkunç haldir. Konuşup, dile getirmeye çalışmaları boşunadır. Çünkü gözleri oyulanların Anlatıcıları suçu işlemezden evvel kelimelerini hazırlamışlardır. Bir rivayet gibi ortada dolaşan ve masum olduklarını ispatlayan belgeler seslerinden uzun uzun dinlenilir. Gözleri oyulmayanlarsa artık masum bir insan olan Anlatıcıları suçladıkları için yeni bir suçun içinde bulurlar kendilerini.

            Suçlamak için de çok uğraşmaz Anlatıcılar. Çünkü Anlatıcılara, Anlayanların dediklerini aynen uygularlar. Anlatıcılara anlatanlaraysa başkaları anlatır. Böylesine derin bir anlatışın neresi yalan olabilir ki?  

Ve ben… Bin ölünün gözünü taşıyorum; sırtım etten küfe. Oyulmuş gözlerime doldurulan cümlelerden başka bir şey göremiyorum. Ve bu cümleler Anlatıcıların sesleriyle bezeli. O Anlatıcılar ki hepsi kutsal birer nesnedir. İnanıyorum ki artık Tanrı’ya ihtiyacımız yoktur. Tek dileğimiz Tanrı’nın sözlerini taşıyan bu Anlatıcıların Tanrı’yı anlatmak adına susturdukları Tanrı’yı bize bir daha anlatmamalarıdır. Bu Anlatıcılar sayesindedir ki artık Tanrı’nın bir ideoloji olduğunu da görebiliyoruz!  

Kafkarengi

                                                                Erik Johansson

12 Aralık 2011 Pazartesi

UNUTTUĞUN

Gemilerin omurgası demirdendir,

yataklarını kimse sermez sana.



Kaç uykun var günlerce dağılmış,

kaç sevdan var, anıları sende kalmış…



Çaldığın o kapıları, başkaları açacak;

“Bu sevdam mı? Benim mi?” diyeceksin…



O senin, unuttuğun olacak;

Gemiler kalkacak sende.



O sularda dağılmış,

anılara ağlayacaksın.


Leylak

                                                                      Mabel Alvarez

8 Aralık 2011 Perşembe

RÜYA



Sabah güneşinin salına salına yayılan taze ışıkları, kırmızı perdelerin kapladığı pencereden kızıl yansımalarla odaya dolduğunda, yazı masasının başında uykusuzluktan ve umutsuzluktan dağılmış bir yüzle karşılaştılar. Dağılmış yüz, bütün gece uğraşıp tek bir satır bile yazamamanın verdiği üzüntü ve öfkeyle masadan kalkıp odanın içinde kızgın adımlarla dolaşmaya başlayınca da bunu seyretmeyi pek eğlenceli bulmadıkları için hemen önlerinde, artık hiçbir işe yaramadığını düşünen ve bu kederli haliyle gökyüzünde bir başına ne yapacağına karar vermeye çalışan yaşlı bir bulutun ardına saklanıp onun zavallı varlığına anlam kattılar. Genç yazar, yüzünde taşıdığı derin hayal kırıklığının ve umutsuzluğun keskin izleriyle bir süre daha odanın içinde dolaştıktan sonra kendini yatağına adeta bir ölü gibi bırakıverdi ve kızarmış gözlerini tavana dikip en az yüzü kadar dağınık düşüncelerini toparlamaya çalıştı bir süre. Ama hiçbir şey düşünemiyordu şimdi; tüm benliğini saran hastalıklı bir tutku onu yavaş yavaş eritiyor, yok ediyordu. Az sonra da yatağa uzanan her uykusuz insan gibi plansızca uykuya daldı ve bir rüya gördü...
Serin bir akşamüstü sevgilisiyle birlikte kalabalık bir caddede yürüyorlardı. İnsanlar neşeyle birbirleriyle konuşuyor, gülüşüyor, tanrının onlara bahşettiği öncesiz ve sonrasız bir mutluluğu tadıyorlardı. Sokaklarda bayram havası vardı. Herkes hiç olmadığı kadar mutlu, hiç hak etmediği kadar şanslıydı o akşam. Tuhaf, tatlı bir huzur vardı içinde. Serin rüzgar saçlarını okşuyor, yüreğini yaşama sevinciyle dolduruyordu. Sevgilisi, yanında neşeyle yürüyor, bir şeyler anlatıyor, bazen önüne geçip boynuna sarılıyor, bazen koşarak onu geride bırakıyordu. Havuz kenarında toplanmış kuşları seyretti bir süre: Çocuklar ellerinde yiyeceklerle sevinç çığlıkları atarak kuşlara doğru koşuyor, onların korkup havalanmasıyla yüzlerinde beliren coşku ve heyecan onu da şenlendiriyordu. “ne güzel!” diyordu içinden, “bir hayatın varlığını birden bire keşfetmek ve ona saygı duymak ne güzel! keşke hep saklasam bu anı içimde, saklasam ve yaşadığım her ana bu büyüyü fısıldasam.”

Yürüyordu... İçinde tuhaf bir huzur vardı... Rüzgar saçlarını okşuyordu... Sonra tuhaf bir şey oldu.

Hiçbir duygunun çağrıştırmadığı, daha önce tasarlanmamış, hatta akıldan bile geçirilmemiş bir düşünce, bütün karşı koymalara rağmen gelip beynine yerleşiverdi. Bunun nasıl olduğunu anlamamıştı ama çekimine kapılmaktan da kendini alamıyordu. Yanında yürüyen sevgilisine döndü, vereceği tepkiyi hesaplayarak, ihtiyatlı bir sesle, “ben İstanbul’a gidiyorum.” dedi. Sevgilisi hiç şaşırmamıştı. “paran var mı?” diye sordu sadece. “sadece yol param var.” dedi. “acele edersem akşam otobüsüne yetişirim.” sonra telaşla koşmaya başladı. Az önceki tuhaf huzur yerini anlamsız bir coşkuya bırakmıştı. Terminale kadar koştu. Yazıhane kapısının önünde biraz soluklandıktan sonra hırsla içeri girdi ve cebindeki bütün parayı çıkarıp İstanbul için bir bilet istedi.

Güneş az önce batmış, alçakgönüllü bir alacakaranlık sessizce çöküvermişti şehrin üzerine. Yazıhaneden çıktı, otobüsün beklediği yere gitti. Ama bir tuhaflık vardı. Bineceği araç bir İstanbul otobüsü için fazla eski görünüyordu. Uzak şehirlerin kenar ilçelerine yolcu taşıyan, zamanın ve yolların gazabına uğramış otobüslerin acıklı hali vardı üzerinde. “Çok yalnız olmalı!” diye geçirdi içinden. Sonra, yüzünde çalışılmış bir tebessümle arka kapıdan usulca içeri süzüldü ve aynı anda boğuk bir gürültüyle hareket etti otobüs.

Otobüse bindiğinde bütün koltukların dolu olduğunu, tek bir boş yerin bile olmadığını gördü. Bu, hoş görüp geçiştirebileceği bir aksaklık değildi, ama biraz ileride ona tuhaf bir ilgiyle bakan muavinle göz göze geldiğinde bir şey sormaktan çekindiğini fark ederek elleriyle her iki yanındaki arkalıklara sıkı sıkıya tutunup beklemeye başladı. Az önceki alacakaranlık yerini öfkeli bir karanlığa bırakmış, hızla kat edilen yolun üzerine tedirgin edici bir iştahla çökmeye başlamıştı. Biraz sonra otobüsün ortasından tuhaf bir uğultu yükselmeye başladı ve çok geçmeden bütün koltukları sardı. Az öncesine kadar adeta ölüm sessizliğiyle oturan yolcular şimdi birbirleriyle konuşuyor, gülüşüyor, birinin sözünü bir başkası tamamlıyor, kahkahalar arka koltuklardan önlere, oradan da bütün otobüse yayılıyordu.

Dehşetle fark etti: bu insanların hepsi birbirini tanıyordu!

Dahası kırk yıllık dost, ahbap akrabaydılar sanki. Bir düğün kalabalığının ortasında unutulmuş bir çocuk gibi şaşkın şaşkın çevresine bakıyor, bütün bu kaynaşma ve gürültü ona kimsesizliğini ve çaresizliğini haykırıyordu. Bütün vücudundan tuhaf bir ürperti geçti, korumaya çalıştığı soğukkanlılığı yerini amansız bir paniğe bıraktı. Aynı anda da verdiği kararı sorgulamaya başladı. İstanbul’a niye gidiyordu şimdi? durduk yerde bu anlamsız fikre nasıl kapılabilmişti? Üstelik daha önce oraya hiç gitmemişti. Ne birini tanır ne de bir yer bilirdi orada. Her şeyden önce cebinde beş parası yoktu. Otobüs gece yarısı İstanbul’da olacak ve o bilmediği bu şehirde beş parasız ve yabancı, kalakalacaktı. Ne güzel yürüyordu sevgilisiyle. Serin bir akşam rüzgarı yüzünü okşuyor, havuz kenarlarındaki kuşları ve çocukları seyrediyordu neşeyle. Hem sevgilisi niye bir şey söylememiş, karşı çıkmamıştı bu aptalca fikre? sanki çok olağan bir şeymiş gibi hemen kabullenivermişti bunu.

İçinde sevgilisine karşı derin bir nefret duydu bir an. Muavin hala tuhaf bir ilgiyle süzüyordu onu. Otobüsten bir an önce inmesi gerektiğini düşündü. Çünkü geldiği yolu yürüyerek dönmesi gerekecekti. Korkuyla muavinin yanına yaklaştı ve kendisinin bile tanıyamadığı ürkek bir fısıltıyla, “ben vazgeçtim.” dedi. “otobüsten inmek istiyorum.” muavin, elimden bir şey gelmez demek ister gibi kollarını iki yana açtı ve başıyla şoförü gösterdi.

Şoförün yanına giderken bir yandan da, “acaba paramı geri verirler mi?”, diye düşünüyordu. Usulca yanına yaklaştı, kulağına eğilerek muavine söylediği şeyleri tekrar etti. Şoför, yüzünde yapma bir tebessümle başını çevirdi ve “tabii ki inebilirsiniz.” dedi. “yarım saat ilerde bir mola yeri var. Orada sizi bırakabiliriz.” panikle, “hayır” dedi. “belki de şimdi inersem benim için çok geç olmaz, zira kat edilen yolu yürüyerek dönmem gerekecek.” Şoför bir şey söylemedi, yüz metre ilerde otobüsü sağa çekerek durdurdu ve kapıyı açıp, “buyurun!” dedi.

Ne kadar da kolay olmuştu. Bir tarafları onu zorla alıkoyacaklarını, bırakmayacaklarını düşünüyordu. Oysa hiç sorun çıkarmamışlardı. Basamaklardan inerken durdu ve her şeyin çok kolay olmasının verdiği rahatlıkla şoföre dönüp, “acaba paramı da geri alabilir miyim?” diye sordu. Şoför, “tabii” dedi, “elbette alabilirsiniz. Siz şimdi bize adresinizi verin, biz bileti size postalayalım. Biletle birlikte yazıhaneye gittiğinizde paranızı iade ederler.” yüzünde derin bir hayal kırıklığıyla teşekkür edip indi aşağıya ve otobüs aynı boğuk gürültüyle karanlığa karıştı.

Gökyüzünde tek bir yıldız yoktu. Zifiri karanlığın içinde dönüş yolunda yürümeye başladı. Uzaktan rüzgarın çığlıklarına karışan köpek seslerini duyuyor, çevresini saran ıssızlığın ortasında tedirgin yüreğini biraz rahatlatacak küçük teselliler arıyordu. Ama etrafta ne bir insan ne de herhangi bir yerleşime dair bir belirti vardı. Köpek sesleri her adımda biraz daha yakından duyuluyor, önce giysilerini sonra derisini ve ardından bütün organlarını sarıyordu sanki. Korkmaya başladı. Bir süre yürüdükten sonra bir köpek sürüsüyle karşılaştı. köpekler delici bakışlarıyla tuhaf hırıltılar çıkarıyor, anlamsız bir öfkeyle ağızlarından salyalar saça saça havlıyorlardı. Paniğe kapılmadan yanlarından geçmeyi başardı. Ama şimdi her yandan geliyordu sesler. Terden sırılsıklam olmuş, korumaya çalıştığı soğukkanlılığı cam gibi dağılmıştı. Biraz ilerde yeni bir köpek sürüsü gördü. Gergin bir ip gibi geçti yanlarından. Ama artık dizlerinin bağı çözülmüş, yürümekte güçlük çekiyor , yaşadığı panik nefes almasını bile zorlaştırıyordu.

Uzun ve gergin bir yürüyüşün ardından uzaktan cılız ışıkları görünen bir köye yaklaştığını fark etti. İki köylü kadın yolun kenarına oturmuş karanlıkta örgülerini örüyorlar, yanlarındaki küçük bir erkek çocuğu ise elinde salladığı sopasını durmadan köpeğinin kafasına kafasına vuruyordu. Adamın yanlarına yaklaştığını fark eden köylü kadınlardan biri ayağa kalktı, şaşırtıcı bir çeviklikle tam karşısına geçti ve yabancı yüzünde beliren tuhaf bir ifadeyle, “bütün kuşlar gitti.” dedi. “geriye sadece köpekler kaldı!”

Gözlerini açtığında hemen hareket etmedi, tavanı seyretti bir süre. Ne kadar uyumuş olabileceğini tahmin etmeye çalıştı ama hiçbir fikri yoktu. Odaya güneş ışıkları girmediğine göre vakit öğleyi çoktan geçmiş olmalıydı. Yatağında yavaşça doğruldu, ayaklarını yere sarkıtıp oturdu. Ellerini saçlarının arasına gezdirdi bir süre. Kafasına takılan bir şey olduğunu hissetti ama bir türlü onu bulup çıkaramadı oradan. Ayağa kalktı, kırmızı perdeleri aralayıp gökyüzüne baktı. Yaşlı bir bulut, yüzünde onun göremeyeceği bir sevinçle kahramanca sallanıyordu orada. Odada dolaşmaya başladı. “amma derin uyumuşum!” diye söylendi yüksek sesle. “rüya bile görmemişim.” bir sigara yaktı, sıkıntıyla içmeye başladı. Biliyordu. Kaçınılmazı daha fazla ertelemenin bir anlamı yoktu. Gözlerini yavaşça yazı masasına çevirdi. Tiksintiyle buruşturdu yüzünü. “ne lanet!” diye söylendi yine yüksek sesle. “bunu hak etmek için ne yaptım?” sonra bezgin bir tavırla ayaklarını sürüye sürüye masanın yanına gitti, isteksizce sandalyeyi çekip oturdu. Dirsekleri masaya dayalı, kafası ellerinin arasında uzun süre düşündü. Yaşlı bir bulut bütün heybetiyle ona bakıyordu.





Kafasını kaldırdığında gözlerinde tuhaf, şeytani bir pırıltı vardı...


Şatov Grisi




                                                                        Turuncu



25 Kasım 2011 Cuma

MASUMİYET

Çimenlerin üstünde çocuklar aynı şarkıyı beşinci kez söylüyorlardı. Koronun en arkasındaki çilli kız çok sıkılır, önce yere çömelir sonra sürüne sürüne ağaçların arasına gider ve koşmaya başlar.

Epeyce koştuktan sonra bir kulübe görür. Küçük elleriyle iter tahta kapıyı. Uzun bir piyano kapkara giysisiyle oturmaktadır. Camdan süzülen kırmızı ışık kızın gözlerini okşar geçer. Uzaktan ormanın tapınağından gelen çocuk şarkısına eşlik eder. Odanın köşesine sanki özellikle konulmuş gibi duran cam topu eğilip alır. İçindeki renkli tozlar birbirine karışsın diye sallar topu. Ama renkler kümeler halinde birbirlerine karışmadan dururlar. Topun içindeki renklerin nasıl olup ta karışmadıklarını anlayamaz ve sinirlenerek topu yere fırlatır. Top kırılmadan yuvarlanır gene aynı köşeye gider durur. Duvarda küçücük bir resim asılıdır. Uzaktan siyah beyaz görünen küçük resme yaklaşır kız. Çıplak bir kadın, sarı siyah bir kayanın üzerinde yatmaktadır. Resmin kara çerçevesinde bir yeşil tırtıl kımıldanır. Resmi tam eline alacakken çocuk şarkıları bir anda kesilir. Bir fısıltı kaplar her yanı. Otların fısıltısıdır bu;


Salyangozlar acıyın bize yemeyin
Masum beden gel toprağa, toprağa
Uzan koynumuza, şaşkınlık seni yaşlandırır
Çık oradan koş, merak seni yanıltır
Şeytan bekler seni yanardağın içinde
Şeytan bekler seni saydam topun içinde
Gel kokuya, havaya, masumiyete
Yıldızların tozunu biriktirecek kalbinde yıllar
Sarı, turuncu olacak turuncu, kırmızılaşacak
Sonra kahverengi, en sonunda gelecek kara
Masum beden gel toprağa, toprağa
Gel huzurun yeşil yatağına
Zevk masumiyeti öldürmez.

Turkuaz
                                                                     

                                                                             Lal

21 Kasım 2011 Pazartesi

VE BİR AKŞAM..





Hür Yumer Anısına



Kapı usulca aralanır. İstemsiz bir el elektrik düğmesine dokunarak ışığı yakar. Cılız bir ışık demeti tüm nesnelerin üzerini kaplar.

Mavi perdeler, mobilyalar, birkaç sandalye, salonun duvarlarını kaplayan, özenle tasarlanmış, kütüphane; kitaplar, dergiler, kapının hemen önünde hiç giyilmemiş bir çift yeni ayakkabı, birkaç çift çorap ve yemek masanın üzerinde duran kadim İznik meyve kasesi, içinde ise tek bir kırmızı elma. Çalışma masasının üzeri tuttuğu okuma notlarıyla dolu.

Görünürde her şey sanki eskisi gibi. Ama değil. Bir şeyler bir şeyleri iterek ve kendi izini bırakarak öne çıkıyor. Hayır! Mucize falan yok ortalıkta. Havsalasız demlerin adamı, derin bir soluk alarak odanın kokusunu içine alır ve boğazı düğümlenen duvarların çığlığından hemen önce uzanır pencereyi açar. Yorgunluğunu girişteki portmantoya bırakır ve içten bir “ah” çeker .

Gelir ve mobilyanın üzerine yığılır kalır. Birisinden önemli bir mesaj beklemektedir, ama bir türlü duymak istediği o sözcükler gelmez. Boşluğun, beyhudeliğin yıpratıcı tekrarı yoklar ruhunu. Nihayet oturduğu yerden kıpırdayarak mutfağa gider ve bir fincan demli çayla geri döner, nerdeyse tüm umutlarını çay bardağına boşaltarak, sonra eli televizyonun kumandasına uzanır, “onun” boşluğunu televizyonun yaydığı ışıkla doldurmaya çabalar, ama ne kulakları duyar, ne de gözleri görür. Bütün tatlar, kokular aynı ve tümü kendi tarihini tekrarlıyor.

Gazetenin dördüncü sayfasında bir yazı. Yazıya gözü takılır:

“Son araştırmalara göre, eşinden boşanan erkeklerdeki intihar oranı nerdeyse kadınların iki katına ulaşmış durumda. Psikiyatrlar ve sosyal hizmet uzmanlarının görüşüne göre, aynı durumdaki erkeklerin yaşam alanına giren yeni disiplin ve özgürlük tanımı yaşamlarını derinden etkiliyor..”

Sessizlik her tarafı kaplar.

Hiçbir şey duyulmaz.

Sanki her şey küçük bir gölde batmış ve görünmez olmuştur.

Okunmamış gazete parmakları arasından yere düşer.
Islak teninde birkaç damla kan görünür… 


Amberli Kahve


                                                                   Deniz Bilgin

18 Kasım 2011 Cuma

TABUT KABUĞU

Yanınca gözü yanar. Küle dönüşür bakışın kendisi. Kirpiklerden sülfür yayılır kapanmamış mezarlara. Çukurunda bir bebek dirilir rahime. Ve büyür korkunun içinde.  Hiçbir sesin gidemediği bir kelime gibidir artık. İsmen olmasa da kısmen çağırılır;



Hidayet, diye seslendi babası sitilin başına eğilip sudaki yansımasına bakan çocuğa. Suda duydu babasını. Derken yansıması babasının sesiyle seslendi Hidayet'e. Hidayet de duydu suyu...



Dizlerine birikmiş kerpici temizledi. Babasına doğru koşup çevik bir hamleyle boynuna atıldı. Kucağına alınca babası, gözlerinin içine baktı oğlunun. Tam kendi babasının baktığı yerden baktı. Kendi annesinin sesini duyunca parıldayan gözlerini aradı belki. Ona annesi gibi bakıyordu Hidayet. Gözleriyle sesleniyordu ona. Sürekli, sana pekle yağı kardeş ettim Sadık, diyordu.



Çocuğu yere bırakınca babası, hadi gidiyoruz, dedi. Yayığın kenarında duran düğümü alıp yürümeye başladı Hidayet.

Babası çoktan ahşap merdivenleri inmiş kapının önünde duruyordu. Oğlu da gelince birlikte yürümeye başladılar.



Yolun aşağısı tarafından, sırtında tabutuyla belirdi muhtar. Sıradan bir tabuttu bu bakana. Aynı küfe gibi altına iliştirilen iki sicim sayesinde sırtlanıyordu. Sadık, muhtara doğru bakıp başıyla selamladı. Muhtarsa kan ter içinde kalmış yüzünü bir anlığına unutarak Hidayet'in başını okşayıp yanlarından öylece geçip gitti.



Ağır mı baba, diye sordu Hidayet, babasının sırtındaki tabuta bakarken. Yürüyorlardı o esnada. Önce kayısı ağaçlarının birinden ağustos böceğinin ötüşü duyuldu. Ardından o ötüşün teri saçıldı dört bir yana. Yüzüne gelen sıvıyı alışıldık bir hareketle silerken Hidayet, hâlâ babasına bakıyordu. Hayır, dedi babası. Derken biraz daha sustu. Belli ki dili gebeydi bir şeylere. Sancısı söz olmuyordu acısına. Ellerini boşver anlamında sallayıp yürümeye devam etti.



Karşıdan sırtında tabutuyla beliren Asaf'ı görünce Hidayet gülümsedi. Zar zor yürüyordu Asaf. Hidayet'i fark edince yanına doğru yaklaşıp halini hatırını sordu. Sonra da dönüp Hidayet'in babasının halini hatırını sordu. Hidayet arkadaşına doğru yaklaşıp, istersen yardım edebilirim, dedi. O an yüzü asılan Asaf, bu tabutun mezarı benim, sen değilsin, dedi. Ve kendine hızlı sayılabilecek adımlarla uzaklaştı.



Hiçbir şey anlamamıştı Hidayet. Sadece yardım etmek istiyordu. Hem babası erken öldüyse Hidayet'in bir suçu yoktu ki! Dönüp babasının sırtına baktı yeniden. Büyük annesi vardı o tabutun içinde. Bir iki kere kaldırmaya yeltenmişti ama yapamamıştı. O anlarda babası yanına gelip, bu senin yükün değil oğlum, derdi.

Derdi demesine de anlamazdı ki Hidayet.



Köyün çıkışındaki buğday tarlalarına geldiklerinde hayli geç kaldıklarını anladı Sadık. Oğlunun omuzlarına eline koyup hızlanması yönünde uyardı. Tarladakilerin çoğunun sırtlarında tabutları vardı. Ve tabutlardan görünmüyordu taşıyanlar.



Aşina olunca insan tabutların da karakteri olduğunu anlayabiliyordu. Özellikle Hidayet bunu çok iyi biliyordu. Misal, tarlanın en ucundakinin Veysel emmi olduğuna yemin edebilirdi. Çünkü tabutu da onun gibi vurdumduymazdı. Sıklıkla sırtından kayardı da son anda biri tutardı. O an Hidayet'in aklına o delici soru geldi; iyi de tabutun içindeki Veysel emmi değildi ki, nasıl onun karakteri olabilirdi?



Hidayet bunları düşünürken babası eline aldığı orakla buğdayları biçmeye başlamıştı bile. Sırtındaki tabutun ağırlığına aldırmayan Sadık, tüm iştahıyla buğdayları biçiyordu. Avuçlarının içinde biriktirdiği sapları bir süre biriktirip ardına bırakıyordu. Hidayet de ardından gelip onları bir güzel üst üste dikiyordu.



Buğdaydan tepelerin gölgesinde diğer çocuklarla oturan Hidayet, babasını izliyordu. Büyük annesinin ölümünü hatırlıyordu. Geçen seneydi. Babası hiç ağlamamış, dimdik durmuştu. Derken tabutu getirmişlerdi eve. Ve babası sırtına almıştı. Sadece evde bulunduğu zamanlar indirebiliyordu babası tabutu. Onun haricinde hep sırtındaydı.



Hatta babasının sırtına tabutu yüklerken muhtarın sözleri hiç çıkmamıştı aklından Hidayet'in;



Sen Sadık, artık kabrisin annenin!



Babasının ardında biriken sapları görünce Hidayet koşup topladı hepsini. Ve getirip buğday tepesine yığıp gölgesine oturdu. Birden aklına bir gün babasının öleceği geldi. O an içi ürperdi. Derken kendi kendine telkinlerde bulundu;



Saçmalama Hidayet, sen daha yedi yaşındasın! Bir mezar olabilecek derinlikte değilsin.



Cidden Hidayet bir mezar olabilecek derinlikte değildi. Sırtlarında kendi ailesinin ölülerini taşıyan tüm bu insanlar hayatın kazdığı ve büyüdükçe derinleşen mezarlardı.



kafkarengi


                                                               turuncu

12 Kasım 2011 Cumartesi

MELEĞİNİ ARAYAN FİLOZOF İLE FİLOZOFUNU ARAYAN MELEĞİN ŞAŞIRTICI TEĞET GEÇİŞLERİ



“ Dalgaları arıyorsun gövdemde

Ormana gömülmüş güneşini

Ben senin gövdende tekneyi arıyorum

Gece yarısı yiten tekneyi.”

Octavio Paz



Kerelercesinde olduğu gibi, bu kez de tanımamışlardı birbirlerini. Meleğini arayan filozofun meleğine dair önyargılarının; filozofunu arayan meleğin filozoflara ilişkin istikrarlı yanılgısının daimi oluşunun büyük etkisi vardı şüphesiz bu teğet geçişlerin tümünde.

Yorgundular. Melek olmak da kolay değil, filozof olmak da. Statüsel meşakkat, dikkatlerinin aradıkları varlığa değil, arayışın kendisine yoğunlaşmasını sağlamış da olabilirdi. Meselenin bu kısmı türlü tahminlere açık. Bir kısım yorumcunun durumu, bulmaktan ziyade aramayı sevmekle açıklamaya meyilli oldukları bilinen bir olgu. Sonsuza dek aranmaz ki, arada bir bulmak da lazım, itirazlarının kimseye sevimli görünmediğinden söz etmenin ise hiç gereği yok. Filozofun , “ yolda olma “ edebiyatını hoşnutlukla karşılamasının bir tür savunma mekanizması olabileceğinden şüphelenenler yok değilse de; genel kanı, yolda olmak denen eyleme biçiminin, düşünme sanatının doğasına uygun olduğu yönündeydi. Melek ise, bilindiği üzere, bir “ yol açıcı “. Henüz üzerinde ilerlemenin mümkün görünmediği alanları yollara dönüştürme meşguliyeti, onu işlek yollardan ve o yollar üzerindeki yolculardan uzak tutuyordu çoğunlukla. Hem, çoktan açılmış yollarla ne işi olabilir ki?

Yine de tahmin edilenden daha sık rast geldiler birbirlerine. Bihaberlikleri yüzündendir ki, başkalarını heyecana sürükleyen bu rastlaşmaların hemen hepsi düş kırıklığıydı, olayı başından beri takip edenler için. Sabırların taşmasının, “ yolda olmakla yol açmak arasındaki fark” konulu bir açık oturumda meleğin öfkelenerek filozofun kafasına Bertrand Russell’ın iki ciltlik Batı Felsefesi Tarihi’ni indirmeye çalıştığı güne denk geldiğini düşünenler epeyce yanılıyorlardı. Bardağı taşıran damla, filozofun kim bilir hangi zaafın etkisiyle, meleği muhtemel bir ölüme götürecek olan bir takım üniformalı adamlara teslim edişi de değildi aslında. Bu eylemin, sevi tarihine düşmüş pis bir leke oluşu ise tamamıyla konumuz dışı. Sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen arayışlarının tahammül sınırlarını zorlayarak, yüksek makamdakileri çileden çıkarması, meleğin henüz açmış olduğu bir yol’un filozof tarafından tahrip edildiği duygusuna kapılıp, ontolojik bir yıkım geçirmek suretiyle işi melekliği bırakmaya vardırmasıyla gerçekleşti. İşte tam bu noktada devreye benim girmem kaçınılmazdı.müdahale etmeyi pek sevmezdim ve kendi kendine oldukça iyi işleyen bir sistem zaten vardı; ama görünen o ki, bu kez iş başa düşmüştü. Görev emrinden çok önce, duruma çözüm getirmek üzere kolları sıvamış olan zihnim çoktan hazırdı. Durumu yorumlamaya heves etmişliğimi, bu güne kadar yeterince yorumlama yapıldığını artık yapılması gerekenin olan biteni değiştirmek olduğu fikrimle yatıştırarak işe koyuldum.

Başarılarla dolu meslek hayatım, bu iki körün iş planıma girmesiyle yerle bir olurken, girişimlerimin sonuçsuz kalışının yarattığı hüsranı dindirecek bir devanın olmayışı bahtsızlığımdır. İkisini bir araya getirdiğim her yerde ya birbirlerinin varlığının farkına varmamakta ısrarcı oldular ya da birbirlerine diş bileyip, varlıklarına tahammül edemediler. Melek tüm bu süre boyunca filozofunu aranırken, filozof da sahici melek dışında her rastladığını meleği sanıp yanıldı. Birbirini kovalayan yüzyıllar boyunca başarının yanına bile yaklaşamayışımın nedenlerini sorgulamaktan hiç vazgeçmedim. Yanı başındaki meleği görmekten aciz filozofun filozofluğundan, filozofla her karşılaştığında onu tanımak bir yana, içindeki filozofa yönelmiş şiddeti bastıramayan meleğin melekliğinden şüphe ettim. En büyük kuşkum ise, gerçek aşkın varlığına ilişkindi aradan geçen zamanın sonunda. Varlığıma dair şüphe içinde kıvranarak bu güne gelişimin asıl sorumluları bu melekle, o filozoftur işte.

Bu teğet geçişlere kafa yormaktan hiç bıkmadım, işi bırakmadım ama hakkıyla da yapmadım. Kendi varlığından emin olamamanın acısını insan soyundan çıkardım. Melek’le filozof’a ne mi oldu? Melek şair sandığı birinin dizelerinde kayboldu, filozof kendisinin de anlayamadığı bir nedenle, Bertrand Russell’ın batı Felsefesi Tarihi adlı eserine tutkuyla bağlandı. İki cildine birden.

ÜçRenk Kırmızı

                                                                         Jim Dine

5 Kasım 2011 Cumartesi

CERRAH


        Rüyalar görürdü, kendini kendisinin sorguya çekecek odalarda. Kendi elleri ile çizdiği odalar ortasında
 kocaman kara delikler açılır, ruhani labirentlerin eşiğinde şimdi ve geçmiş arasındaki arafta yarışmaya 
 hazırlananların, kişiliksizliğin de bir kimlik olduğu anlarda çıkışların yönünü arardı. Kuşatılmış
 çocukluğunun dünyasında saatlerce dolaşır, ta ki o ana kadar çıkamazdı, düşüncelerinin batağında.
 Böylesi saniyelerde hiç olursa olmayan ve artık kimsenin gözünde değer kazanmayan, dilinde durmadan
 terennüm eden çocukluğu, gri hayaller içinde saplanıp kalmış kimsesizliğiyle el ele, masalın sonu kadar
 mutlu bitmezdi, ayırırdı fikirli insanın hoyratça uykusuzluğu. İşte o bildik anlarda atmıştı, kendini
 yalnızdan liman yatağına. Uyku, uykusuzluk arasında, kan ter içinde örtülerini indirmiş mahrumiyet
 edasında, sadece kendisinin duyduğu korkunç çığlıklar ve sessizce sönüverdi, edepsiz çığlıklar. Her
 defasında aynı rüya, seyrettiği bir filmi seyreder gibi ezbere bilenen cümleler ve şekiller bıkkınlık
 vermişti, kendine. Heyecan yoktu, hiçbir karesinde. Görüntülerle gelen hep aynı korku… Elli yaşında
 bir bebeğin “anne” diye attığı feryatlar yorucu; hiç tanımadığı bir tenin sıcaklığı kadar şeffaf, buzdan
 suların erimesi kadar ürpertici. Aynı tanıdık feryat… Önce dil, diş arasında ezilmiş, sonra bir özgüvenle
 kendine gelmiş Öz Türkçe'nin yeni moda kelimesi:

        -“Annnne”

        Çığlıkla beraber yüksekten düşercesine bir sıçrayış. Refleks olmuş vücudu beyaz çarşafın kenarında
 ağın ucunda yeni kopmuş bir kara örümcek. Artık ileri geri gitmeler bir anlık donuk. Durup boşlukta
 düşünme yok. Mekanı, zamanı, nesneleri her şeyi hatta kendini belleğinin silik köşesine itmiş. “Ben
 neyim, ben kimim?” Shakespeares’ in deli kılıklı akıllı olma hevesinde. Dünyadan gidiyor olmaya yakın
 dünyaya gelişine öfkeli, tetiğinden fırlayan bir merminin etine saplanacakmışcasına panik. Elleri, kolları, 
 ayakları beyninden istemsiz, köylü bir kadının sırtında sallanıyormuşcasına boş çuval. Panik ve etiyle
 dokunuyor etine, doktorculuk oynuyor kendine. Bedeninin her tarafını kontrol ediyor. Manzara korkunç…
 Dalağını, böbreklerini, kalbini, beynini saçıp erkekliğinin şanı organını büküp yatağının üzerine sergi
 açmışlardı. Fal taşı gibi gözlerini açtı, dakilarca aynı noktaya sabitlendi. Sonra elleri, elleri yine kan 
 içindeydi. Ellerini birbirine ovuşturdu, günün ilk ışıklarıyla iştahlıca kahvaltı yapan yatağının arada bir
 kadın tenlerine konukseverlik eden çarşafı ile ellerini hoyratça sildi, geçmedi. Kan içindeki elleriyle yine
 baş edemedi. En sonunda ince, uzun parmaklarını düz, beyaz saçları arasına daldırdı. Kafasını
 yeryüzünde duyduğu en uğultulu sesle kaşıdı. Elleri birden belki esmer belki sarışın eller oluverdi, tatlı bir
 acı ile saçlarını çekti. Parmaklarının arasında sıyrılıp gelen birkaç teli yere attı, kuşun tüyleri kadar hafif
 senfoniye içindeki karmaşanın sonsuz dalaveresi arasında eşlik etti. Elinde kalan bir teli ise iki ucundan
 tutup başının hizasına kaldırdı, saçlarının arasına yeniden gönderircesine şaşı baktı. Diğerlerinin görmediği
 şekilde farklı gören gözlerle şaşı… Çizgi filimlerdeki kötü karekterlerin evi kadar kocaman, güç otoritesi,
 çikolata adını verdiği evi içinde kahkahaları hiç değişmeyen melodi ile avazının çıktığınca yüzünün en
 büyük organından bağırdı.

       -“Tanrının oraklı yardakçısı yine sana mağlup değilim!”

       Sonra sessizlikle beraber imparotorluğunu kurduğu, gücünü damgaladığı ayrılıkların rengi sarı evinde
 kendisi ile beraber her şey sustu. Bu susuşta yıllar önce annesinin kendisine söylediği ninniler değil;
 kendince benlerinden karmakarışık benlerin söylediği ninniler kulağına derinden, beynini iğnelercesine
 geliyordu. Uzun kahkaha halinde…Ah annesi…! Birkaç defa “annem, annem” diye yineledi. Sıcaklığını 
 bulamadığı, içlerinde yok olup gittiği kumral, sarışın, esmer kadınların dokunuşlarında hatırladığı annesi.
 Sarıldığı her kadında annesini bulmak umuduyla aradığı annesi. Ah annesi bir doğulu değil; fakat en az
 doğulu kadının çilesi kadar dolu. Nasıl da esirgerdi, kendisinden sevgiyi babasına kızkınlıktan. Sisli bir
 sabahın koynunda annesinin saçlarını taraması hala gözlerinin önünde, saçlarını tararken kaçamaklı 
 gözyaşlarının özgürlüğü bir esirin yüreği kadar acıtırdı içini. Ağlamak sadece ağlamak isterdi, annesinin
 beklediği anlarda. Ağlarken de kelimesiz kendini anlatmak. Susup da anlatırken kendini kendisine,
 hatırlardı hep annesinin yerli yerince sözünü:

        -“Oğlum duvarlar kimsesizlikten çatlar.”

        Şimdi de kendisi yalnızlıktan çatlamak üzere.

        Yüreğinde bambaşka ifadelere bürünen yalnızlık, uykularına giren o cehennem günden sonra nasıl da
etiketi olmuştu. Söküp atmakla kurtulamıyordu, izi vardı; ağır, yapışkan. Silmeye çalışsa her şeyi birbirine
karıştıracaktı belki de. Kurtuluşu sıcaklık, sevgiydi; biliyordu, istiyordu hatta arzuluyordu. Canı şeker
isteyip de cepinde parası olmadığı anlarda sesizce, onurluca belki bir gün alırım, diye beklediği
zamanlardaki gibi bekliyordu, sevgiyi; ama elma kokulu, çıkarsız olanından. O gece yitirmişti, sevgiyi ve
bulacaktı bir gece. İnançsızlığına tezat inançlılığının en koyusunda gün ışıyordu, şubat sabahının
unutulacak ayağına yatma saniyelerinde. Yalnızdı, sevgisini verdiği, satır boşluklarını okur gibi okuduğu
bütün rengarenk kadınlara rağmen her şeyi ile yapayalnızdı. Kaç teni, beyni ve yüreği ile sonuna dek 
okuyup anlamlandırabilirdi ki.! Okumak değil, okunmak istiyordu artık. Yalnızlığını kurallaştırıp başka
bir cümlede devrik hale getirmek… Ölmeye yakın bu hayal çok mu uzak?

        Duygularının en derininde yalnızlıktan düşerken gözleri, günün ilk ışıkları ile unutmak istediği
 geçmişi, uykularına giren o cehennem gün amatör bir ressamın tuvalinde beliriyordu, şimdi de. Bal
 köpüğü gözleri kısık, mühürleri yırtılmış mektup dudakları hafif aralık. Alevden turuncu ışıklar arasında
 uzanmış elleri çekiştirip duruyor bir şeyleri. Sonra apansızın sisli bir perdenin arkasında topraktan nasibini
 almış nasırlı anne eller uzanıyor, uzaktan gelen bir mektuba kavga edercesine. Çalışmaktan beyazlığını
 yitirmiş ten henüz pişirdiği kabak kokusunda, günün hamal işleri ile yorgun. Bir tek altın sarısına yakın
 açık saçları eskisinin yenisinde. Ömrü boyunca ne doğru dürüst sevilmiş ne de doğru dürüst sevişebilmiş
 bu silulet, elinde mektup kaygılı çöküyor, dizlerinin üstüne. Toprakla doymuş elleri zarfın üzerinde zarfı
 telaşla parçalıyor. Zamanın yoksulluğu kağıt renginde, kendinin akıbeti mürekkebin doyuş zerresinde.
 Eviriyor, çeviriyor kargacık burgacık yazılar hışırtılar sedasında dilsiz. Ve annesinin sesi öylesine derin ki
 suskunluğunun arifesinde. Mektubu yıllar öncesindeki küçük çocuğa uzatıp:

        -Oğul oku hele şunu!

        Küçük eller uzanıyor mektuba. Okuma bilenlerin hazzı içinde, çekiştirilmiş heceler dillerin ucunda 
 başlıyor, okumaya. Her cümleyi tamamlayışında annesi, kapının eşiğinde eğildikçe eğiliyor, biraz daha
 bükülüyor. Kendisi mutlu ,okuyor; annesi hüzünlü bilmiyor, meğer o okudukça annesi bildiği bütün
 kelimeleri unutuyor. Annesi hızlıca çekiyor ellerinden mektubu. İşgüzar ellerinde eziyor, sımsıkı tutuyor
 avuçlarında sanki son kez dallara tutunma umudunda. Bitiyor her şey, iş ve aş telaşının peşinde gelen
 terk ediş ve varlığının sonsuz susuşu… Babasından alma kumral saçlı çocuk, yavaşça yaklaşıyor
 annesine, hafif başını eğip yanaklarına pamuktan bir öpücük konduruyor ve avluya konan bir serçeyi
 uçurmak istemeyen çocukların tedbirli sesi ile usulca:

        -Anne…!

        -................

        -Anneeeee!

        -................

        O gün kaç defa anne dedi bilmiyor, bildiği tek sey annesinin sonsuz susuşu. Annesi ile öylece
 kalıyor, kaskatı. Sinmiş bir köşeye çürümüş tahta barakaların hesabını tutuyor. Sayıyor, karı olmadan
 sayıyor ve sallanıyor. Belki annem yeniden konuşur diye beklediği dakikalar, hayatında ilk kez salıncağa
 binen ürkek bir çocuğun gerçekleri anlayışı kadar kopuk. Hayalce… Ve o gün ilk defa annesiyle
 yalnızlığı öğreniyor. Yalnızlığın kelimelerini bir yürek yerine buzdan eller fısıldıyor kendisine. Buzdan
 eller suratında semaya duruyor. Yalvarıyor, ağlıyor, korkuyor bir daha annesinin sesini duyamaktan, 
 sıcaklığını bulamamaktan.

        -Anne ne olur konuş! Bak ben yanımdayım.Yalnız değilsin, yalnız değilim!

        Taştan bir kitle annesi. Nasıl da silinmişti, nasıl da bir hiç olduğu üstüne basılarak aşağılanmıştı,
 satırlara yazılarak. Bütün çabasına rağmen yalnızlığı yayılıyordu işte annesinden kendisine. Babası
 paylaşmıyordu, geride büyük gölgeler bırakarak çekiliyordu, nefeslerinde. Konuşmuyordu işte annesi, 
 konuşmuyordu. Annesi sinmiş, kapı eşiğine; gıcırtısı eksik bir beşik sallanıyor durmadan. Dayanamıyor 
 büyümekten korkan küçük beden. Etraf sessiz, sakin. Çaresiz fırlıyor, atıyor kendini bahçeye. Bir taraftan 
 gözlerini siliyor. Çıplak ayaklarında kuvvet, katıksız hamur; parmak aralarında çamur ve diz çöküyor bir
 kara yemiş dibine. Eşeliyor, dakikalarca. Daha birkaç gün önce toprağa verdiği minik serçe minik
 avuçlarında. Üşüyen ellerinde bir hareketlilik, sıcaklık… Etler ayrılıyor kemiklerden, çatırtılar kulaklarında. 
 Hissediyor yeniden. Serçenin üzerinde vıkır vıkır kaynayan kurtçuklar beyaz dutun dramasını yapıyor,
 sanki. Bu iğretili sahne babasına duyduğu öfkenin yanında daha masumane. İçinde bir bulantı, yüreğinde
 kocaman bir yalnızlık, avuçlarında canlılığın verdiği güçle kendilerinden katça büyük serçeyi kemiren 
 kurtçuklarla yeniden dönüyor, annesine. Parmaklarının arasından birkaç kurtçuk dökülürken ayaklarının 
 altında basamaklar gıcırdıyor, batan güneşin sessizliğine inat. Annesinin karşısına geçiyor, açıyor
 avuçlarını:

        -Anne ne olur konuş! Susmak ölüm bana.

        -Anne konuş. Bak, yoksa kurtçuklar seni de yer. Sonra ben ne yaparım. Konuş anne! Sarıl bana!
 Kucağına al beni!

        Annesi susuyor. Çıkmıyor, ağzından bir kelime. Sonunda kendisi de yorgun düşünce, annesine
 benzeyen incecik, geniş dudaklarından dökülüyor, birer birer kelimeler:

        -Büyüyünce cerrah olacağım. Kurtçuklardan önce bulacağım sıcaklığı. Onlardan önce dokunacağım
 cana, kana. Ellerim bugünkü gibi üşümeyecek. Hem de hiç. Sıcaklığı ve sevgiyi bulacağım. Tanıdığım
 hiçbir kadın üzülmeyecek, susmayacak senin gibi anne.

        Acıyan yüreğinin dilinden dökülürken kelimeler kolunun yeniyle siliyor, yanaklarına yuvarlanan yalnızlık
 tadında gözyaşlarını. Günün batan ışıkları siyahlara boyuyor babasından kalma saçlarını.

        Kıpırdıyor, zincirlerini kırıyor, duvarların müsaade ettiğince geriliyor, kocaman dev gövdesiyle 
 uyanıyor masal ülkesinde. Günün ilk ışıkları; günboyu etrafındaki insanlara kalkan olacak neşeli
 maskesinin üzerinde, gece boyu üşüyen damarlarının içinde. O günden kalma gözyaşları yanaklarında,
 fısıltılı bir kelime dudaklarında.

        -Anneee!

        İçinde yenileniyor bütün bilinci:

       -Hiçbir kadın üzülmeyecek, susmayacak senin gibi anne.

       Ayakları gerçekliğin döşemesinde, yöneliyor yatağın karşısındaki kapakları açık gardroba. Her daim
 uyku uykusuzluk arasında dinlendirdiği çıplak tenine uyduruyor, rengarenk mutluluk kılıflarını.
 Hazırlanıyor, her zamanki gibi çıkıyor, bir kapı aralığı umut yolculuğu. Telaşlı ayakları, kendini özgür
 saydığı duvarlar içine götürüyor açık cezaevine. Birkaç evrak imzalayıp, birkaç talimat veriyor. Kapısını
 hızla çekip soldan iniyor merdivenlerden. Üzerine buz renklerden geçiriyor önlüğü, dalıyor 
 ameliyathaneye. Üşüyen ellerine rağmen yüzünde sıcacık bir tebessüm, soruyor, dün akşamdan öyküsünü 
 okuduğu, ameliyata hazır yeni yetme öykücüye.

        -O çocuğun babası kimdi?

        -Onu bilemem. Okuyucu bilir. Hayalinde kim varsa onu koy yerine.

        Gözlerini kapatıyor öykücü. Cerrah düşünüyor; bir görüntü halinde gidiyor, geliyor annesi, babası.
       
        -“Neşter.! “

        Alıyor eline neşteri, öykücünün sol köşesine atıyor, bir çizik. Annesi hala eşikte sallanıyor,
 konuşmuyor; üşüyor elleri. Benim annem ol dediği tenlerde sıcaklığı bulmanın sevgiyi bulmak olmadığını 
 anlayınca parçalıyor kadavrayı . Dalıyor kadavranın içine. Atıyor, şimdi adamakıllı, sımsıcak hayat 
 avuçlarında. Vermiyor, hiçbir kadın bu sıcaklığı. Atıyor avuçlarında hayat ve parçalıyor annesi gibi terk
 edilmiş gecelerini kurtçuklardan önce öldürürcesine… Belki diyor belki bir gün…

“NEFTİ”


   
                                                                       Egon Schiele
             

22 Ekim 2011 Cumartesi

yazıya bürünen

Bir seslenme.
“Adanın en güzel Gönül’ü sensin” dedi yanımdaki bankta oturan kadına seslenen kadın. Bankta oturan kadının dudağının kenarındaki kıvrım yumuşadı, gözleri güldü. Hafif bir kımıldanmayla biraz kaydı, boşluk rahatça oturulacak kadar oldu. “Gel” dedi seslenen kadına, “Çay içelim”.
Önümüzde adam balık tutuyordu. Arada yanına bir kadın geliyordu. Ayakta konuşuyorlar, gülüşleri ışığa takılıp sağa sola yansıyor, sonra birlikte gidiyorlar, adam az sonra dönüp geliyordu, sonra yine kadın. Zamanı balık tutmayla ölçüyorlardı besbelli. Bu gidip gelmelerle, balığı pişirmeyle, gülüşlerin avare dolaştığı konuşmalarla, denizin kıyısında serseri yürüyüşlerle, sevişmeyle ölçüyorlardı, uykuyla; besbelliydi. Onların devinimlerini mi taklit ediyordu deniz, çırpıntılı bir yürekle adaya sokulurken, yoksa onlar mı denizden öğrenmişlerdi bu zamanı ölçme halini, anlayamadım.
Önümde adam balık tutuyordu. Yanımdaki bankta çay içiyorlardı.
Tekrarlanan.
Kadınlar ve erkekler, tek başlarına ya da birlikte, arada yanıma oturuyorlar, sonra kalkıyorlardı. Bir gelen olduğunda ben bankın üzerindeki dağınıklığımı topluyor, gittiklerinde eski düzenimi kuruyordum. Kesintiye uğramıyordu. Ben, bakmak ya da duymaktan kimse tarafından alıkonmuyordum. Gelenlerse zamanlarının akışını benimle kesintiye uğratmıyorlardı. Benimle konuşmaya kalkışmıyorlardı. Gün usul usul soluyordu.
Tekrarlanan.
Feribot. Bilmem ki kaçıncı kez gelmişti. Feribota kalkış vaktinden epey önce binenler, sakin ve bazen de dalgın, balık tutan adama, sulara bakıyorlar, birbirleriyle belirsizce konuşuyorlardı. Bakışlarımız kesişiyordu, ama bu nerdeyse hepsi için hiçbir şeydi. Arada yanıma oturup, kalkıyorlardı.
Genç kadın ve genç erkek. Geldiler, gelişlerini duymadım. Genç erkek doğruca banka yöneldi. O zaman fark ettim onları. Fark edince toparlandım, oturdu. Genç kadın yengeçlerle oynamak istiyordu, denizin kıyısında betona oturdu, ayaklarını kayalara doğru uzattı. Genç adam durmadan telefonlar ediyordu. Arada genç kadına bazı işlerle ilgili bir şeyler anlatıyor, sabırsızca bu zaman diliminden sıyrılmak, bu yüzden feribotta beklemek istiyordu; “Hadi gidelim”. Genç kadın dikkatini yengeçlere, suya, havaya vermişti. O elini uzatıp yakalamak istedikçe yengeçler kayaların arasında kayboluyordu. Soluduğumuz havada girdaplar yaratan, ruhunun bilemediği derinliklerinde saklı, sadece sezebildiği bu zamanın bir parçası olmak istiyordu. Ona söylenenleri yarım duyuyordu. Anlamlarını belirginleştirmeye kalkışmıyor, cevap vermeyle uğraşmıyordu. Bir bakış. Benimle konuşmadı ama bana baktı. Beni sezdiği şeyin bir parçası sanıyordu. Bir yanılgının içinden fark edilmek; bütün bir hayat. Feribot uyarı düdüğü çalınca, uzaklaşmış olan genç erkeğin ardından o da koşuşturdu. Gün soluyordu. Gitmek genç kadına hüzün veriyordu. Ömrü sabah sisi kadar olacak bir hüzün. Yine de bazı ruhlarda, belki bu genç kadının ruhunda da, bu hüznün izi kalır, gitmez. Sonra, yıllarla, bu iz açık bir yaraya dönüşür. Sonra, bu açık yaraya keder deriz.
Tekrarlanan. Önümde adam balık tutuyordu. Yanımdaki bankta çay içiyorlardı.  
Deniz ayaklarımın ucundaki kayalarla oynaşıyordu. Yengeçler hala, ne kadar acayip yürüyebildiklerini herkese gösteriyorlardı. Ben de usulca kalktım, yürümelerini ilk görüyormuşum gibi baktım, yengeçler acayip yürüyüşlerine ara vermediler. Dönüp oturdum. Arada usulca kalkıyordum, sonra oturuyordum. Yengeçler acayip yürüyüşlerine ara vermiyorlardı. Önümde adam balık tutuyordu, yanımdaki bankta çay içiyorlardı, feribot durmadan geliyor, gidiyordu. Arada yanıma oturup kalkanlar benimle konuşmaya kalkışmıyordu. Güneş arkamda epey yüksekteyken, şimdi gitmek için eğilmiş, sulara morlu, eflatunlu, pembeli bir kızıllık veriyordu. Ben bu hareketlerin, seslerin ve renklerin oynaşmasının üzerinden anakaraya doğru bakıyordum. Gecenin koyusuna* tutununcaya kadar oturdum.
Ses değildim. Renk değildim.
Sevişme değildim.
Geçirgen bir şeydim belki ya da betondum. Belki bir kederdim. Benimle konuşmaya kalkışmıyorlardı.
Konuşmalarım hiç sese bürünmedi.
Hiç sese, hiç renge bürünmedim.
Bir tasarım olarak kaldım,
(sonsuzca tasarlanmış olana -herkesin bildiğine- ne eklenebilir?).

*Gecenin koyusu: Ingeborg Bachmann tamlamasıdır. Alıntıdır.
ten rengi 
                                                                  Edward Weston

17 Ekim 2011 Pazartesi

TAMTAM

   

Onları iyi göremiyordum ama hakkımda konuştuklarını biliyordum. Neşeli ve alaycı bir düşmanlıkla bakıyor olmalıydılar bana. Hemen yanımda fısıldayan bir ses duydum. Endişeyle dönüp baktım; kafa kafaya vermiş üç kişi birbirleriyle konuşuyordu.

"Kim olduğunu biliyorum.” dedi, kim olduğunu bilmediğim biri.

“Saklanmaya çalışsa da görüyorum onu."

"Faydası yok." diyerek kafa salladı diğeri. "Saklanarak açığa çıkarıyor kendini."

Yere tükürdü dişlerinin arasından ve devam etti: "Salak! Burada kimse ondan olduğu kişi gibi görünmesini beklemiyor ki!"

Hava soğuk ve beş parası yok." diye alaylı alaylı güldü üçüncü adam. Yüzündeki derin bıçak yarası neşeyle kıvrıldı: "Hiçbir yere gidemez."

Az ötemde çınlayan tiz bir kadın sesiyle irkildim: "Ne tuhaf görünüyor öyle, karı gibi saç uzatmış." diye kıkırdadı. Sonra aniden utandı ve yanındaki adamın arkasına sakladı yüzünü. Oysa hiç gerek yoktu, sis yüzünden göz gözü görmüyordu.

Soğuktu, karanlıktı ve sert rüzgâr yüzümü bıçak gibi kesiyordu. Buna rağmen ter içindeydim. Panikle etrafıma bakıyor, olan biteni anlamaya çalışıyordum. “Vebali boynuna, işte ben öldüm.” dedi mekanik bir ses. Telaşla sesin geldiği yöne döndüm ama sustu birden ve kayboldu karanlığın içinde.

Daha ben ne olduğunu anlayamadan iki adam üzerime çullandılar, kollarımdan tutup tamtam sesleri eşliğinde, sisler içindeki bilinmeze doğru sürüklemeye başladılar bedenimi. Umutsuzca direniyor, ayaklarımı yerde sürüyordum ama faydası yoktu, çok güçlüydüler. Anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyorlar, tuhaf, hastalıklı bir coşkuyla kahkahalar atıyorlardı. Kafamı kaldırıp yüzlerine baktım korkuyla. Hayır, ikisini de tanımıyordum, ömrümde ilk kez görüyordum bu adamları. Direnmenin fayda sağlamayacağını anlayınca yalvarmaya başladım. "Bırakın beni n'olur!" dedim. "Yapmayın! Kendi halinde yaşayan biriyim ben. Hiç kimseye kötülük yapmadım!"

Beni dinlemeye niyetleri yoktu; sözlerim, sahipsiz yankılar gibi yok oldu gitti tamtam seslerinin arasında. Sis, yapış yapış sinmişti üzerime, boğuluyordum. Boşlukta, sağır bir gürültünün içinde ilerliyorduk. Bir süre böyle sürüklendikten sonra insan siluetleri görünmeye başladı etrafımda; yüzlerini seçemediğim kaynaşan, karanlık bir kitle. Alkış seslerini andıran sesler tuhaf çığlıklara karışıyor; tepemde solgun ışıklar yayan lambalar, bir ilkel kabile töreni coşkusu içinde göğe yükselen tamtam seslerinin büyüsüne kapılmış, günahkârca sallanıyordu.

Kalabalık, dinsel bir kendinden geçişle uysalca açıldı ve beni ortaya bıraktılar. Tamtam sesleri sustu bir anda, felaket öncesi bir sessizlik kapladı alanı. Yaralı bir hayvan gibi etrafıma bakıyor, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.

Herkes bana bakıyordu. Bazı gözlerde öfke, bazılarında düşmanlık, bazılarında alay ve merak vardı. Bir kurbandım ben, biliyordum. Birazdan, bu kendinden geçmiş topluluk vahşice kanımı akıtacak, asırlarca önce varlığı unutulmuş kayıp tanrılarına ölü bedenimi sunacaklardı.

Kalabalığın içinden iri kıyım bir gölge, yalpalayarak bana doğru yürümeye başladı. Birkaç kısa vuruş yükseldi tamtamdan. Gölgenin yüzünü seçemiyordum. Adımları dikkatimi çekti, yürüyüşünde bir tuhaflık vardı: Bir kısa adım atıp duruyor, sonra sağa sola hafifçe sallanıp bir uzun adım atıyor, tekrar durup kafasını gökyüzüne kaldırıyor ve gırtlağından yükselen kısa, kesik bir hıçkırığın ardından sıradaki kısa adımına geçiyordu. Bir tören yürüyüşüydü bu belli ki. Hiçbir şeyden emin olamadığım bu sisler içindeki cehennemde emin olduğum tek şey, katilimin kesinlikle bu yaklaşan gölge olduğuydu. Üçüncü kısa adımdan sonra elindeki silahı fark ettim birden; parmaklarının ucunda düşecekmiş gibi sallanıyor, tehdit dolu bir ışıkla parlıyordu. Bütün bedenim korkudan titremeye başladı. Kalabalık, nefesini tutmuş tetikte bekliyordu. Gölge, tam karşımda durdu, ustalıkla mermiyi silahın ağzına verdi ve bana doğrulttu. Kaskatı kesilmiş bekliyordum. Sonum gelmişti. İşlediğim suçun ne olduğunu bile bilemeden ölecek, tanımadığım, biat etmediğim bir tanrının yüzyıllar önce yitirdiği onurunu kurtarmak adına kurban edilecektim. Zavallı hayatım kutsanmış bir kurşunla sona erecekti.

Büyük bekleyişin sessizliğiyle susan kalabalık, kaçınılmaz ölümümü kutsayan sabırsız bir coşkuyla kıpırdanmaya başladı. Vakit gelmişti. Umutsuzlukla dizlerimin üzerine çöktüm, ağzımı zorlukla açtım, titreyen bir sesle, Amerikan filmlerinden kotardığım o cümleyi söyledim:

"Bir karım ve kızım var benim. Yapmayın!"

İşe yaramadı. Kutsal gölge, belli belirsiz sallanarak üzerime eğildi; silahı önce bana, sonra havaya doğrulttu ve tetiğe bastı. Kulaklarımı sağır eden bir gürültü yankılandı karanlıkta. Bu ilk denemenin ardından şimdi hedef bendim. Yüzünü yüzüme küstahça dayadı, gözlerini gözlerime dikti ve bir hırıltı çıkardı ağzından. Sapsarı dişleri ay gibi parlayan bu kutsal gölgeyi tanıdığımı fark ettim o anda. Önce neşeyle hıçkırdı, alkollü nefesi yüzümü yalarken bütün dişlerini göstererek sırıttı ve sonra boğuk, çatallı bir sesle böğürdü karımın küçük dayısı: "Hadi enişte! Halay çekeceğiz. Oturmaya mı geldin?"

-Bitti

Şatov Grisi

                                               
                                                                 Rene Magritte

7 Ekim 2011 Cuma

SÜKUNET

        
         Bırakırsam, düşebilir.
         Bırakırsam, kalabilirim.



Kenarda. Oymalı ayakları var, üzerindeki yuvarlak hareler ceviz ağacının yaşanmışlıklarını anlatır gibi iç içe geçmiş. Ceviz masanın üzerinde duran su bardağı düşebilir. Elimin çarpmasıyla, kenara doğru savrulmuş, son anda yaptığım hamleyle iki parmağımın arasında duruyor öylece. Tam tamına kavramıyorum. Öyle dengesiz duruyor ki tek parmağımı bıraksam düşecek. İçimde inanılmaz bir istek var, çıkardığı sesi duymak için.

Mantıksız ama anlamlı. Bencileyin.

Akıl yürütebilir ve kenarda duran bardağı avuçlarımın arasına alıp kurtarabilirim. İplerinden tutulup yön verilen kuklalar gibi, ipleri ile yön verilen insanlar gibi.

İpler elimde! Tanrıya özenme hali, ego hali, anlamsızlık hali, e hali. Bu hallerden birini seçebilirim.


Saatlerce bu halde de bekleyebilirim. Bu anlamsız durumdan, anlamsız bir öykü yaratabilirim.

Ses, su, kırıklar, parçalanmışlık, yokoluş...

Ya da

Sükunet, güven, varoluş...

İçimdeki ses yokoluşun da bir varoluş olduğunu anlatıyor. Parmaklarım kımıldıyor...


..............................



Kenardayım. Uzattiğı ellerini tutabilirim. Aşk denilen delilik haline ulaşabilirim. Gözlerimin kenarındaki hareler yaşanmışlıklarımı anlatır gibi.

Ellerim soğuk, terli. Bu tere karışmak ister gibi bakışları. Kendimi bırakabilirim, bu tere karışabilirim. Kalabilirim. İçinde inanılmaz bir istek var, nefesimi duymak için. Nefesimi verebilirim. Nefessizliğimde boğulmak için.

Mantıksız ama anlamlı. Bencileyin. Akıl yürütebilir ve arkamı dönebilirim.

Sonbaharı düşünebilirim, sarıdan kızıla karışabilir, yaprakların seslerinin daha bir anlamlı olacağını bilebilirim. (bilirim)

Şiir okuyabilir, her mısrasından kendime bir anlam çıkarabilirim.

Eğer uzatırsam ellerimi, onun kuklası olur ve beni oynatan ipleri sevebilirim.

İplerinin elinde; deli hali, uykusuzluk hali, divane hali, martı çığlığı hali, e hali olabilirim. Bu hallere düşebilirim.

Aşk, karmaşa, tutulma, parçalanmışlık, yokoluş...

Ya da

Sükunet, güven, huzur, varoluş...

Ah içimdeki ses tekrar: yokoluş da bir varoluştur.


                 Bıraktım, düştü: ses, ses, ses, su
                 Kalmadım, gitti: hüzün, hüzün, hüzün, sükunet

ÜçRenk Mavi

                                                                        Yves Noir