29 Mayıs 2013 Çarşamba

TANRI'NIN MEZUNİYET TEZİ

                                 
I.

gözlerin aralık kapılar gibi...

bense

tir tir titriyorum buz tutmuş eşikte:

arkamda gizil bir ışınım

avuçlarıma sıkı sıkıya sakladığım ağustos yıldızları

mosmor parmaklarımdan süzülen bir bakışlık canım;

anlardır kırmızı tüneller açmaya çabalıyor

bembeyaz kristallerinde

güzelliğin

II.

pamuk ipliğinde yürüyen ürkek dokunuşlarımız

almış başını gitmiş

insanlar nerede kalmış…

III.

tenin iliğini emen nefes

iliklerin surlarına dayanacak:

sadece dudaklar soyunacak

IV.


Yoksa… Tanrı’nın Mezuniyet Tezi misin sen?..

Mavişil


24 Mayıs 2013 Cuma

AKİL AYAZI



                      “her şey aşırıya kaçtığında güzeldir”
                                                      pier paola pasolini


hüzün ve pişmanlık
kim böyle bir yeteneğe sahip olmak istemez ki

nasıl ayrılırsan ayrıl hayallerinden
paylaşılan her sessizlik hataya düşmektir
hatalar ki sınırları aşmak ince bir neşeyle

suda yanan kitap sokakta yürüyen yaprak
zevkin kırıntılarını topluyorum senden
öpücüğü olmayan duyguları

eriyen mumla dönüyorum    arkana bakma
çan    ateş ve boşluğun sesi
gözkapaklarımı yırtan ışık
yanan düşlerimin içine sarkıyor

sisin ve suyun içinde kayboluyorum

merhamet kan dökmeden olmaz diyor Baudelaire
kan dökmeden sevişilmez kapı önlerinde
şimdi yataklar ve yollar boş
bir isteği ateşlemeliyiz seninle

bir isteği    ruhun köşelerini yıkmak için
müziği başlatın lütfen

                                               akıl karası


21 Mayıs 2013 Salı

BAŞKALARININ DÜŞÜŞÜ…


Dokunsalar ağlayacak gibiydi, yüzüne bakmış olsaydınız kolayca görebilirdiniz bunu. Ama bakmadınız, başınızla belli belirsiz bir selam verip, yanından geçip gittiniz. Arkanızdan mahzun baktı, haberiniz olmadı. Oturduğu sandalyeden kalkıp gitmesi gerektiğini düşünüyordu, biraz yürürsem açılırım, diyordu belki de kendi kendine. Kalkmadı ve çay istedi. Bir bardak demli çay, iki şekerli köpüklü kahvenin yerini tutabilir mi, a şaşkın çocuk? Çayı getiren garsona teşekkür etmedi, şekerleri atıp ağır ağır karıştırırken gittiğiniz yöne bakıyordu.

(düştüğümde asla ağlamam)

O güneşli yaz bitimi öğle sonrasında, karşısındaki masada oturmuş onu izliyordum. Bu kahveye gelen hemen herkesi tanırım, en azından göz aşinalığı vardır. İlk bakışta kırgınlığı ve mahzunluğu kolayca fark edilebilen bu çocuğu da tanıyordum elbette. Sizi? Sizi kim tanımaz? Ama bırakalım sizi şimdi bir yana, nasılsa başınızla gönülsüz bir selam verip gittiniz. Bu çocuk, diyordum, onu defalarca burada gülerken, konuşurken ya da arkadaşlarıyla şakalaşırken görmüştüm. Belirgin bir farklılığı yoktu, buraya gelip giden diğer insanlardan; ondandır ki diğerleriyle ilgilendiğim ve ilgilenmediğim kadar ilgiliydim onunla. İnsanları sezdirmeden izlemeyi, hayatları hakkında küçük tahminlerde bulunmayı sevdiğimi bilirsiniz. Kendi halinde küçük bir eğlence, demiştiniz bir keresinde buna. Hakkında tahminlerde bulunduğum kişileri yakından tanıma olanağı bulabilirsem tahminlerimin isabetini ölçme hevesi taşıdığımı da bilirsiniz, bir de isabet konusunda ne denli yeteneksiz olduğumu da. Bu çocuk üzerine hiç düşünmemiştim. Sıra mı gelmedi yoksa onu yeterince renkli mi bulmadım, emin olamıyorum. O gün çocuğu önemli kılanın ne olduğundan hala emin değilim. Orada öylece oturuyor oluşundaki elle tutulmaz ağırlıktı belki bakışlarımın ona kilitlenmesine neden, ya da gelişi güzel selamınızın arkasında yatan hikâyenin kokusunu almamdı daha çok.

( gerçek bir yaranın iyileşebilirliğine inanmam)

Ne yapmış olabilirdiniz bu çocuğa ardınızdan bu denli üzgün baktıracak? Ve ben niçin, bir bardak demli çayın, iki şekerli köpüklü bir kahvenin yerini tutamayacağını düşünmüştüm durup dururken? İlk anda aklıma gelen sorulardı bunlar, cevabı kendi kendime bulmak zorunda olduğum sorularım. Eğlenceli oyunumun ilk adımları. Siz ve o, birbiriyle ilişkisi olabilecek insanlara pek benzemiyordunuz. Ama durun bakalım, daha yolun başındayız, neler bulabileceğimi; bulamasam da kurgulayabileceğimi kim bilebilir ki? Bu delikanlı genç ve güzel bir kadının arkasından öyle bakmış olsaydı, işim kolay olurdu ya da siz, yaşını başını almış siz, bu delikanlının ardından anımsamanın ve unutmanın yılgınlığıyla bakabilirdiniz; bunu da anlayabilir ve üzerinde durmazdım. Bakabileceğim tek yere baktım: çocuğun gözlerine…

( yara bakıştaki can kırığıdır, siz ışık sanırsınız)

Çocuğun gözlerine bakar bakmaz, bir yazarın ‘göz ruhun güzellik merkezidir’ saptaması düştü aklıma. Hikâyenin orada boylu boyunca serili oluşunu ilk anda göremeyişimin nedeni zihnimi bulandıran o yazarı anımsamamdı. Evinizin geniş ve tüm öğle sonraları güneş içindeki salonunu görür görmez tanıdım elbette. Mobilyalarının, satmamış kitaplarınızdan yapılmış paketlerden ibaret olduğu o salonu kim hatırlamaz? İşte elinizde iki kahve fincanı ile giriyorsunuz o salona. Çocuk kitap paketlerinden türetilmiş tabureden bakıyor elinizde kahvelerle içeri girişinize. Uzattığınız kahveyi alırken ellerinin hafifçe titrediğini görüyor, bıyık altından gülüyorsunuz. Gök mavisi gözlerinize ulaşmıyor o gülüş, gülüşlerinizi saklamayı daima iyi becerirsiniz.

( kimi mektuplar gönderilmemeli adresine, yazılmalı ama… mutlaka.)

Titreyen elleri yüzünden fincanı dudaklarına ulaştırmayı başaramayacağını biliyor çocuk. Elinde fincanla öyle oturuyor pencere önüne yerleştirilmiş kitap paketinin üzerinde. Siz paketlerden yaptığınız kanepedesiniz. Sessizlik daha ne kadar büyüyebilir ki merakına şükrediyor dikkatini sizden koparabildiği için. O sırada mektuptan söz açıyorsunuz.  Anlatımın güçlü, diyorsunuz. Çocuk kızarıyor. Sözü ifaden, diyorsunuz yüz ifaden gibi güzel. Çocukta bir telaş, gözleri neredeyse nemli. Hoşnutsunuz. Fincanı yanınıza bırakıyor ve çocuğa yaklaşıyorsunuz. Elinizi uzatıp saçlarına dokunuyorsunuz. Başını hareket ettirerek dokunuşu okşamaya çevirmeye çalışıyor çocuk beceriksizce. Dudaklarınız dudaklarına temas ettiğinde ise düş görmekte olduğundan kuşkusu yok.

( teni, ruh sananın düştüğü yüksekliği ölçmenin birimi bulunmamalı asla)

Çocuğun gözlerinde okuduğum hikâyenin gerisini tamı tamına biliyordum. Tahmin etmek zor değildi. Onu öperek gönderişinizin üzerinden geçen aylar boyunca, her karşılaşmanızda başınızla verdiğiniz belli belirsiz selamın ve uzaklaşmanın düştüğünde asla ağlamamayı öğrenecek yaralı çocuklar yaratmadaki rolünü en başından fark edememek bana dair kusurdu. Affediniz.

( düştüğümde asla ağlamam, gerçek bir yaranın iyileşebilirliğine inanmam. Hiç.)

Oturduğum yerden kalkıp çocuğun yanına gittim. Boş mu, diye sordum karşısındaki sandalyeyi işaret ederek. Buyurun, dedi belirgin bir şaşkınlıkla. Oturdum, başımı hafifçe çay ocağına doğru çevirip içeri seslendim: bize iki kahve. İki şekerli ve bol köpüklü olsun.

Üçrenk Kırmızı


16 Mayıs 2013 Perşembe

İÇİNDEN GİTMEK


   Yatağın üstüne yığdığı öteberiye baktı. Tonlarca ıvır zıvır. Tüm bunları sığdırabileceği bir bavul bulabilecek miydi? Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. Her şeyi almak zorunda mıydı? Bu konuda kararsızdı. Kocaman bir çöp torbası bulup, hepsini içine tıkarak en yakın çöp bidonuna koşmakla; bir dolu anıyı barındıran bu çer çöpü yanında sürüklemek arasında ikircikli, öylece bakıyordu. Gözü kitaplara takıldı. Gülümsedi. Uzanıp birini aldı, ilk olandı bu. Melekler Zamanı. Geçen kıştı, epeyce ılık bir kış geçiriyorlardı. Kentteki insanların sabırsızlıkla alışık oldukları soğukları, karı ve yağmurları bekledikleri günlerdi. Ne var ki, tek damla yağmur yağmadığı gibi neredeyse baharı yaşıyorlardı. Bu durum hemen hemen kimseyi mutlu etmiyordu, tüm kent yaz aylarında karşı karşıya kalacakları kuraklıktan, susuzluktan endişe ediyordu. Kuraklık ve susuzluk kimilerinin umurunda değildi;  tabii bunlar küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı. Kahvehanelerin, kafelerin bahçelerinde üşüme kaygısı duymadan, çaylarını yudumlayarak sohbet etmenin tadını çıkarıyordu söz konusu kaygısız grup. Özellikle öğle saatlerinde güneşin sırtınızı ısıttığı o şanslı anlarda hemen hemen boş bir kahvehanenin ön bahçesinde az şekerli, bol köpüklü kahvesini yudumlarken oturup gelen geçen insanları izlemek onun için de bir keyifti o günlerde. Daha önceleri kahvesini içerken sokağa, insanlara bakardı gerçekten. Son günlerde ise yine sokağa bakıyor ama sırtını değil yüzünü güneşe vererek yaşadığı o mucizeyi düşünüyordu. Mutluluğu ve aşkı. Kitabı adama aldığı gün de böyle ılık ve güzel bir şubat öğle sonrasıydı. “Hastayım, sev beni” diye yazmıştı adam gönderdiği elektronik postaya. Birini sevdiğini göstermenin yolu, onunla sevdiğin bir varlığı paylaşmaktır, diye düşünmüş ve kitabı satın almıştı onun için. Sonradan adam romanı hiç beğenmediğini söyleyip, hatta yazar, en sevdiği yazarlardan biriydi, hakkında olumsuz yorumlar yaptığında, nasıl bozulduğunu anımsıyor şimdi. Komik olan, daha sonra ona başka kitaplar da almış; onların da beğenilmemesi karşısında şaşırıp kalmış olmasıydı. “ Ne kitapları ne de kendimi beğendirebildim ona” diye düşünerek gülümsedi yine. Acıydı gülüşü ama yine de gülüştü işte. Bütün bunları ne yapmalı sorusu aklında yatağa bakmayı sürdürüyordu bir yandan da. Bahar temizliği? Kışın ortasında?

    Aylar önce yapılmalıydı bu “ bahar temizliği” belki de. Hazır hissetmemişti kendini ya, o kadar nesneyi yanında sürükleyip durmak da zor olmuştu. Kurumuş kasımpatılarına baktı. En çok canını yakan onlardı işte. Şu küçücük, rengi solmuş, kurumuş çiçeklere bakan herhangi biri, suçu görebilir miydi? O devasa kabahati. Ne kadar da masum görünüyorlar. Oysa değiller, yeminle değiller. Bir grup masum görünüşlü işkenceci onlar.

Bir gün her şeyin yoluna gireceğini kendime anımsattığım her seferinde; içimde bir şey bu çocuksu yalana alayla gülümsüyor. Bu beyaz yalanın naifliği ve umuda sarılışındaki iyi niyetin farkında olmalı, bundan ki yüzüme vurmuyor. Minnettarım, minnettarım... Olabildiğince minnettarım.

Saatlerce aynanın karşısında gözlerime baktığımı bir tek o biliyor olmalı. Alaylı gülüşü bundan belki. “ gözlerini seviyorum.” Neye bakıyorum? Aynada “ gözlerini seviyorum” u aradığımın da farkındadır o. Gülüşünün bunca acıtıyor olmasının başka nedeni olabilir mi?

Bir akşamüstü anımsıyorum ve bir köprü üstünü. Kıyıda köşede kalmış bir kafeterya, ara sokaklar, bir fincan sıcak çikolata ve bir bardak demli çay. En çok gecenin sabaha yaklaşan saatleri ve sevilmemeyi anlamaya çalışan isyankar bir kadın görüntüsü bölüyor kendime anımsama izni verdiklerimin akışını.  Bunların tümünü unutmak isterdim, yok etmek, yok saymak, hiç olmamış gibi küçük mutlu dünyama hasarsız geri dönebilmek. Ama en çok içimi oyan, acıyı fizikselleştirişine hayretle bakakaldığım “hasret” i silmek isterdim. Duyuların belleğinden hiç söz etmeyelim... O kokudan örneğin; bir bedenden diğerine kayan vanilya kokusunun büyüsünü ise anmasak da olur. Anmayalım, anımsamayalım diyebilelim; diyebilmekten daha kolay olsun yapabilmek.

(ah kasımpatı! Ah kasımpatı, oyunbozan kasımpatı, içten pazarlıklı kasımpatı...ah kasımpatı! )

Evet, verebileceğim tavizler var. Gecenin bir yarısı, bir otomobilin içinde kaybolan ruhum dönmese de olur.

( Dönmesen de olur kasımpatı )

    İçinde ruhunu kaybettiği otomobile bakıyor şimdi. Gözleri dolu, göz pınarına biriken yaşlar görüşünü engelliyor. O uzak anı. O başlangıç noktası. Ilık geçecek kışın hemen öncesi, yazı andıran o şaşkın sonbahardı. Gece yarısını çoktan geçmişti saat ama yine de hava ılıktı. Bacakları titreyerek otomobile doğru yürüyüşünü anımsıyor. Başına geleceklerden habersiz, tuhaf bir heyecan ve birkaç saat önce içtiği votkanın tadı ağzında ona doğru yürüyor. Henüz güçlü ve güvenli. Az sonra tüm barikatlarını terk edeceği, elleri havada teslim olacağını bilmiyor. İçi rahat, belki de votkanın etkisiyle keyifli olduğu bile söylenebilir.

    Otomobile binmesiyle hikâye başlıyor:

    Adamın yanına oturduğu andan itibaren bütün keyfi ve rahatı kaçıyor. Zihninde tehlike çanları. Sakinliğini koruyor yine de, gülümsüyor suya sabuna dokunmayan konulardan söz ederlerken. Ne konuştuklarını anımsamıyor şimdi, ama yarım saat kadar yan yana oturduklarından ve kişisel konulara girmeden konuştuklarından emin gibi. Gitme vakti geldiğinde, bunu yapmak istemediğini fark ediyor şaşırarak. Kalmak için bir gerekçe bulamıyor, belki aramıyor da o kadar şaşırmış ki kendine, konuşmayı uzatacak herhangi bir konu aklına gelmiyor. Adamın yüzü ifadesiz, ne düşündüğünü anlamak olanaklı değil. Yan gözle profiline bakarken onun aklından geçenlerden çok, yüzünün ve ellerinin güzelliğini düşündüğünü fark ediyor, utançla başını yan tarafa çeviriyor. Vedalaşıyorlar. Otomobilden inip birkaç adım atıyor, arkasına dönüp adama hoşça kal işareti yapmak istiyor. O anda çalmaya başlayan cep telefonuna  şaşkınlıkla bakakalıyor. O arıyor. Birkaç adım uzağından o arıyor. Titreyen elleri, telefonu nasıl ulaştırdı kulağına, şimdi bilmiyor. Tek bir sözcük duyuyor. O inanılmaz emir sözcüğünü.

    “ Gel! “ 

     Daha ön koltuğa oturmadan atılıyorlar birbirlerine. Adamın dudaklarının tadı başını döndürüyor. Midesine sert bir yumruk yemiş gibi sarsılmış ama yine de öpüyor onu. Öpüyor, öpüyor… Burnunu boynuna gömüyor sonra, kokusunu içine çekiyor. İşte ruhunu o an kaybediyor. Bu kocaman, ruh katili otomobili nereye sığdırabilir şimdi?

     Bunu daha fazla yapamaz, biliyor. Yapmamalı da. Yatağın üstüne sıkıntısı daha da ağırlaşmış bir ifadeyle bakıyor. Yazdığı mektuplara, küçük hikâyelere, anı kırıntılarına. Bunları taşımayacak artık; kararlı. Bulabileceği en büyük çöp torbasını arıyor zihnindeki depoda. Her şeyi bir bir yerleştiriyor içine. Aklına o dize gelince gülüyor elinde olmadan. “ dünya benden gidenleri nerene sokacaksın şimdi?”  torba dolmak üzere. Tek bir şey kaldı orada olması gereken. Torbanın ağzını açabileceği kadar açıyor, eteklerini yukarı sıyırıp içine dalıveriyor. Ağzını sımsıkı, bir daha açılamayacak kadar sıkı bağlayıp içerden, bir köşede durup çöpçüyü beklemeye başlıyor. Çok gecikmez değil mi, diye soruyor kendi kendine. Bu son sözü oluyor.

Lila Gam




13 Mayıs 2013 Pazartesi

AÇ KAPIYI TRAJEDİ GELDİ

atım çatladı
acıyla aynı yatağı paylaştık bir akşam
sahibinden satılık 93 model bir cehennemde
tanrım, bu ne çok ağız
siyahına düştük yamalı denizin

aç kapıyı, bak kimler geldi
bir bacağı aksayan trajediler
kılıcı kendine saplayan demoklesler
kıymıklar, kılçıklar, kırıntılar
tahrik gücü yüksek semenderler

bu bir kesik ağrısı olmalı
fotoğraflarda yalnız kalmak gibi bir şey
tersten konuşmuştuk aynalara bakınca

uzun uzun kayıplardan konuştuk o gece
asimile edilmiş hayatlardan
senin kalbinde bir boşaltma emri
kıl seccade üstünde ak kirpikler
muşamba üstünde parlamıştı bıçak
alıp dizlerine saplamıştın sessizliğin

yaz geldi mi yaradan geçilmezdi ortalık
ve sen tramvayla gezen bir hayale binerdin

atımı senin dişlerine bağlıyorum şimdi
bana birazdan bir uçurumun ağzını aralayacak

kahverengi

Tom Hoops


7 Mayıs 2013 Salı

GRİ GÜNCE




       I

       İçeri girdiğinde, yüzü ışığa düştüğünde; siper ettiği elinin gölgesinden bana kısık kısık baktı. Aramızda  asılı -bir anda  beliriveren- kararsızlığı; O'na yerleşen, O'nda  okunabilmiş olanı -sakınımıyla- gözlerine düşürdü. Keskin bir gölgenin varlığı, yetindiği çırpınışları keskin çizgilerinden koparıp bitimsiz, yoğun satıhlara işledi ve yumuşak ayrımlara, -bütünü yetingenliğiyle arzulayan- güvenli mecralara savurdu. Dokunduğum ya da işlendiğim -yokluğunda- alışkanlığı sezinlercesine; O'ndan kalma önemsiz, kesik ve anlamsız, abartılı -deneyimi yadsıyacak derecede gerici- zihinsel hayaletlerine yeltendi. Oysa O'nu oracığa yığan, bedenini bu anlamsız bağlamda çökerten, uzama saplayan, şimdide soluksuz bırakan da bu zihinsel, spekülatif çıkarımıydı. Yine de bu hayaletlere yeltendi ve bir suskunun eşliğinde odasına doğru gölgelendi, uzadı, çiğlendi ve kapının devasa gizilliğinde eridi. Ama eğrilerini yutan bakışıma düğümlendiğini, sayıklamalarının bu kıskaçlarla kuşatıldığını biliyordum.

Gri





4 Mayıs 2013 Cumartesi

KUŞLAR YATMAZ KIŞ UYKUSUNA



merve için...
Yaralarımız sevmiş birbirini

laf mı düşer bize

aç kollarını

aç koynunu

bir çobanaldatanım göğüs kafesinde

yaz uykusuna yatmak isteyen

çiçeklere su verdim

seni konuştular

seni bekliyor

beraber uzanmışlığımız

kollarını aç

koynunu aç.

BOZKIR
Alex Saberi