30 Mart 2013 Cumartesi

KIRMIZI DÜŞKÜNLÜĞÜ


Bu kaçıncı çıkışım kabuğumdan, utangaç gözlerimi atak bir maskenin ardına saklayıp sokaklara dolmam, ürkek ayaklarıma kaçıncı kararlı postallar giydirmem, bu adımladığım kaçıncı sokak, kaçıncı kayboluşum, kaçıncı ölüşüm, bu kaçıncı gidip de dönmeyişim…

Dikkat ettiniz mi, gökyüzü bana benziyor.
Fark ettiniz mi?

Gözlerimle, önce beni sonra da sizi kandırdık. İçindeki parlaklık gözlerinizi aldı, gerçeği göremediniz. Dilim doğruyu söyledi; hiç durmadan, bıkmadan, usanmadan koca koca doğrular söyledim. Seviyorum, dedim. Seni seviyorum. “ sen” ve “ seviyorum” sözcükleri ayrı ayrı mutlu etti sizi. En çok hangisine sevindiğinizi çözemedim. Size duyduğumu düşündüğünüz “ sevgi” yi sevip, istediniz; benim bir önemim yoktu. İşte bunu anladığım zaman kaçtım gözlerinizden, sözcüklerinizden ve evlerinizden. Gözlerinizi görmezden geldim, sözcüklerinizi anlamak istemedim, evinizin yolunu belleğimden sildim. Beni yeniden öldürdünüz.


Dikkat ettiniz mi, gökyüzü bana benziyor.
Fark ettiniz mi?


Gereksiz acılar yaşadın küçüğüm, diyerek saçımı okşadığınızda gülümsedim, “ gereksiz acı” ne demek bilmiyordum, öğrenmeye de zamanım kalmamıştı. Üstelik bu bir yalan da olabilirdi, benim doğrularımdan daha büyük, bir dudağı yerde bir dudağı gökte koca bir yalan. Yalanları hiç sevmem, doğruları da, dönüşü olmayan yolları da…


Dikkat ettiniz mi, gökyüzü bana benziyor.
Fark ettiniz mi?

Bu kaçıncı getirip bırakışınız kırmızı tutkunluğunu yüreğime, kaçıncı koşturuşunuz kırmızı kağıt ve kalemlerin peşinde, kırmızı hırkanızı kaçıncı gönderişiniz düşlerime ve kaçıncı boyayışınız dudaklarımı kıpkırmızı bir rujla, üstelik hiç fark etmemişken gökyüzü ile aramdaki benzerliği, biliyor musunuz kaçıncı…

Dikkat etmeliydiniz, gökyüzü bana benziyor.
Fark etmeliydiniz.

ÜçRenk Kırmızı

                                                         Randa Haddadin Jordan


28 Mart 2013 Perşembe

ÜÇ HAİKU



1. 

Yalnızlığın ilkbaharı
Henüz renk yok
Sadece öncü goncaların cesareti asılı havaya

 2.

Yolun sonu
Uzak masallar
Aşkın yakın yorgunluğu

 3.

Kuş ve kurşun zamanı
Hasret ağları geniş
Ve bulutlar tümden kül

HakiHaiku


                                                                 HakiHaiku

26 Mart 2013 Salı

GRİ GÜNCE


 gri  /  12

Bir yalınlık halesince yumuşamış, en küçük kırıntıyı bile -o muazzam benzemezliğiyle- büyük, önemli bir varoluşun kulacı, erince patlayışı, dalına çatlayışı, ya da baş edilmez bir tufanın yok edebilen hafifliği olarak sonsuzca yüzeye kırılışı olarak görüyor, duyumsuyordum. Bir baş dönmesi gibi zaman ve uzam bende savaşa tutuşuyor ve sonra birbirinde kavgaya kökleniyordu. Bu kavga tutulduğum imgeleri bana iade ediyordu, sakinleşir gibi olmam için. Böylesi bir iade ediş ile yitirdiğim şeylere daha beter bağlanıyordum ve alt edilmiş, kenara irinlensin diye bırakılmış bir ceset gibi sükunetim savaşın, o mutlak krallığın soluğuyla arınmış olarak karşı karşıya geliyordu. Şimdi kibirle beni gömenlerin arındığı kaynakları kurutmaya bileniyordum. Yabancı bellediğim şeylerde uyuştum, bunun bir zararını görmeden onların o alışık olmadığı terk edişi onlara da geçirdim. Bu yalnızlığın karanlık barınağında duyumsamalarımız birbirine düğümlendi, görmeden ve haliyle kirlenmeden, bir mecrada çatladık. Ama yol uzundu. Bir oluşu başka oluşlarla alt edemiyorduk; hele kibirle asla. Uyuşukluk içinde dönelen bir göz, bir düşten ne kadar arınıksa ben de öyle idim; yarı uyuşuk, mümkünün hâkimi sayıklamalarla kendimi yenilediğimi, arındığımı ve cinayetlerin temize çekildiği kaynakları kuruttuğumu zannederek gülünç oluyordum. İçimde şakıyan her ne ise; uzayıp, hızla sökülen kıvrımdan kaynaklanıyordu. Sonra hissizleştim; yorulmuştum. Varacağım nokta benim için saplantı olmaktan çıkıyordu. Biliyordum, seziyordum; bu pek uzun sürmeyecekti. Süre bir tacizler ağıydı, dönüp dönüp bana ilişiyordu. Neremi sakınacağımı bilemez olmuştum, çaresizce kulaç atıyordum. Durmadan değişen sökülüşe takılamazdım; ben hep sabit olana eğilimliydim. Yakalandığım şeyin dışında fazlaca yaşayamayacaktım. Onun merkezinden her şey dinginliğine yetişiyor ve benimle arasındaki uzaklığı anlamlı, etkileyici kılabiliyordu. Ben işte o merkezden; -o kayadan- fışkıran su gibi kollanıp arama açıklığını geren o sökülüşe, uzaklığa hayat verebiliyordum. Onu yitirmeden besleyebiliyordum. Ama benim soluğumu dokuyan, düşlerimi eken o uzaklıkla aramdaki açıklık değildi; hayır, ben ayartılmış, emzirileceğim göğse bağlanmıştım. Beni hadım eden isteklerim, beni sakınmalarımdan da bağışık kılmıştı. Bir oyunculuğum yoktu, keskin ve parçalayıcı idim.

gri 30

Anımsa, ruhum, anımsa o gördüğümüz şeyi;
Çok tatlı, güzel bir yaz sabahında,
Patikanın dönemecindeki iğrenç leşi.
Çakıllarla bezenmiş yatağında,
Şehvetli bir kadın gibi, zehir terleyen, kızgın,
Kaldırmıştı havaya bacaklarını,
Açıyordu, uyuşuk, hayâsızca ve azgın,
İğrenç kokularla dolu karnını.
Birlikte oluşturduklarının yüz katına eş,
Doğaya iade edercesine,
Yayıyordu o parlak ışınlarını güneş
Çürümüş çöplüğün, leşin üstüne;
Bir çiçeğin açılışına bakar gibi, gök


gri 31

O diri iskelete bakıyordu
İnsan nerdeyse düşüp otlara bayılacak,
Öylesine felaket kokuyordu.
Canlı paçavralar boyunca, kalın bir sıvı
Gibi akan kara kurtçuk ordusu,
Üzerinde kaynaşarak, kokuşmuş bir karnı
Emen pis sineklerin uğultusu,
Tüm bunlar, inip çıkıyordu bir dalga gibi,
Ya da atılıyordu hışırdayarak,
Garip bir solukla şişmişti o gövde sanki
Yaşıyordu sürekli çoğalarak.

(Charles Baudelaire / leş)

Gri


                                                        Dennis Stock - Wales, 1962.

24 Mart 2013 Pazar

sanki


sanki saatlerden birine borcun var
sanki alacağın var dakikaların birinden
bahçesiz evleri soymaya çıktın sanki
bir zulmü uyanacağın bir saatten çıkardın
                                    hala durgun mu içindeki beyaz

gözcülük ederim gecelere       günleri büyüt
çünkü gün gördük diye başlar son
olur ya      olmaz demeleri kendine benzetir

anların tarih olduğu günahların yaşındayız
ellerin ellerimdeki koku kadar suskun
açmayı dene öpülecek yumruğunu
aç     siyah ve kırmızı bir tur at yüreğinde
ateş küle borçlu         yemin et yalanlarına

sözcüklerin sefilse      yemin et


                                    akıl karası

                                                                  Maurice Tabard

20 Mart 2013 Çarşamba

KAPIMDA SÖZ*




Elimde anahtarlar bekliyorum, kapıya uzanıyor parmaklarım...
düş ertesi unutulmuş bir cümleyim.
Anahtar elimden düşüyor
Geç kalmış sözler kapımı açmıyor.


*Mel'un Renk


ÜçRenk Mavi


                                                                   Alison Scarpulla

18 Mart 2013 Pazartesi

VAROLUŞUN EROTİK YARASI…


Kadın.

Yoksun. Ne istiyorsun?

Bar bar bağıran bir gece gibi sessiz yönelişler, içimin içinin içine gel, diyen bakışlarınla çıktın geldin bilmediğim bir ülkenin tozlu yollarından. Yıpranmış ayaklarının işaret ettiği umut memelerinin arasına sinmiş kokuydu. Gözlerinin haresinde alaz veren ışık hiçler gibi ömrümün öğrenmişliğini.

Kadın.

Geçsin. Ne istiyorsun?

Açılmış ağzından sızar erilmeyecek vaat. Barbarların istilasını bekler gibi gecenin tam birinde. Kapımda söz. Okyanus özler üzerine büründüğün yelken bezi. Bir gece ansızın gidebilirim tehdidi açılmış bacaklarında kaynak bulan fırtına, terli bedeninin üzerime serilişinin unutturduğu.

Kadın.

Varoluşumun yarıklarına sızmış erotik yara.

Hiçsin. Ne istiyorsun?


Mel’un Renk



Mark Arbeit

16 Mart 2013 Cumartesi

METASTAZ



aramıza aldık seni; ben ve gökyüzü. başını ona yasladın,
ayaklarını bana. limana uğramayan gemilerin sesiyle taradık
dalgın saçlarını.

sessizce akıp giden nehirlere dayadığın bir dirseğin vardı
senin. ve sırtında benden önce dokunanların izi. upuzun
rüzgârlar geçti bıraktığın oyuktan. gölgende sürükledin
dünyanın geçmişini.

gidilecek bütün şehirlere gittin de, bir tek kendine gösterdin
beni ne kadar çok sevdiğini.

bölünerek çoğalan halklar gibiydik seninle. sen görünmez evler
yaptın kendine mesafelerden. ben o evlerin altında tükettim
harflerimi. tenindeki gölgelikte uyudum, at sırtından düşmüş
bir çocuğun rüyasına girmek için. omcalar devrildi içimde,
ucundan tuttum paslı bir orağı.

ne zaman yan yana gelsek, kocaman bir boşluk oluştu aramızda,
içinden yokluk taşıyan kağnıların geçtiği. yaklaştıkça sana, daha
da büyüdü önümdeki uçurum. etimde kırıldı sessizliğin şehvetle
fırlattığı ok.

aşk; içimizde bir zenci mahallesi.

açık bir yaraya dokunur gibi sevdim seni. seni aklımda kâğıt
kesikleri, çöle tuz götüren tekneler, henüz yazılmamış bir
kitabın ilk cümlesi.

aramıza aldık seni; ben ve gökyüzü. sesini ona, suskunluğunu
bana verdin. martılar birer birer lodosa asarken kendini, bir
ağaçtan sızan sularla yıkadık gövdeni. denizin içinde kaybolup
gitti mercan kayalar.

aşk; çoktan yıkılmış bir sığınak, içimden dışıma sıçradı yanmış
bahar bahçesinin zehri.

Kahverengi

                                                           Norma Shearer

13 Mart 2013 Çarşamba

SEN, BEN, O VE ÜÇRENK SANAT (ÜçRenk Mavi Söyleşi)



Merhaba sevgili Üç Renk ailesi nasılsınız? Umarım çok iyisinizdir, çünkü ben ikinci röportajımla karşınızda olmaktan dolayı çok mutluyum. Evet, bu röportajı kopartmam da gerçekten zor oldu ama itiraf etmem lazım Mavi fazla dayanamadı bana. İsimden de anlamış olacağınız üzere bu seferki röportajımı Mavi ile gerçekleştirdim. Yeri geldi ben, yeri geldiğinde ise Mavi zorlandı ama inanıyorum ki çok hoş ve samimi bir şey çıktı ortaya. İşte Mavi ve onun gözünden Üç Renk’te yaşananlar. 



Ekru: Merhaba Mavi nasılsın?

Mavi: Heyecanlıyım. Sen nasılsın?

Ekru: Ben de heyecanlıyım. Beni Kırmızı’dan daha az uğraştırdığın ve röportaj teklifimi kabul ettiğin için çok teşekkür etmek istiyorum öncelikle.

Mavi: Sorular zor olacak şimdiden anlaşıldı.

Ekru: Biraz değişik bir soruyla başlamak istiyorum izninle. Daha belli başlı hiçbir konuyla ilgili soru sormadığım şu anda neler hissediyorsun?

Mavi: Aslında yukarıda acele davranıp bilmeden cevapladım sorunu; heyecanlı, bunun yanında merak duygusu var az da endişe. Karşımda gözleri cin gibi parlayan biri varken normal sanırım.

Ekru: Bir de şeyi sormak istiyorum, Patron nasıl, iyidir inşallah yakında onun da kapısını çalmak istiyorum

Mavi: Bak bu zor, hep arka planda kalmayı tercih ediyor.

Ekru: Şansımı denemeyi seviyorum.
Bir süre önce Blanc tekrar Beyaz oldu. Bu değişimden ne anlamamız gerekiyor, kişi mi değişti yoksa sadece adı mı?

Mavi: Blanc ve Beyaz ayrı kişiler. Blanc aramızdan ayrıldı. Burada susma hakkımı kullanmak istiyorum, çünkü bu konular içimizde konuşup çözdüğümüz meselelerle ilgili.

Ekru: Peki Beyaz bu sürekli değişimini neye borçlu sence?

Mavi: Hımm, zor sorular başlıyor demek. Benim şahsi fikrim uyum sorunu, İsimlerden sıyrılarak egoları bir tarafa bırakmak zor iş. İlk beyazımız işlerinin yoğunluğu nedeniyle devam edemedi. İkinci… Üçüncü… Sanırım önemli olan şey şu: ‘Bu çalışma bir gönül işi’ ve biz bu çabayı sürdürmeyi görev olarak görmedik hiç. İlk günkü heyecanımız hiç değişmedi hatta artarak devam etti. Hem bilirsin beyaz narin bir renk olarak bilinir, belki ondandır… Aslında Blanch ayrıldiktan sonra moderasyona yeni birini daha almak istemiyorduk bir yandan da farklı bakış açılarına da ihtiyaç olduğu bir gerçekti. Bir gün Kırmızı ile konuşurken: bize baştan beri destek veren bembeyaz parlayan bir renk yanıbaşımızda duruyormuş onu farkettik. Böylelikle yeni Beyazımız aramıza katıldı ve kısa sürede de uyum sağladı.

Ekru: Üç Renk Sanat, son röportajımdan beri büyük bir adım atarak ilk hayallerinden biri olan kitap çıkarma işini gerçekleştirdi. Bununla ilgili sorulara geçmeden önce merak ettiğim başka bir konu var. Kimliklerini açıklayarak aranızdan ayrılanlar oldu, bunlar haberinizin olduğu planlı şeyler miydi?

Mavi: Elbet en başında haberimiz yoktu. Aramızdan ayrılma kararları o yazarlarımızın kendi tercihleriydi ve biz de oluşumumuza aykırı olduğu için, eserlerini kendilerine de bilgi vererek yayınımızdan kaldırdık. Bunun hemen ardından bize bir eleştiri geldi; ‘bazı yazarlarımızın renk olarak gönderdikleri bir kaç eserin kendi adlarıyla daha önce de yayınlanmış olduğu’ söylendi. Elbet dedektif değiliz . Bu konuda renklerimize yazarak daha önceden kendı adlarıyla yayınlanmış eserlerini bize bildirmelerini istedik. Onlar da anlayışla yaklaştılar ve çok yardımcı oldular, böylelikle kendi adları ile yayınlanmış eserlerini ortak kararla yayınımızdan kaldırdık.

Ekru: Peki bu habersiz ayrılışlarla gelen kimlik açıklamalarının Üç Renk’in çizgisine gölge düşürdüğünü düşünüyor musun? Sonuç olarak isimler bir kenara bırakılmıştı.

Mavi: Bence kendilerine gölge düşürdüler ya da egoları gölge oldu. Demek istiyorum ki insanların inisiyatiflerinde olan eylemlerden söz ediyorsun. İnsanlar bize eserlerini hangi koşullarda emanet ettiklerinin farkında olarak geliyorlar. Zaman içinde bu koşullar onlara uymamaya başlıyor ve farklı açıklamalarda bulunabiliyorlar. Fikirler, istekler değişir ve bizim de bu noktada yapabileceğimiz bir şey yok.

Ekru: Kurucu ve yönetici olarak çok iyi niyetli olduğunuzu biliyorum, herkese ve her şeye karşı. Bu iyi niyetinizin kullanıldığı düşüncesine kapıldınız mı hiç?

Mavi: İyi olma uğraşı benim tercihim. Zarar görünce kendine acımak, ‘tüh, vah!’ demek manasız. Hep şuna inanırım ‘iyi olmak kısa vadede kayıp gibi görünse de uzun vadede hep yarar sağlamıştır.’ Elbet incindiğiniz oluyor ama daha da güçleniyorsunuz.

Ekru: Üç Renk Seçki'nin çıkma sürecinden bahseder misin biraz, evet, hepimiz böyle bir hayalin söz konusu olduğunu biliyorduk ama nasıl faaliyete geçtiniz?

Mavi: Sen de biliyorsun “Edebiyata sessizce bir söz bırakmak’’ için hep birlikte yola çıktık. Çok destek gördük, insanlar isimlerini hiçe sayarak eserlerini bizimle paylaştılar. Biz de onlara bir armağan vermek istedik, biraz da insanlara umut olmak; İstenirse olur hayaller de somuta döner ÜçRenk Seçki buna iyi bir örnekti. Bir parantez açıyorum: Herkes oturduğu yerden şikâyet ediyor, burun kıvırıyor ama üretime gelince ‘tık’ mumla aranıyor, kapatıyorum parantezi. Elbette kararımızın ardından yoğun bir çalışma dönemi oldu. Gücümüzü hep renklerden aldık, onların heyecanı, onların samimiyeti, bizim samimiyetimize inanmaları yorgunluğumuzu aldı götürdü.

Ekru: Peki Notabene ile işbirliği nasıl gerçekleşti, nasıl buldu bu ikili birbirlerini?

Mavi: Kırmızı’nın emeği çok bu konuda. Bir seçki oluşturma hayali hep vardı ama bir noktada “hadi yapalım” denilecek zamanın gelmesi gerekiyordu. Notabene yayınları ile bağlantıyı Kırmızı kurdu. Yayınevine söz ettiğinde çok heyecanlanmışlar, taslağı da görünce beğendiler. Bizim için önemli olan bu heyecanımızı görebilecek insanlardı, renklerin adları olmayabilir ama o kadar kanlı canlı ki tüm eserleri… Yayınevinin yayın politikasına dikkat edilirse, üçrenk seçki’nin kolektif ruhunun onlara çekici gelmesi daha açık hale gelir sanıyorum.Yayınevinden beklentilerimizi anlattık, onlar da son derece olumlu bir tavır gösterdiler söz konusu beklentilere. Anlaşma sağlandı ve sonrası çok şeffaf gelişti, tüm bilgileri e-posta aracılığıyla renklerimizle paylaştık.

Ekru: Sanırım her defasında söylemek yapmaktan daha kolay oluyor. Bu süreç içinde ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Mavi: Sadece bir yazarımız basım protokolünü bu şekliyle kabul edemeyeceğini bildirdi. Ama diğer yazarlarımız kitap basımı ile ilgili tam desteklerini esirgemediklerinden o açıdan zorlanmadık. İşin tek zorluğu tüm renklerin sorumluluğunun üzerimizde olmasıydı, yani şu manada zorluktan bahsediyorum: Onlara güzel bir şey sunma telaşı. Eee, bir elin parmaklarından daha az kişi, yetişmeye çalışıyorsunuz, en güzeli olsun istiyorsunuz. Kapak resminden, tasarımından, ürün seçimlerinden, redaksiyonlarına kadar titiz bir çabanın içerisine girilmiş, bu gerilimli karmaşıklıkta Notabene yayınları Kırmızı’yı kapısından nasıl kovmadı bilmiyorum.

Ekru: Diğer renklerden de bu zorluklara dâhil olan var mı? Yazdıklarını vermek istemeyenler, kimliklerini açıklayıp yollarına böyle devam etmek isteyenler?

Mavi: Dedim ya sadece bir yazarımız bu yolu seçti, ona da saygı duyuyoruz, elbet kendi seçimi.

Ekru: Seçki içerisine alınan metinlere nasıl karar verildi peki? Üçrenk’teki bütün metinler çıkan seçki içerisinde değil bildiğim kadarıyla.

Mavi: Tüm moderasyon ekibimiz yayınları tek tek tekrar okudu, her birimiz seçkide yar almasını istediği ürünleri yazdı. Ortak paydada buluştuklarımızı dosyaladıktan sonra renklerimize gönderdik, onların onayları alındı ve ilk taslak hazırlandı.

Ekru: Peki bloga alınan ama seçki içerisinde kendisine yer bulamayan bu metinler kalite açısından kendi içerisinde bir çelişkiyle karşı karşıya kalmadı mı bu durumda? Bir anlamda ilk seferinde sizden geçen bir metin, ikinci seferinde geçemedi ve ilk kararın aksine davranıldı?

Mavi: Bu bakış açısına itiraz edeceğim sevgili Ekru. Çünkü adı üstünde bir “seçki”den söz ediyoruz. Seçkide yer almamış eserlerin değeriyle değil, sınırlı sayıda sayfaya sahip olmakla ilgiliydi kimi metinlerin seçki dışında kalması.

Ekru: Hülya Soyşekerci'nin kitaptaki yeri ne peki, bize desteğinden bahseder misin biraz?

Mavi: Hülya Hocam çok değerli bir insan.Hülya hoca ile bağlantı kuruldu ve seçki için derleyen konumunda olmayı kabul etmesinin tüm üçrenk yazarlarını çok mutlu edeceği vurgusu yapıldı.Hülya hocanın bu öneriye cevabı ise; ‘bu çalışmanın içinde bulunmaktan onur duyacağı’ oldu. Hep yanımızda oldu. Böylece Hülya Soyşekerci, Üçrenk Seçki’nin derlemesini yapan isim oldu. Site yönetiminin belirlediği eserler son olarak onun onayını aldıktan sonra seçkide yer bulabildi. Onun adı bize hep güç verdi. Yanımızda olması bizim için de büyük onur bir kez daha buradan teşekkür etmek istiyorum.

Ekru: Üç Renk Seçki' nin vitrin edebiyatına kurban gittiğini düşünüyor musun peki? Sonuç olarak Üç Renk herkes tarafından bilinen bir topluluk değildi ve kitapçılarda yeni çıkanların içerisinde en önlerde yerini almaması insanların onu görüp incelemesini zorlaştırmıştır?

Mavi: Biliyorsun çok okuyan bir toplum değiliz. Kitap satışlarının hali ortada. Biz de popüler olma peşinde olmadık hiç, yayın platformumuza reklam dahi almıyoruz biliyorsundur. Kitabımızın yazarlarına değil de eserlerine önem vermesinin Türkiye’de bir ilk olması ilgi çekti aslında. Bazı şeyler zaman alır derler, belki de renkler edebiyat tarihine geçecek, bunu şimdiden kestirebilmek zor, zaman gösterecek diyelim biz. Ah evet, oluşumumuzu bilmeyenler için söylediğinde haklısın; “İnsanlar isimlerin peşinden gider daha çok, eser ikinci plânda kalır” hâl böyle olunca da Seçkimizin vitrinlerde en önlerde kendine yer bulması elbette zordu.

Ekru: Kitap çıktıktan sonra iyi ya da kötü ne gibi tepkiler aldınız?

Mavi: Bir kere; olumsuz tepki hiç almadık. Evrensel Gazetesinde, Borges Defterinde, Yurt Gazetesinde, İstanbul’da Sanat’ta ve daha birçok mecrada kitap ile ilgili yazılanları okumak çok keyifliydi. Okumayanlar için Sevgili Özcan Türkmen’in tanıtım yazısından bir bölümü paylaşmak istiyorum.


‘’Yeni renklerin katılımıyla çapı günbegün büyüyen "renkler" sendikasının nitelikli ve yoğun üretiminin sanal alemle sınırlı kalması belirli bir noktadan sonra mümkün değildi; nitekim sevenlerinin geçtiğimiz yaz başından beri beklediği ilk Üç Renk seçkisi, birkaç gün önce kitabevlerinin raflarındaki yerini aldı. Hülya Soyşekerci tarafından hazırlanıp NotaBene Yayınlarınca yayımlanan, 214 sayfalık kitabın kapak resmi altında "İsimsizce edebiyata bir söz bırakmak için" ibaresi yer alıyor. Üç Renk sitesindeki yazıların niteliğini göz önünde bulundurarak ilk başta bu ifadeyi gereğinden fazla alçakgönüllü bulduysam da sonradan bu tevazunun "Renkler"e uygun düştüğünü, giderek onların ayrılmaz bir parçası olageldiğini anımsadım. Bir manifestoları yok, dertlerini öfkeyle, sert bir dille dile getirmiyorlar. İşine yoğunlaşan böylesi bir pozitif alçakgönüllülük, muhalif olmakla birlikte alternatif de olabilmenin, ortaya somut ve gerçek bir şeyler koyabilmenin - şayet biricik değilse - iyi bir yolu. Seçkinin son sayfalarında yazar-renklerin paylaştıkları, kendi atölyeleriyle ilgili düşünceler, bahsettiğimiz olumlu yaklaşımın güzel sonuçlarını tescilleyen, mutlu ve inançlı bir atmosferi görünür kılıyor.’’

Ekru: Kitabın çıkma sürecinde, Üç Renk'in herhangi bir şekilde ‘getirim veya kazanç’ sağlama amacıyla kullanıldığı fikrine kapıldın mı hiç?

Mavi: Asla. Dediğim gibi her basım yayın süreci açıklıkla yürütüldü, yayınevi ile olan sözleşme bile renklerimize gönderilip fikirleri alındı, önerilerine kulak verildi. Ha, Telif hakkı olarak basılan kitaplarımızdan aldık onları da eseri olan her yazara iki adet olarak gönderdik. Güzelce paylaşıldığına dair ikna olmuş durumdayız. Gerçi kırmızı ile aramızda konuşurken; “ kitap satışlarından sonra kendimize at, yat, kat alırız! ” diyorduk ama kader işte be Ekru; olmadı, olamadı.

Ekru: Bu topluluğu yıpratmak için yapıldığını düşündüğün şeyler oldu mu peki?

Mavi: Belki olmuştur bize değmeden geçti. Biz işimize bakıyoruz.

Ekru: Üç Renk'e son zamanlarda yepyeni ve birbirinden güzel renkler katıldı, bunda kitabın bir katkısının olduğunu düşünüyor musun?

Mavi: Bence oldu, kitabımızın yayınlanmasıyla daha çok kişiye ulaştık, duyulduk sanıyorum. Bir etken de sanırım Üç Renk’in ortaya koyduğumuz kavram doğrultusunda gerçekleşmesine yönelik ciddi bir emek harcadığımız, galiba bu kitap sayesinde anlaşıldı (anlamayanlar ya da bilmeyenler için).

Ekru: Her yayından sonra okuyucunun beğenisine sunulan eserlere yorum yapan kişi sayısının hâlâ çok az olmasının yanı sıra, ben daha hiçbir metne kötü eleştiri yapıldığını da görmedim. İnsanlar eleştiri yapmaktan korkuyor mu sence?

Mavi: insanlar renkleri kendinden görüyor artık, ee, özeleştiri yapmak da zordur.

Ekru: Kitaptan sonra bence Üç Renk Sanat bir basamak daha yükseldi. Bu yükseliş ufak değişikliklere yol açabilir mi? Blog tasarımının değişmesi, artan takipçi sayısıyla gelecek yorumları daha kolay alabilmek için önceki röportajda da bahsettiğimiz yorum kısmının açılması gibi?

Mavi: Teşekkürler güzel sözlerine. Şairin dediği gibi ‘’efendimiz acemilik’’ blog olarak kalmaya devam edeceğiz. Tasarımda da farklılık düşünmüyoruz. Ama eser anlamında öykü, şiir dışında farklı türlere de yer vereceğiz. Redaksiyon konusunda eksiklerimiz vardı daha fazla özen gösteriyoruz. Trenses’i de transfer ettik daha ne olsun? Trenses’i ikna etmek kolay olmadı, adını bile duymadığımız marka çantalar, parfümler istedi önce. Sonra nasıl olduysa, tamam istediğinizi alın yazılardan, dedi. Biz de onun sivil sözlük yazılarından iki kolaj hazırladık. Epey ilgi çektiğini düşünüyoruz. Yoksa hala Trenses’i bilmeyenler var mı? Bence vakit kaybetmeden Blogdan okumalılar.

Ekru: Hiç patron, beyaz ya da kırmızıyla ters düşüp tartıştığınız zamanlar olmuyor mu?

Mavi: Elbet fikir ayrılıklarımız oluyor zaman zaman. Olmalı da.

Ekru: Şu anda Üç Renkle ilgili seni rahatsız eden bir şey var mı bu bağlamda?

Mavi: Düşüneyim… Yok!

Ekru: Peki ya keşke dediğin bir şey var mı?

Mavi: Kırmızı bir kişiyle ilgili öngörüde bulunmuştu ben de onu dinlememiştim. Keşke dinleseymişim dediğim oldu. Haklı çıktı.

Ekru: Birazda sana özel şeyler sormak istiyorum. Senin hep daha naif ve kibar olduğun konuşuluyor. Bu senin yapından mı kaynaklanıyor, yoksa mavi'nin olması gerektiği yapı mı bu?

Mavi: Biz rol yapmıyoruz orada, yani mavi şöyle olmalı, kırmızı böyle olmalı, beyaz şu şekilde davran diye. Neysek oyuz. Tabi gerçek kimliklerimizin anlaşılmaması için Blogda daha farklı eserler sunmaya çalışıyoruz.

Ekru: Üç Renk’te Mavi olmak senin için ne anlam ifade ediyor bana biraz bundan bahseder misin?

Mavi: Kendimle çok örtüştürüyorum maviyi. En başta bu oluşumun içinde olmak gurur veriyor, mavilik sonsuzluğu anlatıyor bana, özgürlüğü, uzun bir günce maviden laciverte uzanan.

Ekru: Şu gereklilik kipleriyle yani, ''-malı, -meli'' ile olan samimiyetin nereden geliyor? (bıyık altından sırıtıyorum.)

Mavi: Çok hoşsun. ‘’Gereklilik kipi olmalı.’’ Olmazları pek sevmiyorum, ilk öyle bir cümle yazdım sevdim, devamı da kendiliğinden geldi.

Ekru: o zaman şunu sorayım, Mavi yazmaya ne zaman ve nasıl başladı?

Mavi: Ben küçük bir çocukken… Şaka şaka, çocukluğumdan başlamayacağım anlatmaya. Lise yıllarında Günlük tutardım onun etkisi olabilir. Esas nasıl başladım biliyor musun Ekru; konuşamadığımda, insanlara söyleyecek söz bulamadığımda, çok üzülüp ağlayamadığımda, âşık olduğumda, kızıp da onları kırmak istemediğim zamanlarda... (mavi’nin güzel sözlerine dalmış devamını beklerken devamının olmadığını anlamam biraz uzun sürdüğünden kısa bir sessizlik yaşandı)

Ekru: Mavi'yi yazmaya iten şeyler çoğunlukla bunlar o zaman?

Mavi: Bazen bir sözcük, bazen bir mavilik (denizi çok severim), bazen kalemim alır götürür beni. Belli olmaz.

Ekru: Yazılarında hep o buruk anların hüzünlü hoş tadı var. Bunu yaşadıklarınla bağdaştırmak mümkün mü?

Mavi: Hüznü seviyorum. Yaşadıklarımızdan tamamen kopuk kalarak istesek bile yazamayız. Elbet her kurgu, yaşadıklarımızdan oluşmaz ama kâh bir sözcük, kâh bir karakterin boynundaki kolye olarak geliverir karşımıza. Küçük de olsa bir iz vardır bence her yazılanda.

Ekru: Peki Sana göre yazar kimdir?

Mavi: Ben bir eseri okuduğumda bana dokunabiliyorsa güzeldir. Hele hele, okuduğum kitap son sayfalara geldiğinde o kitabi bitirmek istemiyorsam, sanki bir sevgiliyi terk eder gibi hissediyorsam o eser güzeldir. Az sözle çok şey anlatabilen, sade bir dil kullanan eserleri daha çok seviyorum. Edebiyat yapacağım diye kendini kasanlar yazar değil bence. Okuyucu bunu hissediyor.

Ekru: Mavi Üç Renk'e gelen herhangi bir metni nasıl değerlendirir bu bağlamda, yayınlanması veya yayınlanmaması gerektiğini ne düşündürtür ona?

Mavi: Eseri ilk okuduğumda içeriğine çok bakmam, soluksuz okurum ve eser beni bir yerinden yakalar, bu bazen tek bir cümle bile olabilir. Bazen sözcüklere yansıyan ezgisidir. Daha sonra ayrıntılı okuma yaparım ve kararımı ona göre veririm.

Ekru: Biraz geleceğe yönelelim istiyorum.(gülüyoruz) Kitap çıktı, peki bundan sonra Üç Renk' in hedefindeki şey ne?

Mavi: Önce ve her zaman renklere lâyık olmak. Duruşumuzu bozmamak. Sonrası sır, bizi izlemeye devam edin.

Ekru: İkinci bir kitap çıkma ihtimali var mı?

Mavi: Bunu çok soran var. Hatta ikincisini bekliyoruz diyenler. Belki kitap değil de dergi olur, belki başka oluşumlar. Bunu zaman gösterecek.

Ekru: Üç Renk ilk günkü çizgisinden ödün verdi mi sence hiç şu zamana kadar? yapmam dediği şeylerden taviz verip yaptığı şeyler oldu mu?

Mavi: Ufak tefek kurallarımız var, küçük sözcüklerimiz var, bizim için önemli olan: Samimiyet, yazıya hizmet, söze saygı. Bunlardan ödün vermedik ve vermeyiz.

Ekru: Son olarak senin ekleyip söylemek istediğin bir şeyler var mı tüm renklere ve okuyucalara?

Mavi: “Yazara değil esere inan!” diye çıktığımız yolda bizlerle beraber olan tüm renklere tekrar teşekkür ediyorum. Bizi ilk günden beri takip eden okuyucularımız var, onlar artık dostlarımız ve onlara eksik olmasınlar diyorum. Ayrıca yeni renk olmak isteyenler lütfen davet beklemeyin; Edebiyata ‘bir sözünüzü’ siz de bırakın!

Ekru: Teşekkür ederim mavi; teklifimi kırmadığın ve benimle bu samimi röportajı yaptığın için. Kendine çok dikkat et, rengin hep parlasın.

Mavi: Asıl ben teşekkür ederim Ekru, iyi ki varsın ve bizimlesin.



‘’Gökkuşağındaki bütün renkler iyi olamazdı elbette. Belki morda kinimizi, lacivertte ise öfkemizi sakladık ama unutulmamalı ki karanlık bir yağmurdan sonra parlayarak umut veren şey de yine bizlerdik.’’ 









7 Mart 2013 Perşembe

HOŞ BİR TESADÜF: KAÇAKLAR VE ÜÇRENK SANAT



Adı sanı duyulmamış öykücülerin ve öykülerin peşine düşme alışkanlığımın çok faydasını gördüm bugüne dek. Bana çok şey öğretmiş ustalarımdan birinin “ iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunamaz” cümlesini pekiyi bellemişliğimdendir saatlerimi kitabevi rafları arasında geçirişim ve daha önce okumadığım yazarların izini sürüşüm. Bu iz sürüşlerden birinde rastladım Daniel Bourdon’a. Elimde tuttuğum, YKY baskısı, “ Sıradan Bir Ölümlü” adlı kitabını evirip çevirirken, arka kapak yazsısındaki yazara atfen “ Fransız edebiyatına taze kan” cümlesinin çekiciliğine kapılmış değildim. Kitabın ilk öyküsünün ilk cümlesine kanımın kaynamışlığından başka kitaba bakma gereği duymadan alıp çıktım kitabı. Son derece zeki bir yazarın kaleminden çıkmış, keyif verici kurguları ve şaşırtan vurucu son cümleleriyle tam da sevdiğim türden öyküler bulmuş olduğuma sevinirken, yazarın son öyküsünde beklenmedik bir sürprizin beni beklemekte olduğundan habersizdim.

Yazarı ve öykücülüğünü sevmiştim, nazlanmadan başlıyordum her bir öyküye ve öykülerin sonuna ulaştığımda kendiliğinden bir gülüş yerleşiyordu yüzüme. İyi bir yazar keşfetmenin mutluluğu, grilerle çevrelenmiş hayatın çıplak gözle görülemeyecek köşeciklerine saklanmış göz alıcı bir rengi keşfetmek gibidir gözümde. Daniel Bourdon daha önce denk gelmediğim bir renk bırakmıştı dimağımda ve ben bundan memnundum. Son öyküyü, tadı zamana yaymak için geciktirdim. Kaçaklar, yaklaşık üç yıldır emek verdiğim bir sürecin tüm renklerini kocaman bir tebessümle getirip bıraktı avuçlarımın içine.

Öykü, kapağında altı ayda bir yayımlandığı belirtilen bir edebiyat dergisinin ilk sayısının okuyucusuyla buluşmasıyla başlar. Tek bir sayı kalmış olduğunu düşünen okuyucu dergiyi alır ve evine gider. Dergi son derece ilginçtir. İçindeki hikâye, şiirler ve yazılar okura tanıdıklık ve yabancılık hissini aynı anda vermektedir. Dergideki kimi imzalar bilindik yazar – şairlere aitken, büyük çoğunluğunun adı duyulmamıştır. Okur merakla ikinci sayıyı bekler. İkinci sayıyı edinmek için kitabevinin yolunu tuttuğunda hikâye ilginçleşmeye başlar. Kitabevindekiler böyle bir dergiyi hiç işitmemişlerdir. Okur derginin iç kapağındaki künyenin yardımına başvurur ve belirtilen adrese abonelik talebiyle birlikte bir miktar da para yollar. Ancak mektubu ve çeki geri döner. Bu sırada derginin ikinci sayısının tek nüshası Paris’te başka bir kitabevinde boy gösterir. Bu sayıyı da başka bir okur alır. Derginin ilk sayısını almış olan sadık okur, ikinci sayının varlığından habersiz olayı bir gazeteci arkadaşına anlatır. Meraklı gazeteci derginin peşine düşer. Bu sırada derginin üçüncü ve dördüncü sayıları başka başka kitapevlerinde teker nüsha olarak ortaya çıkınca olay edebi bir habere dönüşür. Dergide imzası bulunan kimi yazarlara ulaşılır, yazıların kendilerine ait olduğunu kabul ederler fakat böyle bir dergiden haberleri yoktur. Söz konusu dergi dört sayı yayımlanmış ve giz perdesi çözülememiştir. Bir dilbilimci dergileri inceledikten sonra yazıların neredeyse tümünün aynı kalemden çıktığını kanıtlar. Bu olayın ardından aynı şekilde, kimin tarafından yayımlandığı belli olmayan üç farklı dergi daha çıkar. İlk dergi bir ekol yaratmıştır. Öykünün sonu “Üçrenk Sanat “oluşumunu bilen, onu takip eden ve bir renk olarak bu oluşumda yer alanlara tanıdık gelecek:

“ Ben bu satırları yazıp bitirirken yaşlı ve neredeyse kör bir adam, sıradan, merdivenleri cila ve haşlanmış balık kokan bir evin dördüncü katında, mutfak masasının üzerinde özenle kestiği büyük harfleri kalın bir kâğıda yapıştırıyordu. Oradan yüzlerce kilometre uzakta, genç ve umursamaz, sporcu görünüşlü bir başka adam, bilgisayarında yazdığı, ertesi gün bir kitapçıda binlerce satılacak olan sıradan bir romanın sayfaları arasına yerleştireceği bir metni bitiriyordu. Okyanusun öte yanında bir üçüncü kişi, B. Üniversitesinin kitap ödünç alma yerinde, kısa süre sonra uygun bir anı kollayıp tezgahın üzerine bırakacağı ince bir kitapçığın formalarını törensel bir özenle dikiyordu.

Kendi dünyalarının içine kapanmış insanlar, tanınma kaygısı taşımadan bir şeyler yazıyor. Kendilerine ait olmayan, zaten başka hiç kimseye de ait olmayan bir adla da olsa okunmuş olmak, onlara yetiyor. Onlar için adsızlık bir zorunluluk değil, peşinde koştukları şey, kimseyle paylaşılmayan, kimseye itiraf edilmeyen bir baş dönmesini yaşamak yalnızca… Onlara kendilerinin gizli derneklerin en gizlisini oluşturduklarını söylesek şaşırırlardı.” 



Bu satırlar size ne düşündürdü bilmiyorum ama ben öykünün “ edebiyata bir iz bırakmak için” cümlesiyle bitebileceğini düşündüm. Üçrenk sanat’ı var kılan duygu ve düşüncenin bir öyküde karşıma çıkıverişinin yarattığı heyecanı düşünün. Daniel Bourdon, renklerden öykü kahramanı yapmıştı ve onun kurgusu Üçrenk Sanat tarafından yaklaşık üç yıldır birebir hayata geçirilmekteydi. Üçrenk’in edebi kaygılarını ya da kaygısızlığını öyküsüne taşımış bu güzel adamı selamlayarak kapattım kitabı. Düşündüm ki dünyanın başka bir ülkesinde biri kurar, bir başka ülkesinde bir avuç güzel insan o kurguyu yaşar. Edebiyatın soluk alma özgürlüğümüzü sözcüklerden kurulu bir keyfe dönüştürmesine minnetle…



ÜçRenk Kırmızı 

















4 Mart 2013 Pazartesi

BUĞU




senden değil
bir yerimin ağrıması

bu yağmurdan,esintisinden


uzağı sürüp sürüp
dönüşünden
/
senden değil!
derimin değişmesi-

camın buğusundan,
kurumuş kokusundan çiçeğin
...


Narenciye Rengi


                                                         Manuel Rodríguez Sánchez

1 Mart 2013 Cuma

YANMIŞ BİR NOT DEFTERİNDEN KALANLAR




sustuğun zaman, kurumuş dere yataklarının sessizliği çökerdi
üstüne. vızıldayan birkaç su sineği öylece etrafında döner ve gün
usulca çekerdi kanatlarını camlardan. hayatına giren her yeni
insanla beraber, bir adım daha uzaklaşırdın benden. kendi
yangınıma odun taşırdı sana dokunamayan ellerim.

sana bakmaktan gelirdim ve uçurumdan yuvarlanan taşlara.
çalılarla kapatılmış bir kuyunun ağzı gibi sımsıkıydı kalbin.
gözlerinde güneşi ilk defa gören bir incinin telaşı, odana
alırdın coğrafyasını değiştirmiş bir dağdan kalan ne varsa.

atların dişlerine bakıp kendi yaşımızı bulduğumuz zamanlardı.
böğürtlen dallarının ucunu kemirirdi ihtiyar keçiler. sevişmeyi
yeni öğrenmiş bir ağaç kadar tedirgindi gök. avuçlarında ezilmiş
gül yaprakları, ceplerinde kurutulmuş bakla içi, kim bilir, kaçıncı
defa, hayalini kurardın okyanusu salla geçmenin.

telefon tellerine çarpıp yere düşen sığırcıkları toplardı çocuklar.
avcılar, ellerinde kekik ve adaçayı kokusuyla dönerdi her akşam
eve. ‘kış’ derdin, ‘yalnız camdan izlenince güzeldir.’ ayakta
durmakta zorlanan bir buzağı gibi sallanırdı zaman. kadınlar çay
demlerken küf rengi sessiz ve nemli odalarda, sırtlarına çıkardı
yaslandıkları kırlentlerin deseni.

kırlangıçların kanadında yolculuğa çıkan göçmen karıncaları
düşünürdük. yaralarının üstüne koruk suyu döken evde kalmış
kızları. güneşi görünce çimenlerin üstüne yayılan sıpalar gibi
çırpınırdı kalbim. sarmaşıkların ördüğü duvara düşerdi
kabak çekirdeği çıtlayan nar bülbüllerinin gölgesi. yeni sürülmüş
bir tarla, henüz sulanmış bir bahçe gibi açardım gövdemi sana,
parmakların toprağı kaldıran çamurlu bir pulluk gibi dolaşsın
diye göğsümde. geçmiş yıllardan kalan anızları yeniden gün
yüzüne çıkarsın diye.

izi kalırdı omzuna konan kelebeğin. gece senin ördüğün bir
kazak gibi dururdu üstümde. anlatamadım sana, sen gittikçe
o kazağın dikenlere takılmış gibi yavaş yavaş söküldüğünü.
tesadüfen denk geldiğim bir radyo istasyonunda, en sevdiğim
şarkı çalarken, araya cızırtıların karıştığını. bütün atların
bileklerine siyah bantlar takıldığını. anlatamadım, sen gidince,
içimde bir halkın kılıçtan geçirildiğini. yarısından çıktığımız
bir film gibiydi aşk ve sen gözlerini yumdukça kapanırdı
dokunmanın yazlık sinemaları.

bozkırdaki denizkızıydın sen. seni kendime bir kitap yaptım,
kapağını yosunlarla kapladım ve arasına suskunluğunu koydum
ayraç yerine.

keşke,  sapsarı bir ovada dörtnala koşturan atları sevdiğin kadar
sevseydin beni. kıyıya vurmuş batıkların arasından çıkarsaydık
aşkın ekmek kırıntılarını. ve geçerken, üzerimize yeni çiçek açmış
erik dalları bıraksaydı turnalar.

biliyor musun, bir de öpseydim seni, adresine ulaşırdı postada
kaybolan bütün mektuplar.

kahverengi

 
Tirşe