30 Mayıs 2011 Pazartesi

AVLU


Bir kapının ardında sessiz bekliyorum. Kapının arkasına süpürülmüş anılarım öylece duruyor yanıbaşımda. Onları orada bırakıp kaçabilirim, gidemiyorum. Rüzgar mani oluyor, toz bulutlarını orama burama savuruyor. Aniden bir avuntu buluyorum; rüzgarı bekliyorum. Rüzgar dinecek zerreler savrulmayacak ve ben anılarımı öylece bırakıp gideceğim.

Anılarımın içinden bir kalem alıp, kapının arkasındaki duvara bir çentik atıyorum. Duvarın yosunsu kokusu, bilinmez sinyaller gönderiyor usuma. Adını koymaya çalışıyorum, bilirsem rahatlayacağım. Bunu iş ediniyorum kendime. Duvarın boyası kalkmış kısmını, hafif hafif tırnaklarımla kazıyorum. Tırnaklarımın içi yeşile dönüyor, kazıdıkça nemleniyor ellerim. Nemi sevmiyorum, ellerimi üstüme siliyorum. ‘ Güzel şeyler düşün’ diye telkin ediyorum kendimi. Gözlerimi kapatıyorum, beynimin nemli dehlizlerinden kalkıp kalbime doğru yol alıyorum. Pustan net bir şey göremiyorum. Bırakıyorum, öylece bırakıyorum her şeyi. İşe koyuluyorum, tırnaklarımın arasındaki yeşili temizlemeye çalışıyorum.

Uzaktan bakan, bir şey yapmadan kapının ardında durduğumu sanıyor. Durmak edilgenlik mi? Gülümsüyorum. Yaptığım, şuurlu atalet. Belki de varoluş trajedisi.

Ne çok yapacak işim var bu duvarın ardında! Sorumluluk duygusundan irkiliyorum, donuyorum. ‘Son’ la karşılaşmak ürkütüyor beni. Rüzgarın durmasını gerçekten istiyor muyum? Hapishanesinden çıkmaktan korkan bir mahpus gibi, elim titreyerek hem haz hem de ürküntüyle bir çentik daha atıyorum duvarıma.

Ve o kaçtığım soru gelip yerleşiyor beynimin baş köşesine: Rüzgar dinince bu kapının ardından çıkacağım. Peki, nereye? nereye?

Yeni bir avuntu bulmaya çalışıyorum, çıkış arıyorum. Sessizliğin bir avlusu olmalı. Evet gökyüzüne açılan geniş bir avlu bulmalıyım. Kapının ardına süpürdüğüm tüm anıları orada bırakıp, bu avluya çıkmalıyım. Sesim kalmayana kadar bağırmalı, bağırmalıyım. Ufak bir deneme yapıyorum, mırıldanıyorum. Kendi sesim öylesine yabancı, öylesine uzak. Çığlık atma ihtimalim yok gibi ama bu ihtimale tutunmak istiyorum, hatta bu ihtimali seviyorum.

Yere doğru çömeliyorum, yosun kokusu bacaklarımı sızlatıyor. Kıvrılıp iyice içime çekiliyorum. Duvar soğuk, ufak tefek sıva parçaları omuzlarıma dökülmüş. Keskin bir koku boğazımı yakıyor. Kapı aralık, rüzgar zerrelerini savuruyor. Anılarımın  arasından ufak bir kızken tuttuğum günlüğümü elime alıyorum. Sararmış sayfalarını açıyor ve şöyle yazıyorum:


Bugün rüzgar dinebilir ve ben çok korkuyorum...

ÜçRenk Mavi

                                                                      Rodin

27 Mayıs 2011 Cuma

RAHMİNE DÜŞTÜM BENİ DOĞURMA DİYEMEM


Rahmine düştüm beni doğurma diyemem
Yalnızlıkların koşturduğu dağlar dibi
Gücü yok belki o sahip olduğun çocuğun

Sana sunulmuşum sahip olduğun kadar
Elbet kendine ayırdığın saatlerin olacak kızamam
İnan sonra zamanlar düşer o çocuğun önüne


O çağırırsa bir gün suyun öbür tarafından
Ben gidiyorum dese bir akşamüstü ne çıkar
Ardımdan ses duymadıkça dese

Yakın denizlere yağan ilk yağmurlar kadar
Sende ömrüm olmaz
Kıyılardan gidiyorum dese

Sende ne kalır
O kıyılarda yürürsen bir gün
Sevda hep birinde kalanmış

ÜçRenk Blanc

                                                             Johannes Vermeer

24 Mayıs 2011 Salı

SEVİŞMEYE DAİR İTİRAF DÜETİ


Kadın solo:

Burnun ucunda koyu bir gölge gibiydi acı. Gördüm, ezasıyla açılıp kapanan burun deliklerinde.

Ondan açtım bacaklarımı acısına...

Erkek solo:

Siyah bir cehennem gizliyordu gözleri. Gördüm, etinin  derin yerlerine saklanırken inildeyen ruhunu.

Ondan  dikleştim acısına...


Düet:


Sevişmedik aslında,

Acıyı birbirimizin bedenine gömdük.

ÜçRenk Kırmızı


                                                                  Zühtü Müridoğlu

20 Mayıs 2011 Cuma

HÜSO'NUN DEVRİMİ BU!

Kelimeler yükleniyor Pembe’ye. Dayanamıyor mutluluğa açılıyor bir çiçek.
Gittiğin yerlerden gerilere dağılıyor kokusu, binlerce yıl.
Sandal ağacı gibi ama değil, hiçbir yeri bilmeyen mosmor.
Yarım bardak limon, birazına ilişik cin. Sarhoş olabilmek için tokuşturuyoruz kadehleri senle yeniden. Bir şeyler dönüyor ama ne? Bakıyorum bardağa, senden önce gitmişim.

İmgeler: hep biliriz onları ama bizden de kaçık. Kanatsız kuşlarıdır ya şiirlerin. Nasıl uçarlar bilinmez ama uçarlar işte...
Dilim damağıma, damağım düşünceme yapışıp pelteye evriliyor. İliğine kadar tabak, bir beyin salatası.
Ellerim yapış yapış. Söz kıvamında, göz mesafesinde, ama şimdi karşımda, bacak bacak üstünde, ha geldim ha geliyorum diyecek yerde:
Dal üstünde bir çiçeğe dönüşüyor o yosma. Çenesine akıyor yanağından gamzesi. Uçkurlardan çukura sakınmadan düşüyor. Utanıp sıkılmayıp girişiyoruz sohbete. Kimine göre gece yaşanıyor şimdi. Bana göre tozpembe.

Ne zaman geldiğini görmedim bilmiyorum, ama karşımdasın işte. Bunu da seviyorum.”
“Oysa sen gittiğinde ben ölmüş olmalıydım?”

“Yeter ulan!” diyor Recebin meyhanesi kahkahalarla bana; “Çok içtin!” Yaka paça bir yana, ben tersine yerlere takılıp düşüyorum.

Çabucak ayılmak için, Gürçeşme’den kalkması gereken vapuru, Konak meydanında sahile vurmuş buluyorum. Sarımsaklı yoğurt kıvamında, kulenin dibine yayılmış ayran ayran, zamanın dolmasını bekliyor Karşıyaka’ya geçebilmek için.
"Kadıköy’ e gideceğim ben!” diyorum, buyur ediyorlar boştaki gişelere.
Elimdeki simidi tam turnikenin birine atıp da geçecekken, susamların fazlasını saymayı akıl ediyor avucuma gişedeki bir memur. Giyinmiş kuşanmış o da. Diğerleri gibi sanki, avanak geçiniyor.
“Oh!” diyorum, “Oradan da Bostancı’ya, bakarsın seni bulmak için Adalar’a kadar bile çekip gidebilirim, yani daha da artarsa susamları simidin.” Tüm deniz cacık oluyor benim bu hıyarlığıma şimdi. Sabaha karşı atıyorlar beni oradan da dışarıya. Yüzmeyi biliyorum.

“Kapatacağız ulan!" diyerek üzerime çullanıyor bir diğeri, "O hooo! Ben kapattım bile o defteri çoktaaan" diyorum sersemlikle.
Yüzüme patlıyor kahkahalar yeniden. Yok canım, hayır, onlar kovamıyorlar ki beni; Ben kendim yığılıyorum sonra, ortasına caddenin.
 “Devrim!” diyor içimdeki. Ben de bağırıyorum ardından “Devrim diyorum ulannn! Şarkısıyla türküsüyle buluşacak bizimle bir gün. Nereye isterseniz oralara gelirim ben. Gösterin şimdi bana hangi meydanda hodri? Sabahı bulmaz nasılsa kusulması kanların!”
“Sabahı bulmaz bu itin de yok olması!” diyorlar başlarını çıkaranlar camlardan, mazgallardan.

Yan yan basan bekçiler yengeçlere benziyor. "Bir şeyim yok!" diyorum "Hepsinin analarına ve ayrıca denizin…" Ben doğrulmaya çalıştıkça, gerilip gerilip, öyle bir geliyorlar ki üzerime “Vay anam vay!”

Sokak köpeğidir bizim Hüseyin, bilir misiniz? En bilgesi olur kendisi mahallenin. Kendi diliyle gelip, alelacele yüzümü yıkıyor, arkadaşlığı yalap şap. Elimden gelse de gelmese de, ben yine güvenmeyi yeğliyorum Hüso’ya. Evimin yolunu en iyi bilen odur ve de benim neden bu kadar içtiğimi.

“Yıkılsın mı bu sokaklar Hüso?” diye soluyorum hızlı hızlı. Hararetle havlıyor. Bir muhabbet başlıyor ki sormayın hiç. Ne iktidar kalıyor anasına sövmediğimiz, ne de hükümetin yeni koyduğu ahmaklık vergileri. Yasalar falan filan. "Akıllısından on alacaklar, delisine boş verecekler ya bunlar, onu da mı biz ödeyeceğiz?" diye soruyor şimdi bana. Kanayan yüzüme inat, uykuluklarım tutuşuyor birden, bir duvar dibi bulsam, üzerine işeyeceğim bu berbat sefaletin.

Biz tepelik bir yerden geçerken, bizim de üzerimizden bir otobüs geçiyor. Bana bir şey olmuyor. Dönüp sağıma bakıyorum yatağım boş. Çiçeğe bakıyorum ardından, sonbaharı çoktan yemiş uygunsuz yerlerine. Ayılmak gelmiyor içimden hiç, bir otel odasında.

Bir de felaket oluyor ki gidişin, kefareti ve kefaletini ödemek bana kalıyor böyle. Gelip seni bulamamak sonra, o koca şehirlerde:
“İzmir artık seninmiş, senin ayak izlerin…”

Birileri çılgınlar gibi çaldırıyor telefonumu. Bir yerlere gitmişim fakat dönmeliymişim çabuk. Senin çekip gittiğin, benim kalakaldığım o lanet deliliğe.
“İmanım olsa da gevrese artık!” diyorum yorganı boğazlarken:
 “Cenabet bir alın yazısı bu bizimkisi, binlerce işsiz insan, her biri çok geveze.”
"Ezikkk!" diye başlayan cümleleri sokaklara düşüyor. Tersine bükülüyor şimdiki aylaklığım.

“Gücüm olsa döneceğim belki de buralardan.
Gücüm olsa bırakırdım seni de aramayı.
Gücüm yetse devrim de yapabilirdim elbet!”

Tenekeden macivert
                                                                    escher

17 Mayıs 2011 Salı

OYUNCAKÇI



I 

durmadan okşadığı yan cebinin içinde
cennetten bir boşalma anı, tanrıdan çekilmiş durmuş

gözleri ışıklarca kapalı bencil içinde
gözleri tek karanlığa açık durmuş

dudakları bir ömre ihtiyaç duymadan ölü
dudakları hayata yapışık durmuş

iman ! bildiği bir şey var içinde
umut; anlatılacak bir gün aşkın üstüne ,

herkes şifa bilecek onu yaşadıklarına
herkes yara bilecek yaşamadıklarına

herkesin yarınına kalacak sır gibi
çoğalacak yarınında tarih gibi

II

durmadan okşanan yan ceplerin önünde
durmadan oyuncaklar yapıp durdum

tozlu raflarımda yan cebini okşayan nice oyuncak bebek
durdukça çürüdüler o an içinde

iman ! bilmediğim bir şey kalmadı içimde
gerçek; anlatacaklar bunu şiir üstüne


Barudi

                                                                         Joan Miro

15 Mayıs 2011 Pazar

KENDİNE KUKLA

Herkes suçu ve hapishanesi kendi olan o zindandan kurtulmak için gün sayar. Ve o gün geldiğindeyse kurtuluşun – ondan çok daha önce de- özgürlüğün hapsedildiğini anlar. Artık o hapsolduğu hapishanenin kendisidir. Ve artık o kuklasıdır suçun…

Bilinir ki insana ilk pranga ana rahminde vurulur. Ne zaman doğar o zaman onlar kesilir. Ama o pranganın izi hep karnındadır. Küçük bir delikten sızan ışık kadarını gördüğünden diğer prangalarını göremez.

Dikine çizgili bir tulum vardı üzerinde. Tulumun kendisi bembayzdı. Çizgilerse simsiyah… Bu aydınlığın ilk mahkûm edilişiydi. Sağ avucunun ortasında bir anahtar deliği vardı. Uzun zamandır kullanılmağından olsa gerek paslanmıştı kenarları. Sızması beklenen ışıksa delikten evvel paslanmıştı. Bu da aydınlığın ikinci mahkûm edilişiydi.

Sağ gözün üzerindeydi gölge. Aslında gölge de değildi. Gölgeye özenmiş bir hiçlikti. Hiçliğin de gölgesi olurdu. Ve insan bunu bir suçmuş gibi devamlı ardında sürükleyip dururdu. Gözün üzerindeki, kaşın üzerinden gözün altındaki torbacıkları da kaplayan dikine bir anahtar deliği gölgesiydi. Göz elin ardındaydı belki. Ve görebildiği o avucun içinden susabildiği kadardı…

Başı önüne solmuştu. Kolları ve ayaklarıysa yanlara doğru cansızca ölüme kök salmıştı. Bir sandalyede oturuyordu. Belki birileri o sandalyeye gömmüştü onu. Yaşarken fark edilmeyişine inat öylece yerleştirmişlerdi ortaya!

Sanılır ki insan cennetten kovuldu. Oysa cennet insana hapsedilmişti. Sanılır ki insan cennetten sürüldü. Oysa cennet, insandan kaçtı. İşte bu yüzden cennet cezalandırılıp prangalara vuruldu. Bu zincirlerin adıysa cehennemdi. Tek suçu insandan kaçmak olan bir mekân neden kabul etsin ki insanı? Elma olarak bilinen dünyanın ta kendisidir. Ve aslında dünya insanın tuzağına yakalandığı bir ândır. İnsansa o ânın, kendi tuzağının kuklasıdır!

Anahtar deliğinin bulunduğu sağ el yavaşça kıpırdandı. Evvela işaret parmağı deliği gösterdi. Ardından delik, gösterilmeyenin içine gizlendi. Avuç içi yavaşça dönüp tavana baktı. Öylesine yavaştı ki sanki boşluk kekeleyerek okumaya çalışıyordu. Tamamen avuç içi yukarı dönünce bir müddet bekledi. Sağ göz bir anda açıldı. Sol gözü uyandırmadan sessizce bakındı. Kıpırtısızdı gördükleri. O da gördüğü her şey oldu; bomboş bir tavan! Gözün içinde bir lamba belirdi. Yanmaya başladı göz bebeği; yaş çukurlarından dumanlar belirdi. Ardından hızlıca yumdu göz kendini bir yangına.

El o anda yavaşça dönüp avucu zemine çevirdi. Göz düşeceğini sandı, kirpiklere tutundu. Ardından anahtar deliğinin gölgesine dayandı. Düşmeyeceğini anlayınca rahatladı. Gördüğü soğuk, taş zeminde derin bir soluk aldı.

El bir gayretle kendini omzuna fırlattı. Tam kayacakken parmakları zorla tutundu. Göz telaşlandı. Omuzdan başka bir şey görememek ürküttü onu. Zorladı bir süre; olmadı. Yumdu kendini; yine olmadı. Umutsuzca bekledi.

Elin lisanı parmaklarındadır. Dokunarak konuşur el. Elin gözüyse konuştuklarındadır. Duyulunca görür elin gözü! Bazen gözdür kuklası gördüğünün, oynatır onu istediğince. Bazense görülendir kuklası gözün, kandırır onu bilebildiğince!

Fısıldayınca parmaklar omuzlara, doğruldu kol yerinden. Çelimsiz bir hamleydi ilki; düşüşü bu yüzdendi. Bir hamleyle tutundu parmaklar sandalyenin kenarına. Göz biraz soluklanınca doğrulmaya başladı kol. Artık hareketsizliğin kendisi düşüyordu. Ve düşüş illâki yüksekten olmaz!

Bazen insan zeminden zemine düşer. Bu anda duyduğu acıysa düşebilecek başka bir yeri olmadığı içindir. İçten içe bilir ki mezarı da oradadır. Ve kazılacak olan zemin değil bizzat kendisidir. Çünkü mezar ölümün kuklasıdır.

Birden büyüdü göz. Gördüklerinden de yaşlıydı artık. Gördüğünde görülendi. Baktığında anlaşılandı. Bir yansıması vardı sağ elin. Bir kâğıda dikkatle yazılmış yazı gibi aynada tersten okunuyordu. O zaman anladı insanın yarısı aslında yansımasıydı. Peki, hangisi diğerinden yansıyordu?

Sağ eli gelince sol elinin üzerine kendisini görmesini bekledi. O denli uzundu ki avucunun içine çentikler attı. Saydığı gün, gelecek günden kısaydı. Veya uzundu… Uzundu ki sırf bu yüzden gelmiyordu o gün. Sadece bir günü sayabiliyordu veyahut. Diğer günleri sayamadığından hepsi aynı geliyordu. Ve o gün de sırf bu yüzden hiç geçmiyordu.

Birden parladı deliğin içinden görülen göz; sağ elin işaret parmağı kıpırdayınca sol elin aynı parmağı da hareketlendi. Göz görerek gülümsedi. Ardından sağ el, başparmağını oynattı. Sol el de aynı parmakla cevap verdi. Duyuyorlardı birbirlerini. İpleri de olabilirdi sağ elin; görünmez ipler! Her parmak benzerine bağlıydı.

Sağ el yükseltince kendini sol el de bileğinden yükseldi. Gözün sol kapısı da açıldı o anda. Sessizce deliğinden bakan sağ göz sevindi bu duruma. Çünkü yansımasından da görebilecekti artık.

Sağ el sağa kayınca durdurdu sol eli. İstediği gibi yönlendirebiliyordu artık kuklasını. Olmayan ipini, olmayan kuklasına geçirdi. Artık kuklasının da bir kuklası vardı; sol ayak!

İki el yavaşça kıpırdanınca dizin altından ayak da oynadı. Sağ göz buna gülümseyince sol göze de yansıdı. Sol göz yansımasıyken sağın, gördüğü yansımasıydı kendinin!

Bir ipin ucuna uçurtma bağlanabilir ama rüzgâr bağlanamaz. İp rüzgârın kuklasıdır. Uçurtmacıysa yaşadığı o ânın!

İki el göğse de bağlayınca olmayan ipi, olmayan bir hamle gerçekleşti; ikisi birden başın üstüne değin yükselip sandalyedeki bedeni ayağa kaldırdı. Önce sağ el ileri bir hamle yaptı, ayak bunu duydu. Ardından sol el sağa yansıdı. Sol ayaksa sol elden yansıdı.

Sözde yürüdü. Söz bitince seste yürüdü. Ses ki düşüncesinin kuklasıdır. Kelimeler yansımasıdır düşüncelerin. Anlaşılmayışları aynadandır. Ayna, yansıyanın kuklasıdır!

İki el ustalaşınca maharetlerinde hareketleri “Ben” sahnesine taşındı. Gözler kapaklarıyla alkışladılar. Tek ses duyuldu. O ses de ben’in kuklasıydı!

Kafkarengi


                                                                 Pablo Picasso

4 Mayıs 2011 Çarşamba

HIZ

Hızlı adımlarla yürüyordu. Peşinde olduklarını biliyordu. Ardına bakmadan koşmaya başladı,  böylelikle onlardan kurtulabilirdi.

Düşüncelerinden daha önce gitme ihtimali var mıydı? Bunu bilmiyordu.  Nefes nefese kaldı, kalbinin ritmik sesini tüm damarlarında hissedebiliyordu.  Bacakları uyuşmaya başladı.

Aniden durdu. Çantasından kağıt ve kalemini çıkardı, peşindekileri yazdı:


Umutsuzluk
Siyah
Hız

Yazdığı kağıtları küçük parçalara ayırıp yırttı, denize fırlattı.

Zihni mavileşti, yavaşladı.

ÜçRenk Mavi
                                                                 Salvador Dali