28 Şubat 2014 Cuma

GÜNÖTE


Boynuna susadım
yüzü gülmüyor diye konuşurlarsa
konuşurlar
hep konuşurlar

ben konuşmam
kış meyvesi değil kirazım
bana söylemediklerini hatırlar
kolay kanarım

kolay kanarım sana
kederinin değerini bilir
sularınıdenizeulaştıramayankapalıhavza.

Bozkır




22 Şubat 2014 Cumartesi

Uyu...

Biri gel dedi bana hep.
Ben de gittim.
Yumuşak başlılığıma verdim dönerken acılarımı.
O da aldı uyuttu hepsini.
Uyuyan acı acıtmazmış…
O kadar çağrıldım ki,
Uyuyanım çok.

Ölümden daha beter bir ölüm daha var derdi bana içimden birileri.
Ölümden daha beter bir ölüm…


Meşki


14 Şubat 2014 Cuma

BİR MASAL KAHRAMANININ NOTLARINDAN: UYKUYA YERGİ, GÜZEL’E SEVGİ

Ona baktığımda gördüğüm tek şey, sahipsiz bir bedendi. Ruhu, varlığını inkâr etmiş boş bir kabuktu sadece. Bende vitamini kabuğundadır diye onu yedim. Ağzımda dağılıp derinliklerime battı. Battıkça kanadım, kanadıkça ruhum kırmızıya boyandı ve en sonunda kendi cehennemime dönüştüm.
Kendinde yanan herkese…
Bana, ‘’Bir gün istediğin kadar uyuyabileceksin.’’ dediklerinde çok sevinmiştim, çünkü ben hiçbir zaman istediğim kadar uyuyamamıştım. Öyle bakmayın bana, sanki siz hiç istediğiniz kadar uyuyabildiniz mi? Tabii ki hayır, çünkü unutmamanız gereken bir şey var; uykuya asla doyulmaz, dokunulmaz ve fakat aslında uyku ölümdür ve hepiniz, içinizde bir yerlerde ölümü benim kaosu arzuladığım kadar büyük bir hazla arzuluyorsunuz.
Ben hep erken yatar, erken kalkardım; rüyalarımda yaşayamadığım kendimi bulurdum…
Her neyse, durun size kendimi bugün nasıl hissettiğimin karmaşık hikâyesini anlatayım.
                               *             *             *             *             *            
Bütün sivri şeylerin yasaklandığı bir ülkede kralın kızı olmam, favori dikiş iğnemi saklamamı mümkün kılmak için bazı çıkış yolları sunmuştu elbette bana, ama ne olduysa her şey gizlice dikiş yaptığım bir günde oldu. En sevdiğim iğnem bana ihanet etti ve parmağıma battı. Üzerinde desenler yarattığım beyaz kumaş, tek bir damla kanla boyandı ve benim hiç olmadığı kadar uykum geldi…
Karanlıktan başka hiçbir şey göremeyeceğini bile bile sürekli karşıya bakarak görmeye çalışmak, aslında öleceğini bile bile yaşamaya devam etmek kadar saçma bir umut kokusunu  solumaya çalışmaktı. Bu yüzden defalarca nefes aldım, en derininden en küçüğüne kadar!
Sonra bir gün, küçücük bir ışık huzmesi tecavüz etti bütün karanlığıma…
Ne kadardır uyuyorum bilmiyorum. Yüz yıl mı? Ben belki de bin yıldır burada bekliyorum seni…
Görmediğim halde duyuyorum bütün o tenleri.
Uyandığımda üzerimde bir adam duruyordu. Gözleri gözlerimle ilk defa kesişiyordu belki ama bedenim ona tanıdık bir tattı, hissedebiliyordum. Yıllardır oynatmadığım tüm vücudum aklıma küsmüştü ve bu küslük biran önce bitmezse, ruhum göz yaşlarımda boğulabilirdi. Karşımdaki adam gözlerimi açmamı şehvetle karşılamış ve içime daha istekli girmişti; suratındaki çarpık gülümseme hazzını ele veren bir çığırtkan gibiydi. Bacaklarımın arasından tüm vücuduma yayılan o tatlı sızı beni hazırlıksız yakalamış olacak ki örümcek ağı bağlamış ses tellerim acıyla titredi. İçimde kaç örümcek öldü, zihnim kaç ağı parçalayarak kendini özgür bıraktı bilmiyorum. Kıpırdayamamanın verdiği çaresizlik yaş olup akarken yanaklarımdan, sağ kolumdaki her bir kas seninleyim demeye başlamıştı bana. Onlara olan minnettarlığımı, üzerimdeki adama bütün hıncımla bir tane geçirerek gösterdim. Beklemediği bir darbeyi, tüm olasılıksızlar içinde yiyen adam, kendisine sarılan şaşkınlığıyla birlikte esaretim olan yataktan düştü ve düşerken kafasını altın kakmalı komodinime vurmayı da ihmal etmedi.
İşte ben, ilk cinayetimi böyle işledim.
               



Uyuyan güzel olduğum söylentisi bütün insanlığın, yine insanlığa çaldığı karadan bozma bir lekeyi aklamak için kullandığı bir yalandan başka bir şey değildi aslında. Küçük çocukları hep böyle kandırdılar. Onlar küçükken duyduklarını durmadan anlattılar, anlattıkça büyüdüler, büyüdükçe değiştirdiler. O lanet iğne parmağıma batıp da beni sonsuz bir karanlığa yolladığında on altı yaşında, güzelliğinin söylentileri ülke sınırlarını aşmış, masum bir genç kızdım; uyandığımda ise yirmi sekiz yaşında, kanı masumiyetini bozmuş, beş çocuk annesi bir fahişe…
Ben uyuyan güzel olmadım hiçbir zaman, ben uyuyan bir fahişeydim.
Ben ölüm uykusuna yattıktan sonra, işler ailem için umdukları gibi gitmemeye başlamış. Para üstüne para çıkmış hazineden, servet üstüne servet...
Babam olacak o dingil gitmiş başka topraklarda kurulmuş krallıkların kraliçeleriyle kırıştırıp onlara yedirmiş altınları ne olacak. Siz ne bekliyordunuz, savaşa girdiğimizi ve bizi yağmaladıklarını falan mı? Yapmayın lütfen.
Annem çok güzel bir kadındı ve bende güzelliğimi ona borçluydum tabii ki. Hırslı ve rakip kabul etmeyen birisiydi aynı zamanda annem, yoksa nasıl kapak atmış olabilirdi ki babama. Elbette babam çok yakışıklı bir adamdı ve tabii ki onda da doğuştan gelen güzelliğin her erkeğe armağan ettiği bir özellik vardı; piçlik. Annem bütün hırsını ve kibrini güzelliğinin altına saklamayı başarıp masum bir tavır takınmayı çok iyi bilirdi, zaten babamın asıl oltaya düştüğü noktada buydu.
Şimdi kendime bir baktım da kraliyet ailesine mensup birisi olarak ne kadar kaba konuşuyorum öyle değil mi?
Neyse, siktir edin bence. Hem ben zaten ne kibar insanlar gördüm zaten yoktular.*
Ölümün kokusu bulaşıcıdır, bu yüzden sonsuz bir uykuya yattığımı duyan bütün prensler benimle rüyalarında buluşabilmek için kapattılar göz kapaklarını o kör kuyulara.
Hangi yaşta hayatınıza bakıp pişman olursunuz, hiç düşündünüz mü? Sanırım ben pişman olacak yaşı çoktan geçtim, bu yüzden uyku sersemliğinin eşliğinde bilinçsizce beraber olduğum adamların benim pişmanlığım olmaya hakları yoktu. Rüyalarında beni bulamayan beş para etmez adamların gelip beni becermeleri, tabii ki ailemin hazineyi doldurmak için beni pazarlamalarının bir sonucuydu. Nasılsa uyuyordum, hiçbir şey duymadan giderdim.
Bütün bunları nerden ve nasıl mı biliyorum? Tabii ki sarayın kahini anlattı bana hepsini. Aramızda kalsın ama kadının cinleri var galiba, ne dese çıkıyor. Mesela ileride ABD diye bir ülke olacak bilmem kaçıncı başkanı da siyah bir adam olacak dedi. Ay o an üzerinde oturmasam götümle gülerdim. Hiç siyah adam olur mu canım, dedim. Al işte, herkes sütten çıkmış ak bir kaşık kadar beyaz. O da bana, onu bunu bırak da ruhlarındaki lekeleri göremedikten sonra herkes beyaz olmuş kaç yazar dedi, bozuldum kaldım. Kahin beni çok severdi, doğacağımın müjdesini ailem olacak o şeytan yuvalarına da bu kadın vermiş zamanında. Beni uyandırmak için ne büyüler, ne üflemeler, ne ritüeller düzenlemiş ama yok, laneti bozamamış. İllaha gerçek aşk gelmeliymiş. Aşkı kim kaybetmişte biz bulalım, hem de beyaz at üzerinde, hem de yakışıklı, hem de kibar, hem de zengin!
Bak yine gülesim geldi…

Kaç beden sonra kaybolur masumiyet ya da kaç beden sonra canına kıyar vicdan inanın bilmiyorum. Mesela Rapunzel, herkesi psikoloğum diye kandırıyor ama üzerinden geçmeyen kalmadı; demek ki daha bir şeylerin canına kıyması için epey var, zira bakınız Rapunzel olacak o sürtük hala etrafta arsız arsız dolaşıyor. Eğer ki o psikoloksa ben de Sezen Aksuyum!
O kim mi? Ben de bilmiyorum; kahin dedi, ileride dedi, minik serçe olacak o dedi, şarkıcı olacak dedi, aman her neyse.
İnsanlar tamamlanmamış yaratıklardır ve kendi varlıklarını anlamlı kılabilmek için sürekli bir arayış içindedirler. Bu arayış onları ne yazık ki daima ilk olarak sekse götürmüştür. Kanıtı mı? İşte burada, ben. O prens bozuntularının ben kendimde değilken içime girip çıkmalarının, üstüne bir de benden çocuk yapmalarının başka bir açıklaması olamaz.
Uyandığımı gören herkes küçük dilini yutmuştu, öyle ya, daha hazine istedikleri kadar dolmamıştı ve sırada bekleyen müşterilerin listesi de epey kabarıktı. Kim yapacaktı şimdi onların gönüllerini. Herkes son adamın benim hayatımın aşkı olduğunu bu yüzden de onun öpücüğüyle uyandığımı sanıyordu. Madem beni son öpen, daha doğrusu şey eden, adam oydu; onunla evlenmem lazım gelirdi. Gelin görün ki ortada evlenecek bir adam yoktu, çünkü onu elimin tersiyle öldürmüştüm.
Kahinin dediğine göre adam benim hayatımın aşkı değilmiş. Ben uyanabilmek için üzerimden geçen her adamın bana duydukları sevgi kırıntılarını depolamışım, en sonunda da gerçek aşkın sahip olduğu sevgi potansiyeline ulaşınca da uyanmışım.
Bizim sarayda bir kız vardı adı Mona mı ne. Hep sırıtırdı ve kıza gıcık olurdum. Ay allahım bir de çirkin ki sormayın. Ben uyudum kız gülüyordu uyandım hala gülüyor. Hayır hiç mi yorulmaz bir insanın ağzı anlamadım ki. Sarayın ressamı da tutturdu, onun tablosunu yapacağım yüz hatları gülümsemenin anahtarı gibi, diye. Tabloyu yaparken perişan oldu, çünkü o tebessüm dolu bir resim yapmak isterken bizim kız hunharca dişlerini gözümüze soka soka gülüyordu. O iki dudağını bir araya getirip o resmi bitirene kadar neler çekti sormayın; sonrada aldık onu astık bir duvara. Belki o kahpe biraz ağlasa biz mutlu olurduk, ya bizim hakkımızı da yiyorsa gülme konusunda... Hayır, bir de üstümde psikolojik baskı oluştu o tablonun asılmasından sonra, ben nereye gitsem gözleri beni izliyor resmen. Hep arkamdan güldü orospu.
Nasıl yaptığımı sormayın ama uyandıktan sonra annemi, babamı ve hep gülen o kızı zindana attırıp krallığın hakimiyetini ele geçirdim ve uyandığımı da kimseye duyurmadım.
Çocuklarımın babalarının kimler olduğunu kahinden öğrendim. Hiçbirisini çocuğum olarak benimseyemedim ama bir kenara da atmadım. Bütün babaları nafakaya bağlayıp iç çamaşırlarına kadar aldım, böylece para sorunumuz ortadan kalktı.
Sonra ne mi yaptım?
Beklemeye başladım.
Evet, beklemeye…
Hayatımın aşkını bu sefer kendim beklemeye başladım. Yatağıma yattım ve her gün sadece bir adamı aldım odaya. Kurallar değişmişti, herkesin sadece bir öpücük hakkı vardı.
O zamana kadar kaç adamın beni öptüğünü bilmiyorum, ama geleceğine dair olan umudumu kaybetmek üzereyken bir adam geldi.
Kapılar açıldığında hafif bir esinti oldu ve eteğimin altından sızıp bütün vücudumu yalayıp geçen rüzgar, içimde bir şeylerin hareketlenmesine neden oldu. İçim tarif edemediğim bir heyecanla doldu ve titremeye başladım. Midem düğüm düğüm oldu ve anlamsız bir mutluluk işgal etti bütün ruhumu. Gözlerim dolmuştu ve hüngür hüngür, salya sümük, bağıra çağıra, öküzler gibi ağlamak istiyordum. İçimde bir şeyler yırtılmıştı sanki ve o yırtığın arkasındakiler kalbime, zihnime ağır gelmişti. Duygularım çığlık çığlığaydı. Gelenin o olduğunu biliyordum, hayatımın aşkı…
Dudakları dudaklarıma değdiği an, hiç yaşamadığımı düşündüm. Sanki birisi beni ilk defa öpüp açıyordu o kilitli kapıları. Gözlerimi açmaya korksam da onun yüzüme baktığını bile bile yavaşça araladım ruhumu ele vermesinden korktuğum deriden perdeleri. Bana hayatında gördüğü en mükemmel şeymişim gibi bakıyordu. Ona uzanma dürtüme engel olamadım ve sağ elimi boynuna götürürken ilk defa içten bir şekilde gülümsedim. Bana doğru eğilip ona dokunmama izin verirken tebessümü gülüşüme şefkatlice refakat ediyordu. Teni o kadar sıcaktı ki her an alev alabilirdim. Boynundan tutup kendime çektim ve tekrar öptüm onu. Dudakları nemli, öpüşü nazik ve dudaklarının arasından derinlerine giden yol tatlıydı. Üzerime çıkması saniyeler içinde oldu, ama altta kalmayı istemedim. Onu öperken üzerimden kibarca indirdim ve sırt üstü yatmasını sağlayarak üstüne çıktım. Erkekliğinin yaptığı baskıyı elbisem hala üzerimde olmasına rağmen hissedebiliyordum. Gözlerine bakmaya daha fazla cesaret edemedim, çünkü hayatımda gördüğüm en masum şeylerdi sanırım ve yaşadığım onca boktan şeyden sonra, o kadar masumluğu kaldıracak güçte değildim. Bu yüzden gözlerini kapatmasını söyledim ve o da kapattı. Yüzümü yüzüne yaklaştırırken bu kadar sıcaklığın içinde soğuk bir yer aradı ellerim ve aradığımı yastığın altındaki soğuklukta buldum.
Neden bu kadar geç geldin diye bağırdığımda; altımda yatan adam, kalbine sapladığım hançerin ona bahşettiği ölümün metalik soğukluğunu çoktan kabul etmişti. Bütün günahların bedeli oydu. Önce o gelmeliydi, ama gelmedi ve beni sonsuz bir döngüye mahkum etti. Bütün o karanlığa, bütün o ellere, bütün o nefeslere, bütün o iniltilere…
Geç gelen adam…
İşte ben, ikinci cinayetimi böyle işledim.
Beni öpen adamları evlerine elleri boş uğurladığımı sanmayın. O kadar kaba ve görgüsüz bir insan değilim. Hepsinin eline, kendi erkekliklerini verdim; bir daha uyuyan kimseyi öpmesinler diye.
Günahların bedeli ödetilince biraz daha rahatladım ve beni rahatsız eden içimdeki o tarifsiz boşluğu da kat kat sandıklara kilitleyip derinlerde bir yerlere gizledim.
Her şeyi hallettikten sonra kahini çağırdım yanıma. ‘’Her haltı, abuk subuk bir ton şeyi biliyorsun, önceden görüyorsun da başıma bunların geleceğini neden bana söylemedin, neden beni korumadın?’’dedim. Kahin sıkıntılı bir şekilde sırıttı, ‘’Bazı şeylerin yaşanmasının önüne geçemezsin ve kaderini bazen kendin yazar, kendin silersin.’’dedi. Bunları deyince düşünme ihtiyacı hissettim. Sonuç olarak kimse o iğneyi zorla vermemişti bana, ben kendim saklamıştım bütün riskleri bilerek. Düşünmemeye karar verdim ve sonrada Rapunzel’i ziyarete gittim, hiç sevmem mikrobu ama duydum ki saçlarını kesmiş; belki bit olmayan bir yerinden peruk falan yaparım kendime diye.


Çok mu karışık anlattım her şeyi? Neyse, siz doğruları öğrenin de karışığı düzgünü kusur kalsın bence. Zira vücudum hala yeni uyanışım yüzünden uyuşuk, zihnimse bulanık.
Ohoooo daha neler neler oldu da özet geçmeye çalıştım size ben bu kafayla.
Annemle babama neler yaptım neler. Hele o iki dudağı bir araya gelmeyip tablosu sürekli arkamdan gülen kıza yaptıklarımı duysanız beni cani zannedersiniz. İnanın ki ben öyle zannettiğiniz gibi birisi değilim.

Son bir şey;
Uyuyun, ama asla güzel uyumayın.
To be continued…
*Kahin dedi, ileride dedi, Attila İlhan diye bir adam dünayaya gelecek dedi, o dedi, bunun daha güzelini söyleyecek dedi. Aman söylesin, dedim bende.

                                                                                                                                                          EKRU





8 Şubat 2014 Cumartesi

SES / SÖZCÜK DÖKEN SALINIŞ...

Duy!
Bir kuş sesi gibi.
Anlamayı bırak!
Kelimeleri yutmuş;
kırılır dal, ağızlanır yuva.
Duy;
sözcük döker salınış.


Damla;
-yuvarlayan seni-
uçurumun gerdiği.
Nereye düşsen
yırtılır ağın.


Su;
ilikler 
-bağları derin çözülüşler veren-
kökleri,
düğümler.


Düğümler sıkı sıkı sağılır,
şırıldar ellere.
Ellenen;
su toplar yarıklar.


Anlamayı bırak.
Duy.
İliklenir su.
Yarıklanır el.
Bir dala taşır ses.


2011                               

Gri




1 Şubat 2014 Cumartesi

ESKİ UMUDUN DENİZİ


Sonra saçları deniz kokan çocuklar vardı, elleri midye kesiği hiç kapanmayan. Güldükçe hayatı bembeyaz dişlerine yansıtan, denize bulaşmış bir kere eli eteği. Şair diyor ya, okumak yok yazmak yok bilmeyiz eski yeni… Bir bildikleri denizin dibi ve mavi. Sahi kaç metredir Gülcemal vapuru, martılar hareketlendi mi hava lodosa döner mi, yağmurdan önce çıldırır mı her balık? Ya da balık sepete girdiğinde nasıl da delirir canına yandığımın ıstakozları…

Bir tanesini hiç unutmuyorum, Mustafa’ydı adı. Nedense Mustafa bende hep toprak kokusunun buğulandığı bir isim olmuştur ya o başkasıydı. Sık sarı saçlarının dibine su değdiği görülmemiştir, tabi tuz da… Karabataklar gibi suya dalar çıkar, damlalar sarı saçlarının üstünden tavuk tüyünden kayar gibi akardı. Ondan iyi ağ ören, toplayan varsa kayaya, ha bir de eski tanker batığına, takılan ağı ondan iyi açan yoktu Sarıca’da. Tek nefesle batığa dalar, arkadaşları yarıdayken o, dibi bulup dönerdi bile. Babası bir gün muhtarın kahvesinde, biz okusun dedik Allah yanlış anladı çocuğu suya soktu, diye dertlenmiş ama Mustafa isminin yüzündeki gurur çizgilerini harekete geçiren kıvrımlarını da göstermeden edememişti.

Saçları deniz, saçları tuz kokardı Mustafa’nı bir de sarı… Av yasağının kalkmasına yakın çardağın altındaki ağları kıyıdaki betonun önüne serer, günler boyunca yeni sezonun deniz hayalleriyle örerdi ağlarını. Arifoğlu’nun otuzluk teknesi kız gibi salınırdı Mustafa’nın karşısında, o  ‘ Deniz’ini hep Arifoğlu’nun ilerisine bağlardı; kızdırırdı onu bu birbirine benzemezlik.

Hem otuzluk tekne ne demek, suları  yara yara bir yanaşması var ki iskeleye bir bilenler hayran hayran bakıyor o ihtişama bir de bilmeyenler. Dizel motorunun çıkardığı o ritmik sesler bazı bazı mustafa2nın da en tatlı rüyasında kulaklarında. Hem adamların ağ çekmek için vinçleri bile var, öyle kol gücü kas gücü de gerekmiyor. Bağla aküye vincin kablosunu, bir küçük kolun ucunda kasalarca balık. Bizim gibi ha babam kürek çek, ağa asıl, varsın bir seferde kasası elliden 100, bilemedin 200 çeksin tekneye, ne etti taş çatlasa 10 bin. Bunun yarısı ırgata, yarısının yarısı mazota, bir yarısını da güvenliğe. Kaldı mı elinde 1000 lira para! Ulan Arifoğlu sen de adam mısın, 30’luk teknen var seferinde eline geçen para 1000 lira. Rüzgarı iyi alayım, hele bir de balığın gözünü bulayım 500’e, 1000’e para mı der, bizim şu taka… Yakıtı yok, masrafı yok hele hele… İş bir rüzgarı arkadan almakta, sen daha iskelede manevra yaptırırken kaptanına Arifoğlu, bak ben nerelere kaldırıyorum kasayı, vuruyorum tezgahına balık halinin. Varsın yanına bağlamayayım, varsın farkı fark etmeyeyim ne çıkar? Mazotu, ırgatı yok ya bi Arfioğlu’nu geçmekle olmuyor ki be! Şöyle afilisinden takımları çekip gazinoda birinci sınıf ön masaya oturamadıktan sonra, sahneye iki tepsi gül yollayamadıktan sonra. Olur be o da olur…

Ayak parmağına taktığı ağı bir o yana bir bu yana çekiştiren kedi de yoruldu Mustafa’nın  düşüncelerinden. Gitmiş çardağın altında yalanmakta. Kahveye mi bi uğrasam, üç beş de kasa lazım yarına. Hava da bir iyi serinleşti ki sorma. Yaman esecek rüzgar besbelli. Şimdi yelkeni dolduracaksın bu rüzgarla doğru Mestanlı’ya . daha soğuğu ister ya acelecisinden iki palamut, devir iki taşı, çak tavaya ateşi, yanına da bi yetmişlik kırmızı… İki kıyım da şu kedinin hakkı değil mi ya…

Mustafa çay vereyim, daha sabah demledim, ağzında mısır tanesi dişleriyle pişkin pişkin sırıtan kahveci muhtar. Kalsın, yarın sabah yenisini içerim. Halatı çözdü, tek kürekle iki asılmada ortaya aldı sandalı, mendirekten usul usul kayarak çıktı açığa. Bu mevsimde böyle serinlikte rüzgar da çıkmazdı ya hadi hayırlısı! Ortada tek direğe sarılı tek parça yelken plop diye patladı. Kan kokusu almış atlar gibi sandal bir atıldı öne. Yavaş yavaş hızını buldu sonra. Mustafa arkadaki dümenin yanına yan serildi. Bir eli dümen sopasında öbür eli dik duran dizinde. Parmaklarını ısıtan sıcaklığı cigarasının. İki  çekişte biter bu havada cigaranın kötüsü. İyiyse bu rüzgarda mundar edilmez. Rüzgar dalga da yapmıştı, sandal; karbüratörüne pislik kaçmış motorlar gibi bir atılıyor bir sendeliyor kararsızlığın yerini kah kah sıçramalar kah süzülmeler alıyordu. Mustafa şimdi misinayı ucundaki sardalyeyle bırakır yirmi otuz metre derine. Kancalar büyük. Ufak balık yanaşmaz şimdi buna. İlk ipi atar atmaz bir gerginlik hisseder başparmağıyla işaret parmağı arasında. Bekler, asılmaz hemen. Nasıl olsa sonu tava sonu ızgara. İyice gerginleşir, ıslanmış misina inceden bir Balkan türküsü tutturur rüzgârda. Hay babana rahmet, çeker Mustafa, dümeni kilitleyip asılır yekten. Balıktır bu, irisinden palamut, hırçındır ya anlar o da çıkacağı sandalı, salar kendini son metrelerde. Ha şöyle kuzum, ha yavaştan yavaştan. Alır sandala balık irisini Mustafa. Çıkaramaz daha, öbür misina asılır ayak parmağına, teker teker gelin ulan! Bu seferki arkası sağlam cinsinden. Direnir, iner dibe çıkar ya oltanın bir ucu palamut öbür ucu Mustafa, kim kimi çeker karışır sonra. İkisi de boğmakta direnir bir ötekini.

Bir rüya görmüştüm eskiden, çok eskiden; balık tuttuğum günlerdi. Denizden, ucu boş kancalar çıkmış mahallelere, sokaklara, ev önlerine saçılmıştı. Merak eden olur ya tutarsa bir ucundan kancayı hemen tutulur, sürüklene sürüklene denize gömülürdü. Balığı karaya çekmekteki amaç boğmaksa orada da balıklar attıkları oltalarla denize çekerek boğuyordu çocukları, yaşlıları, sokakta gezen başı boş  hayvanları. Arada bir gençten biri merak eder de tutarsa kancayı deniz onu çekemezdi, direnirlerdi, bazı bazı misina kopardı tam denize gömülmek üzereyken.

Saçları balık kokan çocuklar vardı sonra, elleri balık artığı pul pul dökülen. Yaşamak gailesiyle kalbi atan, kıblesi hep denize çevirili. Önü deniz ardı deniz… Bir sandal almak hevesli, bir babayı kahveye gönderme sevinçli. Mustafa’yı tanırdım ben eli yüzü tuz, elleri midye bir de misina kesiği. O bilirdi hangi midyeye gelir balıklar, hangi mevsim boş atsan da olur oltayı, o denli balık bolluğu. Sonra sonra duydum Sarıcalı bir dosttan. Mustafa borçla yirmilik bir tekneye girmiş, işleri iyiymiş ama en garibi, nereye giderse gitsin ‘ umut’ una bağlarmış eski ‘Deniz’ini…


Gazel Rengi

                                                                Salvador Dali