26 Şubat 2013 Salı

AŞKA DEĞİL, İNSANA OLAN İNANCIMI SAKLADIM GÜVERTEYE


kırmızı

ilk karşılaşmamız üzerine defalarca konuştuğumuz,  defalarca düşüncelere daldığımız, defalarca duygularımızı andığımız o günü unutmam şimdilik mümkün değil, biliyorsun. ilk anlardaki o karşılıklı etkileşim aylar boyunca yitirmedi ne seni ne beni. var kıldı duyguların yoğunluğuyla...

o kadar aşıktık ki o kadar olur!

tüm dünyayı unutmuş bir tutkuyla yalnızca ikimiz vardık koskoca evrende. o kocaman sanrının varoluşu iki yıla yakın sürdü birbirimizde ve her ikimizde. ne kadar bitik, ne kadar yorgun, ne kadar yok olmuş olursak o kadar iyiydik sanki. parmak ucumla tenine dokunduğumda, evren senden ve benden oluşuyordu ..

anında hissediyordun(dum). anında yakalıyordun(dum). anında paylaşıyordun(dum).

o kadar “biz”dik ki, yalnızca “biz”dik...

mor

şehir değiştirmeye karar vermeden önce başlamıştı kimi sert sayıklamalar. şehir değiştirme kararımız belki de ondandı. kısa sürecek bir kaçış, kötüleşme sürecine bir erteleme meşguliyetle. ya da zaten olacak olanlara kısa bir mesafe sunumu...

en sevdiğim şehre giderken başladı hüzün kaplı çikolataları sessizce, yavaşça iki dudağımın içine koyuşlarım. ne kimse bildi, ne de merak etti. sakındım. oysa biliyordun sen mordan önceki kırmızı beni. hep bildin. ama “hayır!” demedin, diyemedin, diyemezdin de..

şehir mavi, şehir yeşil, şehir gri, şehir mor. şehir dönüşürken gözlerimin önünde, sen ayrı ben ayrı dönüştük egenin sahillerinde.

ne şehrin şahane ışıkları kaldı, ne de sevecen sokak kedileri dilleri patilerinde.

şehir beni yutarken, ellerinle kendini(mi) teslim ettiğinin farkındalığını ne sen duyumsadın ne de ben.(ke(n)disizlik...)

uyanmadan önce aylarca kabuslar gördüm, her biri ince ayrıntılarıyla hatırımda, ayrıntı sever evren.
uyanmadan önce aylarca şehirden, kahveden, kediden koptum, fena.
uyanmadan önce, hayat yalnızca bir otobüsten diğerine binmek ve hedefe varmaktan ibaretti, kendime biçtiğim ceza.(iç odak)
uyanmadan önce, hayat sigarayla, öğle yemeğiyle ve sıkıntılı bulutlarla çevriliydi, heba.

uyanırken ertelediğim, kaçındığım, teker teker yiyip toparlayıp biriktirdiğim tüm acılar imza günü düzenlediler dış kapımın kaçınılmaz mandalında.

kara

şatoya varamadım.
varsaydım da var olamazdım.
ne sen, ne ben, ne de tellalların, yok olan ve aslında henüz var olmayı başaramamış olan bu varsayımsal çift kişilik aşkta, sosyal normlara bağlanmakla nesnelerini kapıştırdı bir oraya, bir buraya..

tek parça kalamadım.
tek kaldım.(ke(n)dilik...)


üç ton kara

                                                                              Miro

24 Şubat 2013 Pazar

SUSMAK YA DA KONUŞMAK


Birden bire iki apartman bahçesinin sığlığını birbirlerinden ayırmak için örülmüş düz duvarın üzerinde yürüyen kediyle göz göze gelmek.
Ve o andan itibaren kedinin dünyası ve seninkinin bütünüyle değişmesi.

Ne sen unutabilirsin artık,
Ne de o bundan böyle senin farkına varılmamış hallerine gerisin geriye dönebilir.
Onun gözlerinde senin yansıman,
Senin zihnindeyse onun sarı tüyleri.
Bilmek…
Bu kavramın içine sırçasından köşk kondursan…

‘Ama sözlerini bu yapının neresinde dolaştırırsan dolaştır,
Hiçbir mekânın içini tam olarak dolduramayacağını da unutmadan…’

Ya gözlerin pencerelerinden öteye,
Ya sözcüklerin uçarak balkonundan,
Büyük bir heyecan kuşatırsa bahçeyi…
Belki gerçek, bilmenin gerçekliği, sözü edilebilir mi bunun?
Bir yaprağın düşüşüyle neler değişiyorsa artık…
Sana söylüyorum gerçekliğini bulan insan:
Bahçeler güzü içer ve güzün bitirici soluğuyla yeniden can bulurlar kendi baharlarında.
Sen ki, en basitinden kurgulanmış dilinle ilk harfi söylemeye yeltenen,
Dilinin ilk kıvrılışıyla evrene binlerce doğan.
Tüm gizlerini kucaklayan kadim bilinmezlerin,
Sırrı görünür kılan,
Tükürüğü, kelimeyi, küfrü ve arkasından,
Sonra kendi bildiğini de unutmaya şaşıran.
Şefkatin, hüznün ve soğuğun,
Ve ılığın, ölümcül atmosferinde çekip giden sözlerin;
“Ah, evet. Evet, tüm sözler birer yılan!
Zehrinin acısından tanıyordum onları
Kendi gerçekliğiyle derisini yakıp kavuranlardan!”
Bil ki, mümkün olanın cehennemindesin artık.
Susmanın cehennemi, konuşmanın cehennemi.
Ve bunlar ‘mutluluğun olamaz’lardan, inan!

Belki güzel bir rüyada şunları görüyorsun;
“Kendi yerçekimimle tüm gizler hep açıkta,
Benim doğal içtepim merakla donanınca,
Susabilmem ne mümkün, çavlanlar gürledikçe,
Şelalenin şarkısı yaşam ile inliyor,
Bu yüzden esiyordur bütün deli rüzgârlar
Ormanın fısıltısı bana şunu söylüyor;
Bilebilmek mümkün artık, derinde uyudukça
Kuytuma gel ey insan, kuytumda şiirler var,
Büyülü ırmakların kenarında kaleler,
Hazineler yığılı taştan mahzenlerim var!
Bilebilmek mümkün artık bunları kuşanınca
Yeter ki konuş böyle sözlerime kanarak,
Şavkımın ve şerbetimin büyüsünden içerek
Ah, konuşmanın unutmak olduğu söylenebilir mi ki?
Böyle hoş bir rüyayı unutur mu hiç insan?”

Ya da büyük bir yarığın başında bekliyorsun:
Uçurumun gölgesi senin varlığından da büyük,
Dipsiz bir koyuluğun içinde kaybolmak var;
Ne bir vaat, ne bir imge, ne de bir işaretin.
Tekillik ve yücelik boğazını sıkıyor,
Belirgin bir yok oluş, dudakların oynuyor,
Susmanın cenneti bu, konuşmanın erdemi.
Yaşamak gibi bir şey, unutmak gibi bir şey
Bilmek diyorum sana ey, uyan o uykulardan!

Sonra kedinin yiyecek bulma telaşına kapılıp sürüklenmesi mevsimler boyunca, belki mart ayına kadar: Çöp bidonlarının devrilmesi, kentin soluk yüzlü belediye başkanının talimatları, sokak imarları, hayvan barınakları, alışveriş merkezleri, derin dondurucular, tüp bebekler, gelecek ve gideceğin hesaplanan kaygısı. Boşluk; hiçbir zaman kendin olarak dolduramayacağın o büyük yerçekimsizliğinin karnına saplanan ağrısı, bir keskin bıçak, bir kırmızı elma, bir mavi gök, bir beyaz bulut, kocaman ve tostoparlak bir kızıllığın altında bunlar olup bitiyor. Konuşarak anlaşabiliyor ve gül gibi geçinip gidiyoruz kendi aramızda ve kök salmaktan bir türlü vazgeçemediğimiz şu dünyada.

Ya da hiiiiç konuşmadan…

ÜçRenk Beyaz

                                                                    Mimmo Jodice

19 Şubat 2013 Salı

YÜZÇEVİREN SIRTI TAZELERİN YIĞDIĞI TUĞLALAR İÇİNDE

tarihçi düzyazımın tam da bağrında, kim olduğumuz
sorusundan bir köprü
alt tarafı tüm düzyazıların satır araları cumhuriyetiyiz
ellerimiz bir seçmeli ders çıkışı yorgun ve beraber;
abartmaya da bayılırız
hepinizden masum bu koca kent
aldırmazlık kapısından giriverdiğinizden böyle;
her birinize ve her birinizden diğerine gizli köprüler
ve puslu gözlerle kavuşulur, ya da hınca hınç yalnızlığa
çabuk çabuk ve yarım hep; aranızda iç sesleriniz
çok uğraşsa da hazırlayamaz ki kimse kendini evladının ölümüne
yalpalamak yolda sekmekle başlar
ya da zamanda
ya da sözde

Ortalık Kırmızısı

 
Gustav Klimt

14 Şubat 2013 Perşembe

ANLAŞILMADIKLARIM



1.

" dedim ki ona; fırından yeni çıkmış ekmek kadar kırmızıyım sana."
anlamadı.

2.

dedim ki ona; gecenin bir yarısı seni uykundan uyandıran özlem kadar kırmızıyım sana.
bunu da anlamadı.

3.

dedim ki ona; güneşe çıkıp soluyan bir kertenkelenin hazzı kadar kırmızıyım sana.
yine anlamadı.

4.

dedim ki ona; saçlarının arasına düştüğünde içini titreten o yağmur damlası kadar kırmızıyım sana.
anlamadı.

5.

dedim ki ona; dinlerken aklına düştüğüm o şarkının ilk notası kadar kırmızıyım sana.
hiç anlamadı.

6.

dedim ki ona; son içişinde, içine çekerken alazlanan sigaranın ucu kadar kırmızıyım sana.
hiç anlamadı.

7.

dedim ki ona; sözle yüreğinden gökyüzüne havalanan o balon kadar kırmızıyım sana.
bunu da anlamadı..

8.

dedim ki ona; hayat seni boğduğunda, sığındığın dost tebessümü kadar kırmızıyım sana.
asıl bunu hiç anlamadı.

9.

İnsan anlatamaz bazen… 


ÜçRenk Kırmızı





9 Şubat 2013 Cumartesi

ÖMRÜMÜZÜN SON KIŞI




            O kış, yaşadığımız en uzun kış oldu. Köyün yaşlıları, o kıştan sonra bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söyleyip durdular. Dedem namaz vakitlerini üç katına çıkardı, komşusu Salih Amca’nın hacdan getirdiği sarı tespihi hiç elinden düşürmeden bütün gün dualar okudu. Zaten köyde olumsuz ne varsa, hep hacca gidememesine yorardı.

            “Bu yıl ağaçlara kiraz vurmadı baba.”
            “Beni hacca göndermediniz de ondan!”
            “Üzümler hep yandı bu yaz.”
            “Sizin gibi evlatlar olmaz olsun, cezadır size bu!”
            “Recep’in kız hastalanmış, bir türlü iyileşmiyormuş.”
            “Ah bir hacca gideydim de, okuyup üfleyeydim kızı.”

            Yıllardır hacca gitme özlemiyle yaşama tutunan dedem, hiç gitmeyen kışın etkisiyle, bu beklentisini yüklüğe kaldırdığını biliyor gibiydi. Eylül’den Mayıs’a kadar süren bu kış, onun da inancını artık yavaş yavaş tüketmeye başlamıştı.

            Köyün kadınları, günlerce bir evde toplanıp bu kışın bir kıyamet alameti olduğundan, köyün üstünde bir lanetin gezinip durduğundan bahsettiler. Evin bir köşesinde sessizce oyun oynayan çocuklar, “kıyamet” ve “lanet” sözcüklerini duyduklarında, korku ve heyecanla birbirlerine bir şeyler fısıldadılar.

            Köy, sekiz aydır kar altındaydı. Tarlada zeytinler ağaçlarda donup kaldı; kirazlar, payamlar, zerdaliler çiçeğe durmaya vakit bulamadan can verdi. Bütün evlerin ve yolların üstünü beyaz bir yorgan gibi örten kar, hayatı bir anda bir film karesi gibi dondurdu. Otobüsler kasabaya gitmez, postalar köye gelmez oldu. Ambardan bulgurlar çıktı. Unlar, darılar, zeytinyağları, kurutulmuş patlıcanlar, domatesler, bamyalar, biberler yıllardır kötü günler için saklandıkları yerden çıkıp yaşama karıştılar. Bütün köy habire ekmek yaptı, dolmalıkları doldurdu. Bütün gün bacalardan dumanlar yükseldi.

            Erkekler, ellerinde küreklerle bir ev kadar yükselen karları küreyip tüneller açtılar. Çocuklar o tünellerden, kıçlarının altında tahta kızaklarla kayıp karın keyfini çıkardılar, şehirden köye gelemeyen öğretmenlerinin yasını tuttular, karın hiç kalkmamasının hayalini kurdular.

            Uzayan kışla beraber düğünler de bitti. Köy meydanına kurulan masaların ve asker davullarının yerini kocaman bir sessizlik aldı. Gençler askere gidemez, dönmesi gerekenler de dönemez oldu. Düğünler bitince, memeleri yeni çıkmaya başlamış genç kızlar da suskunluğa gömüldü. Rastıklar, kınalar yerine kalktı. Kızlar oturup bütün gün çeyiz sandıklarını işlemeli örtülerle doldurmaya devam ettiler.

            O kış, yaşadığımız en uzun kış oldu. Kışın pek gitmeye niyeti olmadığını anlayınca, onu hayatımızın bir parçası yaptık. Dedem evlatlarına durmadan beddualar okudu, torunlarına korkunç masallar anlattı, rüyasında şeytan taşladı. Karların altına kazılan yollarda top oynadık, elimizde sapan boşu boşuna kuş avlamaya çıktık, karın üstünde ateşler yaktık. Köy, bütün dünyadan soyutlanmış, her yeri buzlarla çevrilmiş ıssız bir adaya dönüştü. Çeşmeler, elektrik direkleri dondu. Dünyada neler olup bittiğinden habersiz bir başımıza kaldık.

            Kadınlar karları eritip varillere su doldurdular. Satı Ana ellerini dizlerine vura vura ağıtlar yaktı, adaklar adadı. Kuzinelerin üstünde bakır güğümlerde sular kaynatıldı, kara tencerelerde arpa çorbası pişirildi. Yemleri biten atlarımız, ineklerimiz teker teker öldüler. Bu karın altında onlara gerek de kalmamıştı zaten. Tavukları evlerin içine aldık, çocuk gibi ellerimizle besledik, pamuktan yataklar yaptık.

            Dedem, kendi eliyle çaktığı aksak divanın üstünde mırıl mırıl bir şeyler geveledi hep. Sandıktan Kur’an’ını çıkardı, ilahiler okudu. Babaannem ona bakıp bakıp ağladı. Torunları, divanın kısa bacağının altındaki karton parçasını çıkarıp halının altına sakladılar.

            “Ulan deyyuslar, yine topal bırakmışsınız divanı. Size Bedir Savaşı’nı okumam ha!”
            Babam her sabah sessizce kalkıp kahveye gitti, bütün gün okey ıstakasına fayans döşedi, akşamına kan çanağı olmuş gözleriyle eve döndü. Demir kapının her açılışında dedem derin bir nefes çekti.

            “Hah işte! Geldi bizim kumarbaz. Ben hacca gitmek istiyorum diyorum, o kahvede şeytan işiyle eğleniyor.”

 “Yapacak bir şey mi var efem?” dedi babaannem, “Hey yer kar işte, tarlalar çürüdü.”
“Sanki kar yokken vardı da.”

Annem, dedem ne zaman babama söylense mutfağa giderdi. Pembe tülbendinin ucunu ince elleriyle kavrayıp göz kenarlarına götürürdü. Sonra da ocağa çay koyup odasına kapanırdı.

Babam, at sırtında kasabadan dönerken yol kenarında görmüş annemi. Annem daha on altısında.  Sırtında bir tutam ot. Önünde uyuz eşek. Yol boyunca takip etmiş. Annem bizim köyün yoluna sapınca şaşırmış babam.

“Kız sen kimlerdensin? Ben hiç bilmiyorum seni.”
“Ben de seni bilmiyorum ağam.”
“Ben Kürt Ahmet’in büyük oğluyum”.
“Ha şu hayırsız olan. Gitti de şehirde başı beladan eksilmedi dedilerdi.”
“Halt etmiş onu diyenler. Söyle bakalım kimlerdensin sen?”
“Pilot Sabri’nin ortanca kızıyım ben.”
“Kız sen ufacık bebeydin ben gittiğimde. Ne zaman böyle dal budak saldın?”

Cevap vermemiş annem. Başını önüne eğip, eşeğin yularından tutup yürümeye devam etmiş. Babam da köy girişine kadar arkasından kıkır kıkır takip etmiş annemi. Akşamına da babaanneme açmış konuyu. Babaannem utana sıkıla dedeme anlatmış.

“Ha siktir be!” demiş dedem. “Garibin kızının başını mı yakacağız?”
“Bak çok ağlıyor ama oğlan. Çok sevmiş belli.”
“Ulan ne zaman görmüş de çok sevmiş? Şunun şurasında zaten geleli iki hafta oldu. Zaten köyde de durduğu yok pezevengin. Zırt pırt kasabada. Ne bok yiyorsa artık orda?”
“Yapma efem. Bak düzelir belki evlenince. Evine tarlasına sahip çıkar, köyden dışarı adım atmaz belki.”
“Tövbe tövbe…”
Tam iki ay yalvarmış babam babaanneme. Babaannem de dedeme. En son inadı kırılmış dedemin. Çekmiş babamı kenara.
“Bak ulan itoğlu it! Eğer kızdan bir şikâyet duyarsam, rahat durmadığını, kızı üzdüğünü bir anlarsam kendim kovarım seni bu köyden. Bir daha da yüzümü göremezsin. Beni Pilot Sabri’ye de, el aleme de rezil etme sakın”
“Yok baba. Vallaha söz. Evden tarlaya, tarladan eve. Hele sen beni bir evlendir Esma’yla, gör bak nasıl adam olacağım.”

Pilot Sabri başta yanaşmamış annemi vermeye. “Küçük” demiş, “senin oğlan” demiş, “uğursuz diyorlar” filan demiş. Dedem bakmış olmayacak muhtar Halil’i sokmuş araya. Pilot Sabri de pes etmiş sonunda. Ama şart koşmuş, bir sene nişanlı kalacaklarmış. Babam da paşa paşa kabul etmiş.

Babam o bir sene boyunca köyden dışarı adım atmamış. Kasabaya, pazara gideceği zaman bile babaannemi almış yanına. Evden bağa, bağdan eve. Zeytine gitmiş, kiraz toplamış, üzüm bağında traktör devirmiş. Bir seneyi iple çekmiş. Bir senenin sonunda köy okulunda davullu-zurnalı bir düğünle almış annemi.

Hep suskun bir kadındı annem. Başı önde tarlaya, çapaya gider, akşam oldu mu başı önde eve döner, yorgunluğuna aldırmadan bakraçlarda süt kaynatır, kuzinede güzel kokulu yemekler yapardı. Dedemle babaannemi hoş tutmak için didinir, eve son gelen gelin olmasına rağmen, diğer gelinlere ablalık ederdi. Dedem de boş durmazdı hani, el üstünde tutardı annemi. Onun çocuğu babam değil de, annemdi sanki.

Sonra bir kış, babam gitti, dedem küplere bindi.
“Hata bende. İt hiç unutur mu itliğini?

Aylarca dönmedi babam. Şehirde bir pavyona dadandığını, bir kadının peşine takıldığını filan anlatıp durdular köyde. Dedem kahveye çıkamaz, camiye gidemez oldu. Kadınlar bir evde toplanıp dedikodu yaptılar, anneme acıdılar. Dedem sahip çıktı ama anneme. Pilot Sabri anneme evinin kapılarını açsa da vermedi dedem. Annem boynu bükük, gözleri yaşlı sessizce bekledi babamın dönüşünü. Hayatında hiçbir şey değişmemiş gibi oduna çıktı, ekmekler pişirdi, domates yatırmaya, tütün kırmaya, bahçe sulamaya gitti. Ama hiç konuşmadı. Ağzının fermuarını çekti ve bir daha da hiç açmadı. Dedem kaç defa dil dökse de “gık” demedi. Odasına kapanıp sessizce ağladı hep, burnumu benim göğsüme gömdü.

Bir yaz öğlesi, güneş ekinleri kavururken çıkıp geldi babam. Elinde poşetler, koltukaltına iki şehir ekmeği. Kahvenin şaşkın bakışları altında gülerek geldi evin demir kapısına. Pencereden babamın gelişini gören dedem bastonunu aldığı gibi kapının arkasında aldı soluğu. Kilidi iyice geçirdi deliğine. Babam bir iki yüklenip de kapı açılmayınca bağırmaya başladı.

“Esmaaaa! Kız Esma açsana kapıyı.”
“Geldiğin yere git hayvanoğlu hayvan. Ben sana bu köyden gidersen bir daha benim yüzümü göremezsin demedim mi? Utanmadan nasıl döndün sen buraya?”
“Baba vallaha bildiğin gibi değil. Hele aç bak kapıyı, hepsini anlatacağım.”
“Ne anlatacaksın lan dana? Benim senin gibi oğlum yok. Git nerde istersen orda ziftlen”.
Babamın sesini duyan annem mutfak kapısının önünde öylece donakaldı. Yüzüne baktım, hiçbir belirti yoktu. Dürtükledim, ses yok. Çimdikledim, gözünü bile oynatmadı.
“Babaanne koş. Bir şey oldu anneme.”
Babaannem elinde saman demetiyle çıktı hayvan damından.
“Kız Esma, noldu sana gelinim? Neden hiç ses etmiyorsun? Mustafa, noldu annene?”
“Babam gelmiş babaanne. Dedem içeri almıyor babamı.”
Babaannem hızla avlu kapısına seğirtti. Dedemin havaya kalkmış bastonunu elinden aldı.
“Bıraksana Ahmet, çocuk girsin evine.”
“Nerden geldiyse oraya girsin hayırsız. Benim onun gibi evladım yok.”
“Öyle deme Ahmet, evlattır. Hatasını anladı belli ki.”
“Ana kurban olayım aç kapıyı.”
“Hadi ağam aç şu kapıyı. Bak rezil olduk köylüye”
“Ulan zaten bizi ele güne rezil edeceği kadar etti. Daha ne yapacak ki?”
“Mustafa’yı düşün Ahmet. Bak gelin de donup kaldı kapıda. Kocasız kadın, babasız evlat mı olurmuş.”

Dedem başını çevirip annemi ve benim onun eteklerine yapışmış halimi görünce ürktü. Bastonunu hışımla babaannemin elinden alıp dama doğru yöneldi.

“Ne haliniz varsa görün. Aha bu kadınla bu çocuğa dua etsin. Ama bundan sonra da baba filan demesin bana.”
Babaannem yüzüne yayılan ince tebessümle kapının kilidini çevirip ardına kadar açtı.
“Hoş geldin oğlum. Gözümüz yollarda kaldı.”

Babam o gün başka bir adam gibi girdi avludan içeri. Yüzü iyice esmerleşmiş, ellerindeki çatlaklar derinleşmişti. Gözlerinin altında siyah siyah halkalar vardı. Mutfağa doğru yönelince annem hışımla odasına kaçtı. Babam eğilip sımsıkı sarıldı bana. Hareketsiz kalmıştım. Sarılan sanki babam değil de, uzaklardan gelmiş, tanımadığım bir akrabaydı. Babam yanaklarımı öptü, kokumu içine çekti. Ondan sonra da annemin yanına yöneldi.

“Esma. Açsana şu kapıyı?”
Küçük bir kapı gıcırtısı duyuldu sadece.
Babam o günden sonra sanki hiçbir şey olmamış, köyden hiç gitmemiş gibi devam etti hayatına kaldığı yerden. Köylünün arasında karıştı, yeniden köylülerden biri oldu. Tarlaya gitti, sabahlara kadar kahvede batak oynadı, hayvanları otlattı, geceleri sarhoş geldi. Annem susmaya devam etti. Ağlamaya da. Babaannem anne olmanın sıcaklığıyla hep korumaya çalıştı babamı. Dedemse hep küfretti babama, babaanneme kızdı, hacca gitme hayalleri kurdu, camiden dışarı çıkmaz oldu. Geceleri torunlarını etrafına toplayıp iyi insan olmanın erdemlerini anlatmaya çalıştı.

“Ben size Hicret’i anlatmış mıydım?”
Ama dedem, o uzun kışın hayatının son kışı olduğunu asla bilmedi. Tıpkı köyün diğer yaşlıları gibi.

Bir mayıs sabahı, bütün köy halkı, tan vaktinde ev içlerinde beslenen horozların sesiyle uyandığında güneş camlarda yansımaya, karlar erimeye başlamıştı. Güneşin sıcaklığına hasret, camlara doğru koşuşurken, dedemin hiç kıpırdaman yattığını fark ettik. Satı Ana’nın, Pilot Sabri’nin, Arnavut Yaşar’ın, değirmenci Sıtkı’nın, Kör Hacı’nın, Fehime Teyze’nin ve davulcu Ali’nin kıpırdamadığını fark ettiğimiz gibi. Yaz gelmiş, güneş yüzünü göstermiş, karlar erimeye başlamış ama giden kar köyün yaşlılarını da beraberinde götürmüştü.

O kış, yaşadığımız en uzun kış oldu. Meyveler ağaçlarda dondu, hayvanlar açlıktan öldü. Ve o kıştan sonra köyde hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Kahverengi



5 Şubat 2013 Salı

EDEBİYATA TRENSES'ÇE BİR BAKIŞ


“ Düştüysem eğer sana bakarken düştüm”

Kaç gündür şu filozof aklımın şurasında burasında gezinen bi soru vardı danteller. Ben nerde yanlış yapıyorum da bu güzel gözlerini gözlük camlarının arkasına saklamak suretiyle yıkıcılığını azaltabileceği yanılgısını her daim yanında taşıyan saçaklımın farkıma varmasını bi türlü sağlayamıyorum diye düşünmekten helak oldum. Allah sizi inandırsın bu düşünceli halim ontolojik kaygıların içinde debelenmekte olan bi saçaklının halinden beterdi. Öyle ki ojelerimi değiştirmeyi bile unutmuşum o kadar yani. Sonunda bu aşkın önündeki en büyük engelin fiziksel temassızlık olduğunu akıl edebildim ve bu engel beni yıldıramaz diyerekten hemen planımı yaptım. Bu saçaklının kendine kalsa fiziksel temas dünyada aklına gelmez kimbilir ne var o kalın kitaplarla zehirlenmiş muhteşem kafasının içinde de bunları düşünemiyo. Biraz yardımcı olayım dedim. Neyse neredeyse bi ev parası vererek aldığım 17,5 inçlik topuklularımı akıl etmem hiç zor olmadı. Ben bile yürürken zorlanıyorum ara sıra tökezliyorum onlarla kırıtayım derken. İşte onları giymek suretiyle planımı uygulamaya koydum. Niyetim onlarla yanında geçerken tökezlemiş gibi yapıp kucağına düşmek bizim gözlüklünün. Öküz değil ya şahane bi trenses düşerken öylece baksın. Tutmak zorunda kalacak böylece aradığım kucaklaşmanın yolu açılacak. Neyse uzatmayayım saçaklılar. Uygun düşme açısını yakalayabilmek için tam 37 kez yanından geçmek zorunda kaldım, bu da anladı mı ne, ne dolanıp duruyorsun trenses bi şey mi oldu dedi.yok bi şey saçaklı sen kalın kitabına bak dedim. Böyle gide gele neredeyse akşam olmuştu ki, sonunda aradığım açıyı bulmak süretiyle ve ayağım kaymış gibi yaparaktan bıraktım kendimi bunun ontolojik kaygılarla debelenmekten kas yapmış kollarına. Beni bi tuttu ki saçaklılar ömür boyu öyle düşmeye razıyım billaha. Biz öyle kucak kucağa bi an durduk, kalbim zafer çığlıkları atarken bu saçaklı demez mi ya trenses napıyosun bi yerine bi şey olcak giyme şu ayakkabıları. o öyle atar yaparken bense işlevli bir işvelilikle dedim ki, söylenme saçaklıcım "düştüysem eğer sana bakarken düştüm". Bizim saçaklının yüzünde güller açılmaz mı bunu duyunca. Trenses sen cahit zarifoğlu mu okuyosun yoksa dedi. Bu arada hala kucak kucağayız dikkatinizi çekerim. Sen istersen onu da okurum dantelim dedim ben de bi heves. Bu beni çattt diye bırakmaz mı neredeyse gerçekten düşüyordum gözlüklüler. Zar zor masanın kenarına tutunmak suretiyle popomu yerle buluşturmaktan kurtarabilmişken, bu saçaklı benim bi işim var diyerekten koşar adım uzaklaştı. Ben de ayakkabılara döktüpüm onca paraya ve kaderime lanet okuyarak daha verimli planlar için bi cahit zarifoğlu kitabı bulmak için şu kitap satan sitelerden birine bakınmaya başladım. Parfüm alacağım paraya kitap alıyorum ya deli olcam ya. Lanet dünya!


Edebiyatçının yakışıklısı…

paul auster diye bi eleman var. Böyle bi fotoğraf koymuş kitaplarının arkasına. İnsanın orası burası sarkan bi şeyler giyip, boynuna garip kumaşlar bağlayıp, saçını da lapiska yapası geliyor ya.

..

Bazen düşünüyorum da napcan yakışıklısını akıllısı olsun ayol. Sonra diyorum ki olmaz anacım olacaksa şöyle boyalı kuş gibi çekici olanından olsun. Belki kanatlarına atlar uçarız. Mecaz enteller mecaz. Hani okuyup okuyup ay şöyle uçurdu beni filan diyonuz ya ondan işte. Daha beni uçuranına rastlamadım o da ayrı bi şey. ey kurda kuşa böceğe bu dantellere can veren güzel allahım, ne zaman hem yakışıklı, hem edebiyatçı hem de süperman kılıklı bi yazar yaratırsan, o zaman işte şu edebiyat denen nanenin bi işe yaradığına inanırım. Öyle bi şey olursa sakallılar, bi alo deyiverin. Haberim olsun.

Okurken Sevişilebilecek Kitaplar..

rica ederim beni delirtmeyiniz. henüz okumaya yeni başlamışken, kalın kitaplarla flörtleşmeye başlamışken, sevişmek filan deyip...gerçi denize atlamadan da yüzme öğrenilmezmiş ya. balıklama mı dalsam acep?

Bir Kitap Olsaydım..

kim bir kitap olmayı ister ki. elini nerelerde gezdirdiği belli olmayan biri bir de utanmadan zihnini üzerinizde gezdirecek, pasaklıysa oranızı buranızı çizip buruşturacak. işi bittikten sonra da bir rafa tıkıp bir daha eline bile almayacak. çok saçma istekleriniz var.

Bir Antibiyotik Olarak Şiir.. 


demek ki şiir yalnız benim değil mikrobik varlıkların bile ödünü koparıyor. helal olsun.

Dünyanın En Kısa Bilim Kurgu Öyküsü… 


trenses bir kırtasiyeye girdi. çeşit çeşit defterleri dikkatle inceledi. renk tercihinde far rengi en önemli etkendi. seçimini yaptı. ödemeyi yaparken yakışıklı kasiyere gülümsemeyi ihmal etmedi. ardından oracıkta kalemini çıkarıp, defterin ilk sayfasını yazdı: trensesin kalın kitap günlüğü…



Terbiyesiz kitaplar.. 

insanın yaşama sevincini elinden alıp götüren, düşüncesiz, kör kuyularda merdivensiz bırakan kitaplardır. okurken uykumu getirenlerden bile sinir bozucular. gerçi uykumu getirmeyenine henüz rastlamadım. o da ayrı.

Kitap Okurken Altını Çizmek… 


okumaya harcadığım gücü bi de kalem sallamaya harcayamam. kimse kusura bakmasın. gerçi ilkine de bi şey harcadığım yok ya. elime aldığın her kitap beni harcıyooo o ayrı konu. pöh.

Hızlı Okuma Teknikleri

uzman olduğum tekniklerdir bunlar saçaklılarım. kitabı alırsın şöyle bi karıştırırsın üff çok karışık bu bi de ben karıştırmayayım zavallıyı der geri koyarsın. elin değdi mi değdi. gözün değdi mi değdi. oldu bitti.

Bir Filmi Okumak… 


üstüme iyilik sağlık filmleri de mi okucaz. kalın kitapları zor okuyoz zaten. bi de film okuyamam. her gün başka bi icat çıkarıyosunuz ha gözlüklüler.

Edebi Uyku…

her gece uyuduğum uyku sayın gözlüklüler. şimdi yatağa girmeden önce makyajını temizle, yüzünü yıka, tonikle, gözaltı, üstü,yanı kremlerini sür, gece kremi sür, dişlerini fırçala, saman sarısı saçlarını fırçala, vücut kremi sür, gece parfümü sık, tırnaklarını boya derken yoruluyo insan canııım. sonra yatağa gir, yastığı dikleştir, kalın kitabı kucağına al, evir çevir, sen niye bu kadar kalınsın ya diye söylen, sonra aç kitabı üç satır okumadan uyuya kal. noluyo kitabın kalanını rüyanda okuyosun işte o edebi uyku oluyo bitanecik sakallılarım.

Okuma Biçimleri

uyumaya ramak kala,
esnerken,
bu ne kalın kitap diye söylenerek,
bu kitap nece yazılmış merakıylan,
aslında çok gezen bilir diye söylenip kitabı bi yana fırlatıp süslenmeye giderek...…

İyi Bir Romanın İnsana Ettikleri.. 


valla bu foucault sarkacı denen, roman kılığına girmiş şeytanın bana ettiklerini yazsam başkalarına bi şeyler edebilecek roman olur allah sizi inandırsın saçaklılarım! biraz daha okursam hiç bi estetik operasyonun düzeltemeyeceği hasarlar almaktan korkuyorum ya.

Kör Olası Gözlerin… 


kör olmasın ayol yazıktır, gözlerinin ne kabahati var dicektim ki bi an aklıma geldi. o kalın kitapları o gözlerle okumuyor mu bu saçaklı? fekat kör olursa beni nasıl görecek. felaket bi ikilemdeyim sakallılar. kör olsun mu olmasın mı yoksa " kör olasın demiyorum / kör olma da gör beni" mi olsun. bilemedim . üfff bıktım bu aşkın beni sürüklediği diyalektik açmazlardan bi de neler söylüyorum böyle allahım. diyalektik açmaz ne ya. hep bu sözlüğün yüzünden. offf.

Yazar – dil İlişkisi 


yazarın dili kıvrak olmalı bugüne kadarlık yazarlık ve filozofluk serüvenimden öğrendiğim budur sayın saçaklılar. fekat bu kıvraklık bedensel kıvraklıkla paralel bi gelişme gösterir. iyi kırıtamayanın dili de kırıtmaz dolayısyla hiçbi çekiciliği olmaz. bu dertten mustaripler dil balığı yiyeyerek sorunu aşabilirler. hem fosfor da var gözlüklüler daha ne olsun. parlarsınız işte.

Avunamayanlar 


Misal ben. Yemin ederim ne kadar kalın kitap varsa beynimi bulandırayım da öyle avunayım bari diyerek, bulduğum yerde aldım. Şimdi tuvalet masamın üstündeki kozmetiklerden daha çok kalın kitabım var son derece utanç verici bi şekilde. Fekat noluyor, yine avunamıyorum, yine avunamıyorum. parfümlere, makyaj malzemelerine, mini eteklere ve hatta yılan derisi çantalara harcayacağım parayı götürüp bu kalın kitaplara yatırıyorum. anlamıyorum ki niye avunamıyorum. Okumasam işe yarar mıydı ki gözlüklüler?

Hayvanlar Gibi Susmak 


hayvanlar neden susuyo çünkü koklaşa koklaşa anlaşabiliyolar, napcaz biz de derdimizi anlatmak için derdimizi mi koklayacağız, ha koklayabiliyosak benim hiç itirazım yok koklarım güzel gözlü saçaklımı nolcak bi burunluk iş.

kalın kitapların aşk acısını dindirmedeki etkisi
 
Aman ha saçaklılar aşk acınızdan kalın kitap okuyarak kurtulmanızı önerdiğimi felan sanmayın. Haşa...kalın kitapların bu konuda çok daha yaratıcı bi işlevi var ama siz gözlüklü olduğunuzdan bilmezssiniz. Kalın kitap dendi mi okumayı bilirsiniz anca. Hayır efenim, okumucaz. Napcaz, aşk acısı aktif hale gelince bulabildiğimiz en kalın kitabı şiddetle kafamıza indircez. Nolcak, böylelikle canımız aşkın bizi acıttığından daha çok acıcak. Gerçek bi acı çekince nolcak, o metaforik ( ne güzel metaforik diyorum ya) acı yerini gerçek bi acıya bırakacak. Gerçeğin karşısında zayıf düşen o kökü dışarda düşmanın esamesi yavaş yavaş silinecek. Ne bakıyosunuz safistliğimin yanında realistim de bi kere. 


Trenses







3 Şubat 2013 Pazar

BİR MASAL KAHRAMANININ NOTLARINDAN: KARANLIĞA ÖVGÜ RAPUNZELE SAYGI

     
   Bugün gelip bana şöyle söyledi:

-Senden kurtulduğumu sanıyordum, oysa kendimden kaçıyormuşum sürekli. Bunu anladığımda kendi oyunumda başrol oynayamayacak duruma gelmiştim.
Yorgun, bitmiş, tükenmiş ve aslında başından beri kaybedişi kabullenmiş birisiydim ben.
Ta ki seninle tanışana ve en gizli sırlarımı sana açıp kendimle olan savaşımda bir adım atıp kazanacağımı sanana kadar. Sana kadar diyorum, çünkü ben hep savaşmaktan korkmuşumdur. Bu yüzden sen hiç olmamışsın gibi yapmaya ve senden kurtulmaya karar verdim. Oysa kendi oyunumda çoktan başrolü kaybettiğimi bile biliyordum aslında.
Kendisiyle savaşan herkese…

   Siz hiç sahip olamayacağınız bir şey istediniz mi? Ben istedim ve evet sahip olamadım. Şaşırtıcı değil mi?
   Fırıncı çocuğun, aldığım ekmekler için bozuk param çıkışmadığında yaptığı on kuruşluk cömertlikler kadar rezil bir haldeyken mutluluklarım, iyi ve güzel şeylerden bahsetmek istemiyorum. Ah, hadi ama küçük mutluluklar güzeldir sloganını bir kez daha duyarsam ilk söyleyen kişinin kemiklerini sızlatacak kadar küfür edebilirim bilmiş olun.
   
O küçük şeylerden elde ettiğim mutlukların tadını yaşamadan biriktirmeye ve hepsini biranda yaşayarak büyük bir mutluluk elde etmeye çalıştım ama bilin bakalım ne oldu?
Götümde patladı! Evet, aynen öyle oldu. Meğer o kahrolası şeylerin bir son kullanma tarihi varmış. Nerden bilebilirdim ki sonuçta üzerlerinde yazmıyor, haksız mıyım?

   Diğer pek çok insanın aksine bana, ‘’Ne yapıyorsun?’’ diye sorulduğunda, ‘’İyiyim.’’ demek yerine o anda ne yapıyorsam onu söylüyorum. Ne kadar enteresanım öyle değil mi? Sonuçta iyiyim cevabını verebilmeniz için birisinin size nasılsın ya da benzeri bir soru sorması gerekiyor. İletişimsizliğimiz ve birbirimize yabancılaşmamız o kadar hızlı olmuş ki bazı şeyleri anlamaya çalışmadan bırakmışız bir kenara.
  Beni şaşırtmak için, ‘’Ne yapıyorsun?’’ dediğinizi duyar gibiyim. Görmüyor musunuz içimi döküyorum şuraya. Nasıl mıyım? Durun anlatayım.

   Saçlarına bit düşmüş bir Rapunzel gibiyim bugün. Yıkasa kurtulamayacağının, ilaç kullansa masal dünyasının kilometre taşlarını ören saçlarına para yetiştiremeyeceğinin bilinciyle, kestiği saçlarının yasını kökü bende avuntusu içinde kutlayan bir Rapunzel gibi.
İçinde bulunduğum ruhsuzluk halini başka nasıl ifade edebilirim inanın bilmiyorum. Anlıyorsunuz ama beni değil mi? Her neyse…

   Lisede bize, yazarın düşündüklerini kanıtlama amacı gütmeden kendi kendine konuşuyormuş gibi yazdığı metinlere deneme denir diye öğretmişlerdi. Evet, kendi kendime konuşuyormuş gibi görünebilirim ama itiraz ediyorum ben deneme falan yazmıyorum. Hem ben zaten sizinle konuşuyorum, bir de yazamam ki zaten ben ama yinede yazdıklarıma üzülün, ağlayın, kahrolun istiyorum; benimle aynı şeyleri düşünün istiyorum. Bakın güdülmeyen amacı da güttüm. Offf siz bana neler yaptırdınız böyle?
  
   Saçlarım yokken bile aşağıda dikilip ‘’Uzat saçlarını.’’ diye bağıran dangalaklar çıkıyor ortaya. Tabeladaki, ‘’Saçlarımı kestirdim uzun yıllar boyunca kapalıyız.’’ yazısını göremeyecek kadar kör vicdanlı insanlarla ne yapıyorum ben, dememe sebep oldu elbette bu.

   Vefa denen şey bir zamanlar sadece bir semt adıyken artık o bile değil. O semtin adını değiştirerek vefanın üstüne toprak atıp uyduruktan bir namaz kılınalı çok oldu, o yüzden artık boşuna beklemeyin. Vefayı diyorum yani, boşuna beklemeyin!
   
 Her insan yalnızdır aslında ama nedense ben hep tek pencereli dar kulemdeki kendi yalnızlığımın daha özel olduğunu düşünmüşümdür. Sonuçta günümüzdeki pek çok şey gibi yalnızlıklarda birbirine benzemeye başlamadı mı sizce de? Kafamı nereye çevirsem hep aynı yalnızlığı görüyorum ve bu yüzden kendi yalnızlığımı daha çok seviyorum. Hem bu kaynak araştırması yapmamı da sağladı ve bilin bakalım ne buldum?

   Ruhumun kimsesizliğinin kalbime yaptığı sızdırmaydı sanırım benim yalnızlık duygumun bitmez tükenmez kaynağı. Kaynağı besleyen başka şeylerde olabilir tabii ama onları ortaya çıkarabilmem için biraz daha araştırma yapmam lazım sanırım. Bir düşünsenize herkes, kalbinin kimsesizliğinin peşine düşmüş ben ise ruhumunkinin ve evet, içinizde bir yerlerde bir delik var, kara bir delik. Hani bir yeriniz acır ve neresi olduğunu bilemezsiniz ya işte o zamanlarda ruhunuz bedeninize sızdırma yapar ve siz acı çekersiniz. Fiziksel olarak hiç tatmadığınız bir acı…
   
 Bence zaten NASA bırakmalı uzayı incelemeyi, gelip içimdeki kara delikle oynamalı bir şeyleri yeni keşfeden küçük bir çocuk gibi. Bilinmeyeni değil de önce bilineni anlamaya çalışmalı, belki böylesi onun içinde daha kolay olur. Ben keşfedilmeyi bekliyorum, pek çoğunuz gibi. Beni farklı kılansa bunu istiyor olmam.
Yaşasın! Yine öndeyim…

   En dibe vurduğunuzda, yani aşağıda gidebilecek başka hiçbir yeriniz kalmadığında gidecek tek bir yer kalır geriye; yukarısı. Her düşüşün bir kalkışı ve yükselişi olmalı diye motive ederken kendimi, elimi ve ayağımı nereye koyup destek almam gerektiği sorusu bir fare gibi kemirmeye başladı en masum hayallerimi. Umudumun, biraz önce tükürdüklerini yerde sürünerek geri yalamaya başlamasıyla birlikteyse düştüğüm delikte biraz daha oturmaya başladım.
   
 Etrafınızdaki kime sorsanız herkes cennetlik ve onlardan iyisi yok. Peki, cehennemdeki ateşli partilerde ölümüne dans edenler kim? Onu geçin peki sizi bu kadar üzüp bunca kötü duyguyu yaşatanlar kim? Onları tanıyanlarınız var mı, yani cehennemdekileri diyorum?
Kusura bakmayın benimki de soru, siz daha oraya gitmediniz ki oradakileri göresiniz.
Tekrar özür dilerim, siz oraya hiçbir zaman gitmeyeceksiniz, çünkü siz de cennetliksiniz.
   Annenizin sizi rahminden fırlattığı ilk günkü kadar masum ve günahsızsınız. O yüzden hala o gününüzü kutlamak ve unutmamak için o kaydıraklarda kaymayı çok seviyorsunuz mesela.
  
   Cennetlik olmayan benim itiraf ediyorum. Yaptığım bütün iyi ve güzel şeylerin tek bir hatamla silinebildiğini gördüğümden beri kötü birisiyim ben. Kötülüğümü kutlamak için kötülük ormanları ektim içime ve meyve veren her ağacımı yine kendim taşladım. Şaraplarımın ve kahkahalarımın eşlik ettiği danslarımla büyüttüğüm her meyveyi göz yaşlarımla teslim ettiğim toprağa. Böylece bir kısır döngüye yakalandım ve her zaman daha kötüsünü elde ettim kendi yasak meyvelerimin. Bir kez tadına bakanların siyah kanlar aktı ağızlarından köpük köpük, kalpleri parçalanırken ruhları lime lime oldu karanlığımda ve zehir kattım biraz, o yüzden öldürücü oldu geride kalan masumiyetim.
     
Kaydıraklarla aram, hep popomun üstüne düştüğüm için hiç iyi olmamıştı zaten ama salıncakları da hiçbir zaman sevemedim ben, çünkü hayallerim ve karanlığım arasındaki savaşı kaldırıp beni uçurabilecek güçte olanını bulamadım asla.
Ne kadar karışık anlatıyorum değil mi? Olsun…

   Asla mucize beklemeyin. Dipteyken diyorum yani, asla mucize beklemeyin. Çünkü ne yer yükselir göğe doğru ne de gök alçalır yere doğru sizin için.
   Bir suçlu da aramaya kalkmayın sakın, zira bulamazsınız. Bir suçlu olabilmesi için ortada bir de suç olması lazım, ama olanlar gösterdi ki aslında suç da kimin kimden peydahladığı belli olmayan bir piçten başka bir şey değil. O yüzden kendinizi zorlamayın ve cennet hayalleri kurun.

   Rapunzel olmak hiçte öyle sanıldığı kadar kolay değil. Ne yani siz benim durmadan saçlarımı aşağı sarkıtıp kuleye adam attığımı falan mı sanıyorsunuz? Öyle olsa mahallede adım çıkardı. Çok ayıp! Ben aslında psikologum. Tabii ya ben aslında, işte biraz önce o dediğimdenim.      
Gelenler, dertlerine derman bulup öyle dönerlerdi her zaman ve saçlarını süpürge ettikleri iddiasıyla, feryat figan bağıran masalların kenar mahalle kahramanları, beni görünce konuşmayı unutup agu bugudan tekrar başlamak isterlerdi.
   Yardımsever olmanın, insana değer vermenin, yaptıklarını karşılık beklemeden yapmanın beş para etmediğini aslında çok geç öğrendim. Vallaha para mara almadım kimseden, hem ormanda para kullanılmıyor, malum benim kule biraz sapa bir yerde de. Ne diyordum, hah!
   İşte zaten o yüzden bu delikteyim, vicdanımı yiyemediğimden yani. Sanılanın aksine vicdan denilen şey kişinin en güçlü silahı değildir, en zayıf tarafıdır. Eğer zamanında vicdanımı yiyebilseydim bu noktaya gelmezdim. O zaman insanlığımız nerede kalacak demeyin sakın bana, insanlığı ancak insanlar oluşturabilir ve fakat etrafınıza bir bakın, insan görebiliyor musunuz?
  
 Beni, aynaya baktığımda kendimi gördüğüm gibi görmesini isterdim etrafımdaki herkesin. Gerçek beni… Belki böylesi daha güzel olurdu, çünkü insanlar bakarlar ama görmek istemezler çoğu zaman.
  
 Üzerimde, boyundan bağlamalı, yazılı bir pankart taşısam şöyle yazardı sanırım, ‘’Bedava günah keçisi!’’  Yapmadığınızı sandığınız pek çok şeyi aslında yaptığınızı öğrendiğinizde vicdan denilen o şey kalbinizin üstüne oturur ve oradaki yırtığı daha da büyüterek ruhunuzun daha çok sızdırmasına yardımcı olur. İşte öyle anlarda, onu yiyerek mideme oturmasına izin vermediğim her dakikaya lanetler yağdırırım.

   Edip Amcamın dediği gibi, ‘’Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin.’’ Bu yüzden ben hiç gitmedim. Canıma çok düşkünümdür ve bir yerim daha fazla acısın ya da ağrısın istemedim. Sonra fark ettim ki o ağrı sadece giden için değil kalan için de varmış. O kadar fazla ağrıdım ki…
Ben ağrıdıkça gidenlerin sayısı arttı ve sayı arttıkça daha çok ağrıdım. Bir insan aynı şekilde kaç kere kırılabilir ki diye düşünmeyin sakın. Ben kırıldım, hem de aynı yerimden defalarca. Şimdi kaçıncı kez kaynaşmasını bekliyorum kırılan yerlerimin bilmiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, sanırım sayılar sonsuzdu…
    
Aile denilen şey dört harfli bir kelimedir, tıpkı anne ve baba gibi. Yoksa siz onların daha fazlası olduğunu mu düşünmüştünüz. Hadi ama yıllarca kandırıldınız ve bu gerçeği keşfedip suratınıza çarpan ben olduğum için gerçekten mutluyum. Bir dakika egomun kulağını çekip geleceğim, yine şahlandı da. Gerçi çokta kızmak istemiyorum ona, o olmasa ne yapardım hiç bilmiyorum çünkü. Yoksa siz egoyu sadece üç harfli bir kelime mi sanıyorsunuz? Unutmayın anne ve babanız bir gün sizi terk edebilir ama o asla!
  
   Beni bırakmayacağını bildiğim tek şeye tutundum. Ona yani, kendi şeytanıma, kendi üç harflime, kendi egoma. Önce vicdanımı nefessiz bırakıp onu bayılttı, sonra kalbimdeki deliği dikti ve son olarak da ruhumu sakinleştirdi. Boğazımda düğümlenen şeyi çekip aldı ve zehirlediğim masumiyetim döküldü gözlerimden. Gırtlağım parçalanırcasına ağladım ve ağladıkça hafiflediğimi hissettim. Bir insan göz yaşlarından nasıl doğarsa ben de öyle doğdum ve yeni doğmuş birisinin aksine ben kahkahalarımla tamamladım yeni varlığımı. Artık o lanet delikten çıkabilirdim ve öyle de yaptım. Tırmandım ve her şeyi geride bırakmayı seçtim. Biliyordum çünkü verilen sözlerin hiç ama hiçbir anlamı yoktu. İnsanlar konuştuklarının havaya karışıp gittiğini sanıyorlardı. Oysa pek çoğu nefesim olup içime işlemişti ve ben pes etmeden beklemeye başlamıştım bir umutla. 

Uyanma vakti uykucu…
   
 Hayat dediğiniz şey bir köpeğin kendi kuyruğunu kovalamasıydı. Ha yakaladım ha yakalayacağım derken bir de bakıyorsunuz ki aslında hep aynı yerde dönüp durmuşsunuz ve elinize geçen ise koca bir sıfır olmuş.
Özen Amca’nın dediği gibi, ‘’Siz değil miydiniz rakamların kâşifleri ya da rakamları icat edenler? Sıfır diye bir rakamı sıçan kim?’’
Alın işte, görüldüğü gibi varlığından en mükemmel septikler gibi şüphe ettiğim insanlık, bir kere daha sıçmayı başarmıştı eline.
O yüzden az düşünüp çok yaşayın ve kesin adımlar atıp, keyfinizce oynayın.
Bırakın hayat sizi yakalasın.

   Offff ben de o kadar yıl bekleyemem, birikmiş parama kıyıp kaynak yaptıracağım sanırım saçlarıma, bir ton derdi kederi olan aç insan bekler şimdi beni. Doğurmayı başardığım yeni kendimi test etmem lazım hem, bakarsınız insanlıkta çığır açarım.

Not: Ne yazdığımı ya da yazamadığımı bilmiyorum, saçlarımın yediği fazla oksijen boşta kalıp beynime hücum edince kendimi şaşırdım.
    to be continued…
                                                                                                                                                                         EKRU
 andrej pejic

1 Şubat 2013 Cuma

TAŞKIRANGİLLERDEN BİR AĞAÇÇIK



Bahçe duvarının ardından kaldırıma sarkmış turuncu begonvillerin altından geçerken fark ettim onu. Aynı kaldırımdaydık. Bana doğru ilerleyip bir gölge gibi geçip gitti yanımdan.

Eve varınca bir çay demleyeyim,’ diye düşündüm.

Dalları hâlâ çiçeksizdi…

Acı mı acı Ağaççık’ın ışığa değil de, karanlığa uzanan dallarında çiçekler nasıl açsın ki? Kristal bir kibirle dondurduğu yüreğini buzdan bir zırha hapsetmişken hiç şansı yoktu.

Istırap karşısında güçlü görünmenin, sağlam kişiliğin en önemli kanıtı olduğuna inanırdı Ağaççık. O kaskatı duruşunun, insanlara sadaka falakası atmak için yaptığı iyiliklerin (!) egonun en pis kokusundan başka bir şey olmayan o kibirden kaynaklandığını fark edememesi de bir başka talihsizlikti.

“Para, insanın yürüyüşünü bile değiştirir!”

Övünürdü sahip olduğu o pis kâğıt parçalarıyla. Oysa onca malına rağmen hâlâ kambur yürüyordu. Hakedilmemiş kazançların ağırlığı mıydı, taşıyamadığı? Kendisine miras kalan o zenginliğin alın teriyle kazanılmadığını o da biliyordu. Yine de pasaklı parayla böbürlenmekten geri kalmazdı. Onun için yalnızca bir intikam aracı mıydı para? Sanmıyorum, basbayağı seviyordu parayı.

“Aç köpeklere yiyecek atar gibi, kapı aralığından fırlattım paketi önlerine. Yüzlerine bile bakmadan hem de. Biliyor musun, en ucuzundan alıyorum peyniri, zeytini. Zıkkımın pekini yesinler!

Nefretimi doyasıya yaşamak için tepiyorum onca yolu. Yiyecek paketlerine yüklediğim kinimi, kapı aralığından öfkeyle kusmak için!

Koştura koştura, büyük bir zevkle gidiyorum sadaka falakasına.

İhtiyarların ayak uçlarına düşen paketleri yerden toplayışlarını izleyip ‘köpekler!’ diyorum içimden, ‘zehir zıkkım olsun!’

Ölüm neden beni seçti?”

Ağaççık, esrik bir edayla bunları anlattığında ürpermiştim. Artık emindim, en ürktüğüm canlı türlerinden birine dönüşüyordu hızla.

“Kin ve nefretle yaşayabiliyorum ancak!”

Oysa burnunun dibindekiler de acı çekiyordu.

“Benimki daha gerçek!” diyerek ıstırabları da yarıştırırdı Ağaççık. Doğuştan rekabetçiydi.

Bu yokedilesi, yerle bir edilesi düzenin perperişan ettiği insanları görmezden gelerek, “Neden ben?” sorusuna yanıt arayıp duruyor, gitgide büyüyen nefreti ve o taş çatlatan donukluğuyla kendisine destek olmaya çalışanların burnundan getiriyordu.

Yaşayan her şeye kin duyan Ağaççık, yaşamı güzelleştirmek için uğraşanları da sevmiyordu. Yaşamak bir suçtu onun gözünde. Zulmüne usturup katmaktan başka bir işe yaramayan zaman bile çaresizdi onun karşısında.

Ağaççık’ın yaptığı zulmü ona anlatmaya çalışıyordum. Ama ne yazık ki havaya sıçradığı an sönen kıvılcımlardan farkı yoktu sözlerimin. İşkence devam ediyordu. Sonunda karar verdim. O zehirli kibrinin onu dikenli bir çarmıha nasıl gerdiğini açık açık anlatacaktım. Anlattım da.

Hiç tepki vermeden dinledi beni. Tek bir sözcük bile çıkmadı ağzından.

Sen misin, kraliçe çıplak, diyen?

Canımın yakılacağı günün - daha önce de denemişti, ama susmuş, yanıt vermemiştim - çok yakın olduğunu o buz sarkıtı bakışlarından anladım.

Ağaççık’ın nefretini öfkeyle demlediği bir akşam, sıra bana da geldi. Telefon çaldığında masa başında çalışıyordum. Gidip açtım. Sert ve buyurgan bir ses titredi ahizenin ucunda.

“Palyaçoluk yapmaya gelecek misin bize? Hadi, bekliyoruz!”

Şaşırmadım. Soytarı kim, soytarılık ne, sormadım bile. Usulca kapattım telefonu.

Ve kibir, o talihsiz Ağaççık’ı yerden yere vururken, acısını bile insanca yaşamasına izin vermiyordu.

Gamzeli bir ışık gibi göğe ağan o güzel çocuğun gülüşünü düşündüm. Ve onun anısına son kez konuştum Ağaççık’la.

Çok söylemedim, birkaç cümle…

Sonra neler mi oldu? Görmezden, duymazdan geldiğim; öykümüzde yeri olmayan nobranlıklar…

Yürüyüşe çıktığım bazı günler - bugün olduğu gibi - Taşkırangillerden bir Ağaççık’la yolumuz kesişiyor. O, başını öteye çevirip geçiyor yanımdan, bense ‘eve varınca bir çay demleyeyim,’ diye düşünüyorum hep.

Sağır Renk

                                                                  Migle Kosinskaite