30 Haziran 2011 Perşembe

Nû-Cat

                                             Üçrenk Kırmızı’ya

Rüyasında bir kapıydı. Gayet ahşap, duvarların beyazının aksine siyahtı. Önce bir gölge sandı kendini. Paslı bir bedenin iniltisi denli inceydi. Derke gıcırdayarak açılıp uzun bir koridoru görünce kapı olduğunu anladı. Açılınca ardında kalan oda geçmişi oldu. Şimdi ona düşen hatırlamaktı. Ne kadar ilginçtir ki o odaya giren şuanı yaşadığını zannederken aslında bir kapı tarafından hatırlanıyordu.

Koridorsa uzun bir şimdi’nin geçmeyecek anılarının toplamı gibiydi. Orası da beyaza boyalıydı. Hemen karşısındaki duvarda bir resim asılıydı. Kendisi gibi ahşap olan çerçeveye bakındı bir süre; acaba hangi ağacın kendinden silinişi, diye düşündü. Çerçevenin ortasındaki resimdeyse uyuyan biri vardı; adamın başucunda bir kapı duruyordu. O değildi veya ona benzemiyordu resimdeki kapı ama mutlu oldu. Aralık kapının ışığı uyuyan adamın yüzüne vuruyordu. Daha doğrusu adamın yüzünün sol yanına vuruyordu. O aydınlıktaysa bir kadının yüzü şavkıyordu adamın yüzüne. Demek ki kapının ardından bir kadın vardı. Gözlerini gıcırdatarak açıp tam resme bakacaktı ki hızla arkaya doğru çekildiğini hissetti. Düşüyordu.

Göz Ağlamak:

     Sıçrayarak uyandı. Yatağı ondan da evvel uyanmıştı. Yorganı ve altındaki nevresimi duvar tarafına doğru yığılmıştı. Yatağından kalkınca gözü kapıya takıldı. Rüyasındaki kapıya yani kendine göre şuan aslında bir geçmişti. Özündeyse bunların hepsi bir kapının hatırlamasından başka bir şey değildi. Kendi kendine gülümseyip biraz da düşleri böylesine abartmasına içerleyerek odadan çıktı.

     Banyoda elini yüzünü yıkayacaktı ki sağ elinin avuç içindeki sivilceyi gördü. Hayli iriceydi. Tepesinde irini biriktirdiğinden hayli bembeyaz olmuştu. Suyu açıp altında sıkmaya karar verdi. Sol başparmağı ve orta parmaklarının arasına alıp sivilceyi sıkmaya başladı. Tepedeki beyazlık hafif kızarıp patlayınca çok az irin aktı. Hissediyordu ki sivilcenin içinde bir şey vardı. Acıya rağmen biraz daha şiddetle sıktı. O anda sivilcenin içinden masmavi bir göz lavabonun içine düştü. Kendini hızlıca geriye atıp kocaman gözlerle lavabonun içinde duran göze baktı. Göz de ona bakıyordu. Kekeleyerek, bu da ne böyle, diye sayıkladı.

     O an avucunun içinden banyonun fayanslarına damlayan kanlara aldırış etmiyordu. Tek umuru akan suyun altından ona doğru bakan bir gözdü. Hareket de ediyordu galiba. Muhtemelen akan su yüzünden böyle görüyordu. Hızlıca kapattı musluğu.

Duvardaki havluyla hemen eline kapattı. Bununla daha sonra ilgilenecekti. Çünkü şuan daha büyük bir sorunu vardı. Lavabosunun içinde bir göz ona bakıyordu. Hareket edip etmediğini anlamanın tek bir yolu vardı; sağa sola hareket edecekti. Eğer göz canlıysa mutlaka onu izleyecekti.

Biraz sağa doğru hareketlendi. Göz hâlâ sabitti. Derken biraz daha sağa doğru yürüdü. Göz de onunla birlikte kıpırdadı. Tüm vücudu kekeliyordu artık. Gözleri parça parça görüyordu. Görmek de denilemezdi gerçi buna. Olsa olsa göre göre körleşmekti. Hızlıca silkeledi kendini ve banyodan koşar adım uzaklaştı. Eli hâlâ kanıyordu. Önce bunu çözmeliydi. Bu esnada biraz rahatlayacak, sağlıklı bir şekilde de düşünebilirdi.

Öteberiyi koyduğu odadan ilk yardım çantasını alıp mutfağa geçti. Banyoda elini yıkayamazdı. Gerçi o göz orada olduğu sürece banyoya da giremezdi. Mutfak musluğunun altında elini yıkadı. Oturma odasına geçip avucunun içine biraz merhem sürüp sargı beziyle sardı.


     Gözlerini yumup ardına yaslandı. Aklı hâlâ banyodaki gözdeydi. Belki göz kıpırdamıyordu. O anki heyecanla öyle sanmıştı. Yoksa tek başına nasıl kıpırdardı ki bir göz? Mümkün değildi bu! Sakinleşirse kıpırdamadığını pekâlâ görecekti. Zaten hep bu heyecanım olmadık işler açtı başıma, diye geçirdi içinden.

     Bir süre odada oturup sakinleştiğine kanaat getirince banyoya doğru yürümeye başladı. Kararını vermişti; gözü alıp çöpe atacaktı. Bunun için de mutfaktan bir çöp poşeti alıp banyonun yolunu tuttu.

     Banyoya geldiğinde göz lavabonun dibinde duruyordu hâlâ. Damlalardan oluşmuş gibiydi. Aşınmış bir bedenden damlamış gibiydi. Tek bir göz binlerce sözden ibaretti. Sessizliğin o çıldırtıcı işkencesinin her hali vardı. Biçimsizce, suretsizce bakıyordu. Her deviniminde başka bir gözle görüyordu sanki. Uzak bir yerde veya zamanda farklı insanlarca görülüyor gibiydi. O gözse ötekiliğin içinde açılan bir çatlaktı sadece.

     Lavaboya doğru eğilince gözün bebeğinin büyümeye başladığını gördü. İşte o ân gözün canlı olduğundan emin oldu. Anlaşılan oydu ki göz onu görüyordu. Peki, korkmasını ne veya hangi yaşanmışlık söylüyordu ona? Sonuçta bu göz kendi bedeninden çıkmıştı. Nasıl, niçin olduğunu bilmese de çıkmıştı bir şekilde.

     Diğer elinde duran çöp poşetini hızla gözün üzerine atınca bir hamlede gözle görülür bir çöpe sahip olmuştu. Mutfaktaki çöp kutusuna doğru giderken her gözün göremeyeceği bir telaşa sahipti. Ne zamanki bedeninden çıkan bir varlık çöpe dönüşmüştü işte o zaman kendi bedenini kocaman bir çöplük olarak gördü. Yaşadıklarının içinde öğütülmüş, yaşamadıklarındansa geriye koca bir artık olarak kalmıştı.

     Mutfaktaki çöp kutusuyla arasında saniyeler, saliseler vardı. O saniyeler ve saliseler ölçüsüzce eylemdiler. Ne kadar süre bekledi bilinmez ama bilinen şey zaman kendini artık onunla ölçüyordu. Nefes alışverişi akrebiyle yelkovanı olmuştu saatin. Birden gerisingeri yürüyerek oturma odasına doğru yürümeye başladı. Poşet elindeydi. Atmamıştı. Atamamıştı!

     Poşetin ağzını açıp ters çevirerek içindeki gözü sehpaya bıraktı. Sehpanın üzerindeki göz korkuyla ona bakıyordu. Bir şey demesine gerek yoktu. Çünkü gözün kendisi korkulu bir bekleyiş, delirtici bir sessizlik haline dönüşmüştü. Yorulduğunu hissetti biran! Bu bilinmezlikti anlaşılan onu yoran. Kendi cevabından sürgün edilmiş bir soruydu artık!

Rüya İkindisi:

     Rüyasında pencereydi. Ahşap çerçeveli ve yer yer boyalarına unutkandı. Camı bir ona gördü. Onu kıracak olansa bilmeden, görmeden çarpacağı bir gölgeydi. Belki radyodaki bir şarkının, belki o şarkıdaki bir gözün veya o söze şavkıyan sesin gölgesiydi onu kıracak olan. Belki de yansıdıkça kendine kırılan, uzaklaşan bir suretin gölgesizliğiydi bu.

     Önünde koca bir sokak uzanıyordu. Dokunmaya kalksa yırtılacaktı sanki asfalt. Sağlı sollu binaların beton aynalarına yansıyan balkonlara bakıyordu çokluk. Her bakışın hangi aksin yankısı olduğunu düşünüyordu. Anlamsız geliyordu ona tüm bunlar. Biliyordu ki en büyük anlamsızlık da kendiydi.

     Sırtında koca bir kambur gibi duruyordu oda. Ne doğrulabiliyor ne de eğilebiliyordu. Yani ne isyan edebiliyordu ne de itaat edebiliyordu. Bu belirsizliğin kölesiydi. Ve sahip olduğu tek şeydi bu kölelik!

Yalancı bir kardeş gibi duvara asılı duran tabloya imrenirdi bazen. Duvardan sırrı olan bir aynaydı o. Karşısında ne durursan dursun yansıtmazdı yüzeyine. Hayrandı yalancı kardeşin bu istikrarına. Karşısına Tanrı bile geçse kendini değil onun inkâr edilemezliğini görürdü.

Yalancı kardeşin çaprazındaki siyah kapı ona silik bir anı gibi gelirdi. Her hatırlama girişiminde kapı ondan kaçarcasına bir devinimle açılıp kapanıyordu. Buna söylenebilecek tek şey kaçıştı. Bazense kapının onu unutmaya çalıştığını düşünüyordu. O her açılıp kapanışlar da farklı anlara, anılara tekabül ediyordu.

Silinmeyen – daha doğrusu unutulmayan- tek şeyse yalancı kardeşinin yüzerindeki yansımaydı. Uyuyan bir adam ve aralık bir kapıdan ibaret bir resimdi. Yataktaki adamın yüzündeyse aralık kapıdan sızan bir kadının yüzünün yarısı yansıyordu. O kadında unutamadığı tek şey mavi gözleriydi.

Göz Kırığındaki Söz Şavkı:

     Rüzgârın gölgesiydi perdeyi titreten. Camın üzerine yansıyan ismi seslendi ona. Önce gözleri duydu. Sonra da ismi! Yeniden yumdu gözlerini. Çünkü ona değil ismine seslenmişti. Aniden açtı gözlerini. Sızdığı koltuktan doğrulup çevresine bakındı. Boş kuş kafesi, ötüşe boşaltılmış kuşu ve sehpadan başka bir şey yoktu. Sehpaysa ona nişan alarak bakıyordu. Başını çevirip sehpanın üzerindeki göze baktı. Nişan almıyordu. Sonuçta tekti. Acaba diğer neredeydi? Belki bir masaldan kaçarken merdivenlere düşürmüştü. Düşenin bu göz olmadığı ne malûmdu? Eğer bu doğruysa kendisi bir yalandı. Ne olduğu belirsiz bir şey ondan daha gerçekti.

     Sargılı eline baktı. Bir göze yuva olmuştu burası. Eli çukuru olmuştu sehpadaki gözün. Rüyasındaki odaya takıldı aklı; neresiydi acaba orası, diye düşündü. Şimdiye değin yaşadığı veya gördüğü hiçbir eve benzemiyordu. Enteresan biçimde ona benziyordu oda. Belirsizliği, tuhaflığı ve sanrılarıyla onu andırıyordu. Her rüyasında aynı odanın farklı bir bölümü oluşu da bunu destekliyordu.

     Anısı var mıdır rüyaların? Hatırlar mı bir rüya kendinden öncekini? Ve rüya görenini anımsar mı? Tüm bu soruların cevapları bilinmez ama onun gördüğü rüyalar bir şekilde hatırlıyorlardı. En azından hatırlamaya çalışıyorlardı.

     Midesine kazınan açlık hissiyle irkildi. Oturduğu koltuktan kalkıp mutfağa doğru yürümeye başladı. Açlık adımlarına sinmemişti. Aksine gayet tok, isteksizdiler. O an bu hissin bir yalan oldu fikri doldu içine. Gerçekten açsa adımları neden bu kadar isteksizdi ki?

     Buzdolabını açtığında açlığına neden olan şeyi aradı soğuk gözlerle. Sadece bakındı. Bir içgüdüyle tavanın içinde – rastlantısal bir biçimde- duran donmuş çorbayı alıp ocağa yerleştirdi. Ateşini de yaktıktan sonra donuk bir şekilde kütleleşen çorbanın çözülüşünü izlemeye koyuldu. Sol omzunda tatlı bir kaşınma hissetti. Sarılı haldeki elini omzuna götürdüğündeyse hızla ateşi söndürüp banyoya doğru koşmaya başladı. Elindekiyle aynı büyüklükte bir sivilceydi bu!

     Aynanın karşısına geçtiğinde hemen üzerindeki penyeyi çıkartıp gövdesinden de çıplak gerçekle karşılaştı; elindeki sivilcenin aynısıydı bu. Artık e yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Sonucunun şaşırtmayacağını da bir kadar iyi biliyordu. Tırnaklarının arasına aldığı sivilceyi acıyla sıkarken açılan tepeden çıkan gözü suyun altına tuttu. Ardından omzunu da temizleyip oturma odasına geçti. Artık bir çift mavi gözü vardı.

Düş Ölüsü:

     Rüyasında odaydı. Zeminsiz ve tavansızdı. Bir pencere, bir kapı ve bir de tablodan ibaretti. Kenetlendi boşluk ondan da sıkı tutunuyordu. Düşse bir şeye dönüşmek – en kötüyüyse bir şeye benzemekti- boşluğun korkusu. Oysa iyi biliyordu ki şuan olabileceği her şeydi. Sırf bu korkusu bile onu hiçleştirmeye yetiyordu.

     Zaten odadaki – daha doğrusu kendindeki- en tanıdık şey de bu boşluktu. Belki bir oda bile değildi. Ne olduğunu unutmuş bir boşluktan ibaretti.

     Bir zamanlar konuşuyordu da! Kendi sesini duymuşluğu da vardı. O zamanlar yeni yapılmıştı. Yeni olan bir şeyin olabileceği kadar anısızdı. Hatta şunu da düşünmüştü bir keresinde: aslında zaman denen şey hep daha eskiye benzemekten başka bir şey değildi.

     Derken birinin sesine çatlığı bir çiviyle onu susturma yolunda ilk adımını atmıştı. Ardından da tam sesinin çıktığı yere bir tablo asılmıştı. Tam hatırlamıyordu ama sanki başta o tablonun bir resim yoktu. Emin de olamıyordu bu fikirden. Çünkü hatırlamak ondan da eskiydi.

     Emin olduğu bir şey varsa o da odadaki kapının her açılıp kapanışında resimde uyuyan adamın yüzünün belirip ardından kaybolmasıydı. Zaten boş bir odaydı. Yaşayan kimse de yoktu. Sesindeki bu boşluktu belki de o resim. Sırf o resim yüzünden kendine çırılçıplak kalmıştı. Kendisinin bile olmayan bu çıplaklıktan da utanır olmuştu.

     Ona yansıyan belirsizliğin içinde kaybolup yitiyordu. Neydi ki bu güvensizliğin nedeni? Oda mı olmak? Yoksa kapı veya pencere mi olmak? Hatta o tablo mu olmaktı onu güvensizleştiren! Belki de kendi olmaktı. Kişinin kendinden yeni ya da eski olması da olasıydı. Yeniydi ki tanımıyordu kendini. Eskiydi ki unutabiliyordu. Belki de bu oda bir emanetçi dükkânıydı. Ölümün yaşama bıraktığı bir emanet hem de!

Resimdeki o mavi gözler de bu yüzden yansıyordu belki. Kendi cümleleriyle göremeyen biri nasıl kendi gözleriyle bakabilirdi ki?


Nû-Cat:

     Sokağı seyre koyulduğu pencerenin önünden ayrıldığında gözlerin mavi bir kuyudan ona baktığını gördü. İstemsizce gülümsedi. Veya gözler öyle gördü.

     Bir süre sehpanın üzerinde duran gözleri rüyalarından aldığı ilhamla iki ayrı resim çerçevesine yapıştırmıştı. Böylece onları – pek de rahat bir biçimde- istediği yere taşıyabiliyordu. Uyumaya giderken yatağının başucuna, oturma odasında otururken hemen karşısına veya yemek yaparken ocağın üstüne asabiliyordu. Böylece yalnız kalmıyordu. Daha da önemlisi kaybolma korkusundan kurtuluyordu.

     Artık bir gözün gördüğüydü. Ne olduğunun, ne yaptığının bir önemi yoktu ona göre. Önemli olan bilinmesiydi.

O ki kendi etinin altında suskunluktu. Çürüyüp, küf tutması bu yüzdendi. Şimdiye değin söylenmiş her şey derisinin altında kanayan bir hayattan ibaretti. O bir şeyi bilmiyordu. Çünkü etinin altında sustuğu her şey artık ona suskundu. Etinin dışında kalansa susulanın inkâr ettiklerinin toplamıydı.      

     Belki bir gözün hatırasıydı kendi. Göz onu unutmamak için direniyordu. Bulunduğu gerçekliği körleştirip onun gördüğünü görmesi için evcilleştiriyordu. Veya bir gözün gördüğü düştü. Kendini unutturmamak için gözü bir rüyanın içinde mahkûm ediyordu.

Kafkarengi

                                                                     David Salle

21 Haziran 2011 Salı

ADLANDIRILMAMIŞ METİN

derinlik: birbirleriyle bütünlüğü yakalayıp, tutmuş o iki(bin yıllık) kişiliği sarmalayacak
genişlik: bütünlük sarhoşluğuna denk
renk: bukalemun olgunluğunda, kara ve kara
cismi: yakıcı boşluk hissiyatında

konuk silsilesi: kesici, loş birkaç mum, delici, kum tozu, aşk, filtre, müziğin ağır tekinsiz ritmine döngüsel bach, su, kendi kendini yaratan koku, kaypak sırça ip, sağır edici şahaneliğinde kolektif “lal masallar” anlatan ses(ömre örme), kıyıları keskin ruh ve ruh, sabırsız beklentiye raptiye, sigara, yumuşacık baloncuklar…

heyecanla içine içine damlayan kana bandır.. yıkıcı saldırganların şevkatine ve aşkına ve tinine ve tenine, sonsuzlanmış ve ilerleyen bir aşk-ı hüzünle, sakin moleküler mutluluğu karıştır..önemli bir özenle dingin mutlulukların kan tıkırtılarını dinle, yıkıcı boşluğunu(boşluğumu) saran çok sesli ve gürültülü bir düşle…

ömre verim veren örme, kan revan olmuş puslu ve paslı suyun ıslak renginde
sırılsıklam ağır kanlı kırmızılar kuşanmışlar ince çelik aşk ile
bedenlerine göz kırpan sevgili kara gölgeleriyle
yağmalamadan yağmalamaktan duyarak
ve sokaklara akışkan gözlerle birer perde yayarak

akış: “sokaktaki fahişelerin aşkına ortak olmalı(yız)…”

yarasaların dansı başlayacak bir yıkıcı boşluğun(boşluğumun) etkinliğinde!

yer: ölürken bütünselliğinde uzayda uçuşan varoluşsal özlem
cismi: yıkıcı boşluk hissiyatında, süt kara…

--------------------

üç ton kara
                                                                        Bill Mack



15 Haziran 2011 Çarşamba

BULUTLARDAN ARMAĞAN




Havai düş gösterisinde
bir dağ çizdi göğe bulutlar,
doruğa bir ıhlamur ağacı
dallarına da yıldızlar.

Öyle gürültülü ve soğuk  
öyle kan revandı ki
şehrin yalnızlığı,
ağaç gönderdi yıldızları.
Köstebek ayaklar,
yırtılmış anılar,
plastik maskeler,
acıların yanarsuyu
yükseldi gökyüzüne.

Bahar rengiydi açan
katranlı kalbinde şehrin.
Silindi gecenin resimleri
sabah yağmuruyla
yazıldı mutluluk
gökyüzünün kalbine.
Kuş tüyleri yorgun.
Gören olmuş mudur
yıldızları kuşanan ölüleri?

Turkuaz

                                                                      Van Gogh

9 Haziran 2011 Perşembe

GRUPPETTO


Baya bir olayı atlayıp geçiyorum. Ama okuyucu üzülmesin. Demişti Dostoyevski. Sonra kalemlerini kumarda kaybettiğini fark ederek evden çıktı tabi. Yazı masası boş kalınca ben oturdum. Hiç düşünmeden yazıyorum. Önce, sabun fabrikasının yanmasının ardından Yahudi tefeciden borç alan ve sırra kadem basan adamın kızından bahsediyorum. Kız altmışlarında bir bunakla evleniyor. Kötüsü adam frengili ve kıza da bulaştırıyor. Kız da başkalarına daha sonra. Kız kırkına bastığında adam sekseninde ve hala yaşıyor. İkisinin de burunları düşmüş. Paraları çok. Şehir dışında, ama alış verişe düşkün olduklarından, çokta uzak olmayan bir konakları var. Cüzzamlılar ve frengililer için ufak bir saraya dönüşüyor orası. İzlemeniz gerekirdi. Aynı şarap şişesinden içmeye çekinmeyen ayyaş bir sürü şair, yazar, heykeltraş, bestekar, müzisyen ağırlıyorlar. Hepsi hasta. Gulamperestlik yaygın. Kendi kiliseleri de var sırf bunun için. Fakat şehirde de frengi yayılmaya başladığında kızın kaderi babasının sabun fabrikasının kaderini paylaşıyor. Askerler içindekilerle beraber, kapıları kapıyorlar üstlerine; yakıyorlar konağı. Seksenlik adamın kurtulduğu söyleniyor. Bilemiyoruz. Mesele zaten konağın çevresinin sabun kokması. Bu da kızın yandığını doğruluyor.
Sonra, kalemi mürekkebe batırarak çölün dikenleri tarafından paramparça edilen gezginin komik macerasını yazıyorum. Adam Gazette Médicale d’Orient adına çalışan, Barrés’in arkadaşı olduğu bilinen otuzlarının ortalarında eşcinsel bir Fransız. Flaubert olabilir ismi. Emin değilim. Eczacı. Çirkin sayılır. Babası İngiltere’de diplomat, annesi çocukken ölmüş. Eklemlerinde kireçlenme olan Napoleon için ilaç hazırlamaya karar veriyor. İskender adındaki şair sevgilisini de alıp çöle gittiğinde umudu bu. İlaç işe yararsa imparatorun gözüne girebilir. Öte yandan şarkiyatçılık çalışmalarına da devam ediyor. Mısır’daki on senelik yaşantısının ardından nihayet Arapça okuyabiliyor ama hala konuşamıyor. Sorun değil. Sevgilisi İskender dört ayda Fransızcayı sökmüş. Hatta sevgilisi yorgunken mektupları bile İskender yazıyor. Flaubert’in son mektubunun imla hatalarıyla dolu olmasının nedeni bu. Yazı güzel ama. Beyaz insanın üstünlüğünden bahsediliyor mektupta. Bilimsel bir araştırma yapmak üzere yola çıktığını anlatıyor. Develer o dikenleri canları yanmadan yiyorlar. Diyor. Madem öyle bu dikenlerde bir vitamin olmalı. Çölün en dayanıklı hayvanlarından ilham aldığını, Clavos de Cristo dikeni hakkında detaylı araştırma yapmak için ödenek istediğini belirtiyor. Saygılar vs… Mektup bitiyor. Yaşamının son gününü sevgilisi İskender’in idam edilmeden önce Barrés anlattıklarından, Barrés’in çıkarımlarıyla güncesine döktüğü yazılardan öğreniyoruz. Flaubert bir ay boyunca topladığı dikenleri sınıflandırarak tenine batırıyor. Teninde hissettiği acıyı, kaşıntıyı, şişkinliği not ediyor. Ciddi bir çalışma. Bir süre sonra kendi tenine batırmaktan usanarak sevgilisini denek olarak kullanmaya başlıyor. Zavallı İskender’e batırdığı dikenler günde bine ulaşıyor. Baya ciddi bir sadizm. İskender bıkıyor. Sarhoş ettiği sevgilisini gece peşinde maymun ediyor ve Clavos de Cristo’ların öbek öbek çalılar oluşturduğu çukura çekerek oraya itiyor. Flaubert tam manasıyla paramparça olarak geberiyor. Ciddi bir maskaralık. Hemen ölmemesi ve oradan çıkmaya çalışırken kıçının ortada kalarak aç gözlü bir deve tarafından becerilmesi de ayrıca trajedi. Fransızlar’ın başına Mısır’da tuhaf hadiseler geldiğinden bu olay gazetelerde yeterince yankı bulmuyor. Sadece çok yetenekli, gelecek vaat eden alimin talihsiz ölümü diye iki üç satır geçiyor gazetelerde. Babasıysa eşcinsel oğlunun öldüğünü öğrendiğinde İrlandalı karısından yaptığı yeni oğlunu kucağında tutuyor. Ona Oscar adını vermeye karar verdiğinde, oğlunun de Profundis’i yazacağını hayal bile edemeyecek kadar erkek babasıydı.
Dostoyevski çakır keyif eve döndüğünde ben yatağın altına saklanıyorum. Kalem kutusunu masanın üstüne atıyor. Yazdıklarımı okuyor. Saçmalamışım. Diye bağırıp, yırtıyor. Önemli değil. Sonra tekrar yazıyorum. Çünkü ertesi gün kalemlerini yine kumarda kaybediyor. Sanırım babasının tecavüz ettiği kızın sevgilisi tarafından küvette baltayla öldürülmesinden beri içinde sivri şeylere karşı bir düşmanlık var. Oyunculardan da bu yüzden hoşlanmıyor. Aferdov adında yetenekli bir oyuncunun Hamlet’i oynarken kılıcını sağa sola savurması şahane bulunması üstüne övgüler almasını çekememiş, onu hırsızlık ve cinayetle suçlamış, çariçeye dilekçe yazarak cezalandırılmasını istemişti. Aynı hafta çariçe onun kalem tutmasını yasaklayarak bir sekreter yolladı. O günden beri daha iyi. Benim için pek hayırlı olmadı ama bu. Çalışma odasında sürekli yarı çıplak bir kadın daha önce hızlı hızlı yazdığı kargacık burgacık metinleri düzeltiyor. Dostoyevski eskiden sessizce yazarken şimdi bağırıyor çağırıyor. Kadın iyice duysun da yanlış yazmasın diye de değil. Kendi sesini işitmekten hoşlanıyor bu adam. Ben de bu evden çıkmak zorundayım artık. Sanırım Tolstoy’un çiftliğine gidebilirim. Bilmiyorum birkaç yıl var daha. Gerçi Goethe’nin yanına giderek ona Weltliteratur hakkında ipucu verebilirim. Bedeni olmayan bir el için hayat sonsuz.

Şarabi

                                                                  Tuncay Takmaz

2 Haziran 2011 Perşembe

BAŞKA YÜZLÜ RENKLER


                                    
    Kendimi keşfedişimin üzerinden bir hafta kadar geçmişti. Bir hafta önce o zaman, elimde kalan son kopyayı okuyup evime girince, tek bir şey yapmak istemiştim.

Oturma odasının yanındaki küçük odaya gidip, büyük yumuşak bir yastıkla büyük kalın bir battaniye almış, sonra plazma televizyonumun bulunduğu kocaman salonuma gitmiştim. Uzun ve geniş olan fıstık yeşili koltuğuma aldığım battaniyeyi iki kat sermiş ve tek katını içine yatabilmek için açmıştım. Sonra soyunmaya başlamış, üzerimden çıkardığım her bir parça kıyafeti gelişine etrafa savurmuştum. Çırılçıplak kalınca da, kendimi battaniyenin altına atıp vücudumu ona teslim etmiştim. Yastığa gelince, ona iki bacağımın arasındaki esirliği uygun görmüştüm. 

    Şimdi ise yeniden ne yapacağımı bilemez haldeyim. Tenekeden Macivert, bana özel birisi olduğumu söyleyerek, beni bu binaya getirene kadar hayatımın daha renkli olduğunu elbet bir tartışma esnasında savunabilirdim. Şuanda, bırakın renkliliği günlerim monotonluktan kırıldı kırılacak. 

Günlerim; yemek yemek, evin içinde boş boş dolanmak, bir şeyler karalamak, tuvalete gitmek, televizyon izlemek kısır döngüsünden kesinlikle kurtulmuyordu. Sabah saat 01:01 de bu değerlendirmeleri yapmak biraz garip olmuş olsa da yapacak başka neyim vardı sanki.
  Uykuyu davet etmiştim etmesine yatağıma ama ne zaman geleceğini değil, geçte olsa geleceğini biliyordum sadece. Bir günde tüm insanlığın yatağını dolaşması, onu dünyadaki en büyük ve en tecrübeli fahişe yapmıyordu da ne yapıyordu. Tabi gelecekti, çünkü o tam bir profesyoneldi. Gelecek ve biraz eğlenecektik. Sonuçta ben ona açtım, o da benim ona aç olmama açtı.

   Sonunda uykunun gelip yanıma kıvrıldığını, odamdaki hava ile ciğerlerim arasına ağzımla açtığım tüneli fark edince anladım. Onu kızdırıp kaçırmak niyetinde değildim. Emir saydım bu nedenle söylediklerini. Yastığımı düzelttim, yatağımda biraz aşağı kaydım, kalınla ince olmak arasında kararsız yorganımı kendime doğru çektim ve yavaşça kapadım gözlerimi. Nazikçe kollarına aldı beni uyku. Her dokunuşuyla biraz daha kendimden geçtim. Zevkin doruklarına çıktığımı anlamam için ise kendimi, şehvetimin gölgesi olan ateş kırmızısı nevresimlerimin içinden çıkıp, rüya âleminin kapılarını açmaları için muhafızlara rüşvet verirken bulmam yeterli olmuştu.

            Rüyamda yine etraf zifiri karanlık, karşımda ise yine o ışık vardı. İlk seferimin aksine, bu sefer o ışığa yaklaştıkça beyaz bir kapıya dönüşeceğini biliyordum. Adımlarımı kendimden emin, korkusuzca attığım sırada fark ettim ayaklarımın çıplak, üzerimde ise pijama yerine kot pantolon ve tişört olduğunu. Ayaklarımın çıplaklığına anlam veremesem de Beyaz’ın karşısına bir nebzede olsa düzgün çıkacağım için memnun olmuştum. Bu karanlığın içinde kendimi eksiksiz görebiliyor olmam ise bambaşka ama umursamadığım bir detaydı. Derin bir nefes alarak devam ettim yürümeye.

     Işık kapıya dönüşmeye başlamıştı bile. Kapının normal koşullarda gözleri kör edebilecek bir güçte parladığını hissedebiliyordum ama ne etrafını aydınlatıyordu ne de gözlerime zarar veriyordu. Kapının tokmağı altın rengindeydi. Tuttum ve saat yönünün tersine çevirip araladım kapıyı. Kapının aralanmasıyla büyük bir güçle tekrar kapanması bir olmuştu. Yere düşünce ofladım çünkü popom çok acımıştı. Neyi vardı bu Beyazın böyle. Uygun değilse ne diye izin vermişti âlemine girmeme. Tamam, rüşvet vermiş olabilirdim ama yinede onun her şeyden haberi olurdu. Hem suratıma çarpması da gerekmezdi kapıyı. Belki kapıyı çalmadığım için sinirlenmişti. Pekâla, bir de çalarak girmeyi deneyecektim. Popomun üstüne oturduğum yerden tam kalkacaktım ki tarifsiz bir karanlık, beyaz kapıyı yutmaya başladı.

Geçen her saniye kapı biraz daha karışırken sonsuz olduğunu düşündüğüm karanlığa, yaydığı ışıkta karıştı yitikliğe ve bende göremez oldum kendimi. Önce bacaklarım, sonra gövdem, sonra ellerim… Kapıdan geriye altın tokmağı, benden geriye ise başım kalmıştı sadece. Hiçbir yeri aydınlatmadığını düşündüğüm kapı meğer sadece beni görünür kılıyormuş yoklukta. Neden sonra Beyaz’a ait olduğuna emin olduğum bir ses hayat buldu kafamın içinde. ‘’Git Ekru. Git ve yardım et arkadaşlarına. Eskisinden daha güçlü olduğunu ise aklından çıkartma. Sahip olduğun gücü kullanıp kullanmak senin seçimin olacak.’’ Ses yankılanırken zihnimde, ben artık hiçbir şey hissetmez olmuştum.

            Çığlık atarak uyandım ve doğruldum yatağımda. Kan ter içinde kaldığımı görmek için Kırmızı’nın evindeki aynaya ihtiyacım yoktu doğrusu. Sağ tarafımdaki komidinde, üzeri peçeteyle kapatılmış geniş ağızlı bardağımda duran suyuma uzandım ve bir dikişte içtim. Beyaz’ın geçen sefer bana yardım ettiğini düşününce, bu defa söylediklerinden ne anlam çıkarmam gerektiğini kestiremedim. Başının belada olduğu kesindi, yoksa neden bu kadar açık konuşsun ki. İyi olsa bilmece gibi konuşurdu eminim. Taslağını benim oluşturmuş olduğum Kısır Döngü yasasının kaçıncı maddesi olduğunu hatırlamadığım Evin İçinde Boş Boş Dolaşmak maddesini biraz değiştirerek uygulamaya koydum hemen. Saate baktım 01:59’ du. Bütün bunların bu kadar kısa bir zaman içinde olmuş olması neden bilmem şaşırtmamıştı beni. Geç de olsa Kırmızı’ya gitmeye karar verdim. Eminim o, rüyayı anlamam için bana yardım ederdi. Ya da anlamamı sağlayacak bir renge yollardı beni. Hemen pijamalarımı çıkarttım. Altıma bir eşofman, üstüme ise üzerinde siyah desenler olan beyaz bir tişört giydim. Çıkarken de en sevdiğim beyaz spor ayakkabılarımı geçirdim ayağıma. Kapıyı hızlı kapattığımı, ses binanın içinde yankılanınca anladım ve sessiz bir özür yolladım bütün renklere. Hızlı adımlarla, asansöre doğru yürüdüm. Evcil canavarımın ağzı açıldı. İçeriye girdim ve evimin kapısına doğru dönünce gördüm, kapımın her iki yanına konmuş çiçekleri. Urmiye Mavisi’ne teşekkür etmeyi unutmamalıydım. Kapılar kapandı.
  
‘’Kırmızı’’ diye emrettim. Sonrada ‘’Zili çal.’’dedim. İki saniye sonra kapılar açılmıştı. Eve doğru yürüdüm ama kapı duvardı. Bu saatte Kırmızı’nın nerede olabileceğini merak etsem de hemen asansöre geri döndüm ve biraz önce verdiğim emirlerin aynısını Mavi için verdim. Kapılar açıldı ve beni bekleyen kimse yoktu. Yine. Bir terslik olduğunu hissetmiştim. Tekrar döndüm asansöre.
‘’Bütün evlerin zilini çal ve kim kapısını açarsa oraya götür beni.’’dedim. Asansör hareket etmedi. Bir küfür savurdum.
‘’Kayıt yok.’’dedi.
 ‘’Ben sana kaç kere dedim, küfür edince şu cümleyi tekrarlama diye.’’ Kelimelerim sitem, sesim kızgınlık kuşanmıştı. Üç tane bib sesi çıkararak cevap verdi asansör bana. Sanırım küfür etmişti.
 ‘’Kırmızı veya herhangi bir renk nereye gitti en son?’’diye sordum.  
 ‘’Patron’’ diye anlamadığım bir cevap aldım.
 ‘’Tamam, hadi beni Patrona götür.’’dedim.
 ‘’Gidiş izniniz yok.’’dedi bana hurda yığını. İyice sinirlenmiştim.
 ‘’Beni hemen oraya götür.’’diyerek vurdum asansörün kapılarına şiddetle. Midemden bir enerji dalgası koptu. Enerji, yol olarak kollarımı, çıkış yolu olarak ise ellerimi seçmişti. Siyah ve beyaz milyonlarca küçük kıvılcım elimle vurduğum yerde hayat bulmuş hemen sonra metalde kendilerine bir yol açarak bana itaat etmeyen canavarımı ele geçirmişlerdi. Kapılar açıldı ve ben kendimi daha önce binanın hiç görmediğim bir kısmına bakarken buldum.


  Sağ tarafımda merdivenler yukarı doğru moral bozucu bir şekilde uzanıyordu yine. Aşağı doğru uzanan ise sadece yirmi altı basamak vardı. Evet, üşenmemiş ve saymıştım. Sonra ya merdivenler bir başka yerde başlıyordu ya da gerçekten binanın sonunu görmeyi başarmıştım. Tam karşımda her biri iki kanatlı üç tane uzun ahşap kapı, yerle tavanı birleştirmiş bir şekilde duruyordu. Kapıların her kanadında ayrı tutma yerleri vardı, onlarda metalden ve siyahtılar. Sol baştaki kapının üzerinde kazılarak yazıldığı uğraş gerektirmeden fark edilen ‘’Geçmiş’’ kelimesi göze çarpıyordu, ortadakinde ‘’Şimdi’’, sağdakinde ise ‘’Gelecek’’. Biraz önce asansörde olan olayın şaşkınlığını bir kenara bırakıp, buraya odaklanmaya başlasam iyi olacaktı.

Üç kapıdan da geçmeye karar verdiğimi, içimdeki ses haykırdı ve ben titreyerek geri çekildim. Sonra tekrar ileriye yöneldim ve tüm gücümle ittim kapıyı. Fazla güce gerek olmadan da kapının açılabileceğini yüz üstü kapaklanmaktan son anda kurtulanca anladım ve ‘’ohh…’’dedim. Kapı içinde kapı bu olsa gerekti. Karşıma çıkan koridor uzadıkça uzuyordu. Binanın sonunun olmadığını bir kez daha anlamış oldum bu sayede ve bina tasarımcısına kinayeli bir ses tonuyla teşekkür ettim.

 Koridorun her iki tarafında karşılıklı olarak sıralanmış bir ton kapı vardı. Ama sadece yirmi altı tanesinin üzerinde isim yazılıydı. İsimler arkadaşlarıma aittiler. Üzerlerinde ad olmayan kapılarda, gelecek arkadaşlarıma aittiler, buna emindim. Gözlerimi yumdum, etrafımda dönerek bir kapıya çarpma umuduyla direk ilerledim. Hemen bir kapıya çarparak durdum. Gözlerimi açtım ve biraz geriye çekilerek kapının kime ait olduğunu gördüm. Sağır Renk’in ismi tüm davetkârlığıyla parlıyordu kapının üzerinde. Tam kapıyı açacakken bir şey geri itti beni. Tabii ya kim geçmişinin öğrenilmesini isterdi ki. Ama ben kararlıydım, tecavüz edecektim bütün geçmişliğe ve onun yerine ben intikam alacaktım beklide yaşanmışlıklardan.
 Belki asansörde bilmeden yaptığım şeyi, şimdi isteyerek yapabilirdim.


‘’Hadi siyah-beyaz küçük tatlı şeyler, orda saklandığınızı biliyorum gelin ve bana yardım edin.’’diye seslendim kendi kendime. Büyük bir saygıyla itaat ettiler küçük yaramazlar bana. Parmak uçlarımdan çıkıp kapı önündeki bariyeri tek seferde parçaladılar. Görünmez bariyerin darmadağın olduğunu hissedince kapıya dokunma fırsatı buldum. Gözlerim kapalıyken dokunduğum yüzeye hiç benzemiyordu. Kıymıklıydı kapı. Zımparalanmamıştı ya da bilerek böyle bırakılmıştı. Geçmişin acı vericiliği getirilmek isteniyordu belki de akla. Umursamadım, kolu tuttum ve aşağı doğru eğerken metal kolun soğukluğu tüm bedenime yayıldı. İçeride sadece bir masa bir sandalye ve kocaman bir ekran vardı. Ekran masanın ortasından çıkıyordu boşluğa. ‘’Teknoloji’’dedim sesli bir şekilde. Ekran bana doğru döndü ve aramaya başladı kelimeyi. Korktum. ‘’Aramayı kes hemen.’’dedim. Tamam, içimde kötülük olabilirdi ama bu kadarını yapmayıp kendime hâkim olacaktım. Merak ettiğim sadece küçük bir şey vardı. Ve ben merak ettiğim şeyin masum olduğunu biliyordum.


 ‘’Binaya ilk geliş’’dedim. Ekranda bir dosya belirdi.
‘’Oynatılsın mı?’’ dedi ekran bana. Bu asansörümdeki sesti. Bana sürekli ‘Böyle bir kayıt yok.’’diyerek sinirlerimi bozan ses. Gülümsedim.
‘’Oynat.’’dedim otoriter ses tonumu takınarak. Sağır Renk ekranda belirdi o sıra. Binanın önünde dikiliyordu. Eminim binanın önünde lazerle yazılmış abartılı isme bakıyordu. Farkında değildi belki ama o daha saf ve temiz parlıyordu binanın önünde dikilmiş gördüğünü anlamaya çalışırken. Arkada birisi daha vardı, sarhoş bir adama benziyor olsa da Tenekeden Macivert olduğunu anlamamı bir renk olmama borçluydum. Sağır renk dönüşümünü daha tamamlamamış olduğu için onu fark edememişti. Ağzı açık bir şekilde adım atarken binaya tebessüm ettiğini görmek güzeldi. Benim içeriye girdiğimde gördüğüm ortamla Sağır Renk’in gördüğü ortam çok farklıydı. Bina yenilere, ruh hallerine göre hizmet veriyor olsa gerekti. Ben biran önce evime girmek istediğim için bina beni girişe, Sağır Renk meraktan yanıp tutuştuğu için ise onu kütüphane girişine getirmişti. Ego Feneri’ni usta bir şekilde atlatmış ve mükemmel bir renk olacağının sinyallerini o andan vermişti.
‘’Biraz ileri sar.’’dedim. Görüntü yeniden döndüğünde Sağır Renk her şeye çabucak uyum sağlamış görünüyordu. Anlamadığım tek bir şey kalmıştı. Sağır Renk benden önce gelmişti binaya. Nasıl oluyordu da benle kucaklaşabiliyordu. 


Biraz durup düşündükten sonra anladım olanları. Evet, biz çok özeldik ve evet, hepimizin birbirine bağlı ama farklı farklı yetenekleri vardı. Sağır Renk ise benim aksime bilerek ya da bilmeyerek gücünü hemen kullanıp, benim geleceğimin müjdecisi olmuştu renkler için. O, Sonsuzluğa Uzanan Renkler Apartmanı’nın kâhiniydi.


Tenekeden Macivert ise diğer renkleri hissediyor ve onları buraya yönlendiriyor olmalıydı. Acaba Sağır Renk onun büyüsü altında buraya geldiğini bilse ne yapardı.


Odadan hemen çıktım ve bariyeri tekrar oluşturmaları için küçüklerden bir kez daha yardım aldım. Her şey eskisi gibi olunca halsiz kalmıştım. Etrafıma o yorgun halimle tekrar bakınca gördüm her kapının üstünde resimler olduğunu. Kırmızı’nın kapısındaki palyaçoyu andıran insan resmi olabildiğince parlıyordu. Sağır Renk’in kapısında ise bir lambanın etrafında dans eden renklerin resmi tüm asilliğiyle duruyordu. Az ilerde ise belli belirsiz parlıyordu bir kapı. Kapıya yaklaştım ve kime ait olduğunu görmek için kafamı yukarıya kaldırdım. Beyaz’ın adı göz korkutmak istermişcesine kabaca kazınmıştı. İşe yaradığını söyleyebilirdim, çünkü göreceğim şeye, her ne olursa olsun, hazır olduğumu sanmıyordum. Kapının altın tokmağına giden sol elimi son anda durdurabilmiştim sağ elimle. Koridordan koşar adım çıktım ve geçmiş yazılı kapıyı kapattım. Geleceğe bakma niyetimden vazgeçmiştim. Buna hakkım yoktu ama ‘’Şimdi’’ye kesinlikle bakacaktım. Kapıyı açtığım zaman karşımda sadece kenarları gümüş renkli tamamı camdan bir kapıyla karşılaştım. Kapının tutma yeri merdivenler gibi rengârenkti.


Biraz dikkatli bakınca içeride birilerinin, o birilerininde arkadaşlarım olduğunu anladım. Daha net görebilmek için kafamı kapıya yapıştırdım ve ne olduğunu kavramaya çalıştım. Aniden karşımda birisi belirince korkudan bağırdım ve geri çekildim. Hep böyle şeyler gelmek zorunda mıydı başıma. Ya düşmekten kurtuluyordum ya da korkudan ödüm patlıyordu. Kısır Döngü yasasına bunu maddeleştirip koymayı unutmamalıydım. Karşıma çıkan kişi kapıyı açtı ve ‘’Gel içeri Ekru.’’dedi. İçeriye girdim. Yerler halıyla kaplanmıştı, halının ortası ise delikti ve delik olan o yere ceviz ağacından yapılmış üstünde altın işlemeleri olan yuvarlak bir masa ve sandalyeler yerleştirilmişti. Odanın tek camından gecenin karanlığı hücum ediyordu gergin ortama. Renklerin yarısı burada yarısı ise yoktu. Nerde olduklarını sormak için ağzımı açmayacaktım elbette. İlgi üstümden kalkıp da bütün renkler tekrar tek bir ağızdan konuşmaya başlayınca, renkli sesler kulaklarımda çınladı ve beynim patlayacak sandım.


‘’Lütfen biraz sessiz olup teker teker konuşalım.’’ diye çıkıştı tanımadığım kişi, bütün renklere. Herkes aynı anda sustu ve ben başladım dayanamayarak konuşmaya.
‘’Sende kimsin?’’dedim.
‘’Şunda acil bir durum söz konusu ve ben bu konuyu bırakıp sana açıklama yapmayacağım. Başka sefere.’’
‘’Hey, ben zaten burayı şans eseri buldum ve …’’
‘’Ooo… ne şans ama.’’
‘’Baksana sen bana.’’dedim tehtitkâr bir ses tonuyla. Renklerin başı belada olabilirdi. Tetikte olmalıydım.
‘’Sakin ol çocuğum.’’ diyerek yaklaştı yanıma Mavi. Devam etti sonra sözlerine.
‘’Biz ona Patron diyoruz. Beyaz elbette bizi yarattıktan sonra başıboş bırakacak değildi. Bir lidere ihtiyacımız olacağını biliyordu. Ve işte o lider karşında duruyor.’’ Patronun gözleri sonsuz güçle parlıyordu. Biran beni yok etmek için hazırlık yaptığını düşünüp sindiysem de tekrar başladım konuşmaya.
‘’Madem bende bir rengim, benim neden haberim yok bütün bunlardan. Bir olay oluyor ondan haberim yok, toplantı oluyor çağrılmıyorum, buranın varlığını bilmiyorum. Bir patronun olduğundan habersizim ve en önemlisi, bizim güçlerimiz varmış ve ben bunları bugün keşfediyorum.’’
‘’Aha’’dedi varlığını asansörüm sayesinde öğrendiğim Patron. ‘’Söylediğin gibi hepsini keşfedeceksin hem de kendi başına. Sen ne sandın bizi, bebek bakıcısı falan mı? Biz sadece gerektiği yerde yardım edebiliriz sana, hepsi bu. Gerisi sana ait.’’ Patronun söyledikleri afallatmıştı beni. Ne demeye açmıştım sanki şu siyah-beyaz kokan ağzımı.
‘’Şey, özür dilerim. Ben kimseyi kızdırmak veya kırmak istemedim. Sadece, kendimi daha fazla buranın bir parçası haline getirmek istedikçe, kopuyormuşum gibi hissediyorum.’’
‘’Merak etme zamanla düzeleceksin ve bizi daha iyi anlayacaksın. Ama madem burayı buldun şimdi kendi sorunlarını bir kenara bırak ve bizimkine odaklan.’’

Şaşkın bir yüz ifadesiyle kafa salladım, çünkü Xakestari’yi daha önce hiç bu kadar sevecen görmemiştim.
Herkes önce bana gülümsedi, sonra da Patrona dönüp onu dinlemeye başladı.
‘’Işığın koruyucularına yardım etmeleri için bazı arkadaşlarımızı Işıklar Diyarı’na yolladık. Geriye kalanlar ise benimle burada Karataş’ı koruyacak ve Beyaz’ı geri almamız için elinden geleni yapacak.’’ Işıklar Diyarı mı? Bilmediğim ne kadar da çok şey vardı böyle. En kısa zamanda apartmanın kütüphanesine gitmeli ve biraz araştırma yapmalıydım.


‘’Beyaz’ı rüyamda gördüm ben bugün.’’diye atıldım ortaya sonra. Düşünmeyi ne zaman bırakmıştım da koca çenemi kapalı tutamamıştım acaba. Herkes bana dönüp baktı. Şaşkınlardı. Sebebini ise Alizarin: ‘’Beyaz’ın âlemine girmek sadece Patrona Serbesttir.’’deyince anladım. Ondan başka kimse sorgulamadı beni. Sadece Patron rüyayı anlatmamı istedi ve ben gördüğüm her şeyi anlattım. O da, Beyaz’ın âlemine girmiş ama beyaz kapıyı göremeyince, bir şeylerin ters gittiğini anlayarak renkleri bir araya toplamıştı. Ben, tam rüyanın etkisiyle uykumdan uyanıp, buraya geldiğimi söyleyerek atacakken havamı, kapı açıldı ve içeriye kahkaha atarak Kafka Rengi girdi.


‘’Ben kaç kere dedim size Beyaz’ı renklilerle yıkamayın, renkliler boya verir beyaz mahvolur diye.’’dedi ve devam etti kahkahasına. Ondan başka kimse gülmüyordu ama ortam gergin olmasa ben de bir kahkaha atabilirdim. Eminim sinirlerime iyi gelirdi gülmek. Gülmeyi bıraktığında gidip Üç Ton Kara’nın yanındaki boş sandalyeye oturdu ve tebessüm etmeye devam etti.


‘’Espri anlayışına en kısa zamanda çeki düzen versen iyi olur.’’dedi Soluksuz Gri.
‘’Evet. Aynen.’’diye katıldı Sepya ona. Kıs kıs güldü Meşki. Kafka Rengi’nin üzerinde kahverengi pijamalar vardı. Pijamanın üst kısmının ortasında, tüm utanmazlığıyla aşağıyı gösteren beyaz bir ok işareti bulunuyordu. Okun nereyi gösterdiğini anlamak zor değildi, kafamı salladım ve aynı okun arka kısımda da olup olmadığını merak ederek yürümeye başladım. Patron bana dönerek ‘’Sakın şimdi de Karataş ne diye sorma bana. Bunları konuşacak zamanımız yok. Ayrıca, herkes ne yapması gerektiğini biliyordur umarım.’’dedi. Ellerimi havaya kaldırarak teslimiyetimi sunduğumu gösterdim ve ben hariç dedim içimden. Memnun olmuş görünüyordu soru sormaz halime. Ama ben Karataş’ın boynunda asılı duran o beyaz, köşeli taş olup olmadığı konusunda meraktan ölmek üzereydim. Hem taş mevzusuda nerden çıkmıştı, ne işe yarıyordu da onu koruyacaktım. İç çatışmamı bir kenara bırakıp, ‘’Ben herkesin zilini çalmıştım. Benden sonra geldiğine göre evdeydin sanırım. Neden açmadın kapını?’’ diye sordum Kafka Rengi’ne.


‘’Ne diyebilirim ki. Uykusu ağır olan bir rengim ben.’’dedi. Bozulduğumu belli etmek niyetinde değildim.
‘’Geliyorlar.’’dedi Sağır Renk. Herkes ayaklandı ve kapıya doğru yürüdü. Patron kapının önünde dikildi ve anlamadığım bir şeyler mırıldanıp kapıyı açtı. Karşımda kocaman bir bahçe vardı. Yerler de yeşil çimler, ortada öksüz bir meşe ağacı.
Ağacın gövdesinde kara bir delik açıldı. Kimi çıtı pıtı kimi iri yarı tanımadığım bir ton insan çıktı içinden kadınlı erkekli. Hepsi pis pis sırıtıyordu. Çıkanlar karşılıklı olarak ikiye ayrıldı ve bir koridor oluşturdular. Son olarak, hayatımda daha önce hiç görmediğim güzellikte bir kadın çıktı. Siyah elbisesi bütün bedeni sarıp hatlarını ortaya çıkartmıştı. Siyah düz saçları açıktı. Gözlerinde tarif edemediğim bir karanlık vardı. Boynundaki siyah taşlı kolye, iki göğsünün arasına sıkışmıştı. Elbisesinin eteğinden çıkan gölgeler ise çimleri eziyordu. 


‘’Ben Siyah. Kötülük ve karanlığın en saf hali.’’dedi süper seksi kadın. Sonra patronla konuşmaya başladı. ‘’Geri istediğini düşündüğüm bir şey var elimde. Eğer istiyorsan, taşı bana ver.’’dedi kadın. Taş da taşmış herkes onu istiyor dedim içimden.


‘’Hıhı oldu. Beyaz’ı zamanda dondurup, bütün renkleri yok ederek dünyaya getireceğin karanlık için sana seve seve yardım ederim.’’dedi Patron. Dalga konusu olduğunu anlayan kadın sinirlenmiş olacak ki meşe ağacının gövdesinde açılan delikten geri girdi ve girmeden önce de ‘’Bitince bana haber verin.’’dedi.


Kapıdan geçenler üstümüze doğru yürümeye başlayınca herkes kendi renginde parladı. Bazı renkleri daha önce hiç görmemiştim. Karşımızdakiler renk olmadıkları için bu parlaklığı gördüklerini sanmıyordum. Onlardan sadece kötülük akıyordu. Kırmızı öne attı kendini, iki kolunu uzatıp ellerini sıkıp yumruk yaptı, sonra yumruklarını döndürerek kendine çekti. Karşısındaki iri yarı adamın derisi parçalandı ve kanı dışarı çıktı. Kırmızı doğasını bulmuştu sanırım. Adam yere yığılırken Kırmızı havada tuttuğu kanla anlayamadığım dilde bir şeyler mırıldanarak, önümüze bir çizgi çekti. Ben bütün olanları korkudan sinmiş bir şekilde izlerken Soluksuz Gri yanıma geldi ve ‘’Korkma. Onlar insan değiller bu yüzden hiçbir renk onlara merhamet etmeyecek. Çok hızlı hareket ederler bu yüzden kanla bir set çekti Kırmızı önümüze, biraz zaman kazanalım diye. Benim de yardım etmem lazım o yüzden şimdi gideceğim. Sen arkada dur ve kendini koru. Daha savaşacak kadar güçlü değilsin.’’dedi ve gitti. Urmiye Mavisi kendini gösterdi ileride. Kollarını iki yana açtı, avuç içleri yıldızlı gökyüzüne bakıyordu. ‘’Yardım edin bana.’’diye seslendi. O an Meşe hareketlendi. Daha fazla, ne olduklarını bilmediğim o şeylerden gelmemesi için, kara deliği gövdesinden söküp attı. Çimenler hareketlendiler, uzayıp büyüyerek karşımızdakilerin ayaklarına dolandılar. Şimdi daha iyi anlıyordum onun bitkilerle olan haşır neşirliğinin nerden geldiğini. İsimsizler, ben onlara öyle demeye karar vermiştim, kılıçlarını, hançerlerini, mızraklarını ve daha adını bilmediğim pek çok alet çıkarmışlardı. Çimenleri kestiler ve kanlı çizgiyi aştılar. Mavi, avuçlarında tuttuğu mavi renkli ateşi üzerlerine savurdu. Kimisi yere yığıldı isimsizlerin, kimisi darbeden kurtulup üstümüze yürümeye devam etti. Ellerindekileri savurmaya başladılar. Herkes kendini ustaca koruyordu ve kimse yara almamıştı henüz. Ben ne yapabileceğimi gerçekten bilmiyordum. Her şey o kadar çabuk olmuş ve olmaya devam ediyordu ki. O küçük kıvılcımlar ne kadar zarar verebilirlerdi karşımızdaki devasa tiplere bir fikrim yoktu. Kafka Rengi ‘’Silin’’ diye bağırdı. O an bağırdığı isimsiz, elleriyle başını tuttu ve olduğu yere oturdu. Ne yapacağını bilmiyor gibi duruyordu. Sonra ne olduğunu anladım. Kafka Rengi onun hafızasını silmişti. Şimdi böyle kötü şakalara bütün renklerin nasıl katlanabildiğini anlamıştım. Kırmızı, isimsizlerin kanlarını çekme işini bırakmıştı. Gözleri alev almış avuçlarında ateşin en can yakıcı halini tutar olmuştu. Savurduğu alevden kurtulan olduğunu sanmıyordum. Sayıları çoktu, böyle giderse birileri yaralanacak ya da ölecekti. Üç Ton Kara Tek elini gökyüzüne kaldırdı, sonra karşısındaki isimsizi hedef gösterdi. Havadan hızlıca süzülen karanlık isimsizi alıp savurdu. Alizarin gözlerini kapatmış bir şeyler mırıldanıyordu. Tam bir hançer darbesi alacakken isimsiz patladı ve her hücresi ayrı bir yere sıçradı. Tenekeden Macivert birisini kollarından tutup yere yatırdı ve adamın elinden aldığı kılıcı göğsüne sapladı. Arkasından gelen bir başka adamın darbesini savuşturdu ve adamı kafasından tuttu. İsimsizin kulaklarını ağzına yapıştırıp bir şeyler fısıldadı, adam çığlık atarak başladı kaçmaya. Soluksuz Gri ve Sepya el ele tutuşmuşlardı, boşta kalan elleri ise yerde yatan isimsizleri hedef almıştı. Bütün bahçe ölüm kokuyordu. Ölüler canlandı bir anda ve arkadaşlarına saldırmaya başladılar. İsimsizlerin kafası karışmış, nereye saldıracaklarını şaşırmışlardı. Bütün olanı biteni sinemada film izler gibi izlerken, ensemde bir acı hissettim ve yere yığıldım. Etrafım bulanıklaşmaya, sesler birbirine karışmaya başladı. Ben son darbenin gelmesini beklerken, elinde kılıcı gövdesine saplanmış mızrağıyla üstüme yığıldı bir kadın. Yanıma ilk gelen Patrondu, mızrağı o atmış olmalıydı. Kadını üstümden kaldırırken görüşüm düzelmeye başlamış ve ben hiç tahmin bile edemeyeceğim bir şey görmüştüm ölen kadının gözlerinde.


Bir parça beyaz. Annem ne derdi hep bana. ‘’İyilik olmadan kötülük olmaz. Kötülük olmadan da iyilik olmaz. Onlar birlikteyken varlar.’’ Saf kötülük olamazdı annemin dediği gibi. İsimsizler kötü yaratılışlıydılar tamam ama var olmaları için küçük de olsa iyiliğe ihtiyaçları vardı.



İsimsizler bana benziyorlardı.
Bir parça beyaz bir parça siyah.
Bir parça iyilik bir parça kötülük.


Ayağa hızla kalktım ama başım dönmüştü. Düşmemek için dua ettim. Ayaklarımın yere sağlam bastığını anladığımda ise bütün renklerin duyması için bağırarak konuştum. ‘’Hepiniz aynı anda saldırın, başarabilirsem kazanacağız.’’


Kimse beni ikiletmedi, bana güvendiklerini görmek gururumu okşamıştı. Yan yana dizildiler, hepsinin gözleri kendi renklerinin en saf halinde parlıyordu. Daha kimse bir hamle yapmamıştı ama isimsizler şimdiden şaşkın gözüküyorlardı. Durup bizi izlemeye başladılar. Urmiye Mavisi tek elini ileri uzattı, siyah ve lacivert karışımı bir gölge avuç içlerine doldu. Gölge dağılınca elinde kül rengi testereye benzer bir kılıç tuttuğunu gördüm. Kılıcı ileriye fırlattı ve bir isimsiz kılıcı kolaylıkla tuttu. ‘’Sıra sende Xakestari.’’diye bağırdı Urmiye Mavisi. Xakestari bir adım öne çıktı ve kafasını tamam anlamında salladı. Avuç içleri, karşıdaki kılıcı tutan isimsizi gösterecek şekilde, ellerini göğüs kafesi hizasında kaldırıp, havada şekiller çizmeye başladı. Gözlerindeki güç dışarı taşıyordu. Sonra kılıçlı adamın, arkadaşlarına saldırmaya başladığını gördüm. Xakestari’nin bana zaman kazandırmak için onun bedenini ele geçirdiğini anlamam biraz zaman almış olacaktı ki herkes meraklı gözlerle beni izliyordu. Hemen topladım kendimi.


‘’Ben Ekru. İyiliğin ve kötülüğün aynı anda içimde hayat bulduğu renk. Varlığımdaki beyaza seslenerek iyiliği itaat etmeye zorluyorum.’’ Hiç bir şey olmamıştı. Kılıcı tutan adam çoktan ölmüştü ve isimsizlerin hepsi yaylarını gerip ok atmaya hazırlanıyorlardı. Herkes donakalmış ve ne yapacağını bilemez haldeydi çünkü tam tepemizdeki oklar bize varmak üzereydi. Ben gözlerimi kapadım ve tüm içtenliğimle yalvardım benliğime. ‘’Lütfen, lütfen, lütfen…’’ hala bir şey olmuyordu. Sinirliydim, kızgındım ve öfkeliydim ve kin duyuyordum. Siyah renkli bir damla yaş düştü sağ gözümden avuçlarıma ve göz yaşımın değdiği yer parlamaya başladı ansızın. Ellerimdeki beyazlık görülmeye değerdi, çünkü daha önce kimsenin böyle bir şey görmediğinden emindim. Tüm bedenimden, etrafımızı yavaş yavaş kaplamaya başlayan beyazla karışık saydam bir madde çıkıyordu. Çıkan şeye değen oklar eriyip yok oluyorlardı. Arkadaşlarımın güvende olduğunu anlayınca, güvenim yerine gelmiş ve ben konuşacak cesareti bulabilmiştim kendimde.


‘’Siz isimsizler, kötülüğün vücut bulmuş halleri. Var olmanız için derinlerinize gömülmüş iyiliğe sesleniyorum. Çıkın oradan ve bana gelin.’’ Ne yaptığımı bilmiyordum. Sadece doğaçlama yapıyordum ve sanırım işe de yarıyordu. Karşımda duran bütün isimsizlerin gözlerinden küçük beyaz bir top çıktı ve ellerime ulaşmak için birbirleriyle yarıştılar. İsimsizlerde kalmış saf kötülük ise onların başa çıkabileceği cinsten değil olacak ki, karanlık, hepsinin vücutlarını parçalara ayırdı ve isimsizler küle döndüler. Gözlerimi başarmışlığın hazzıyla çevirdiğimde, ortalık çoktan karışmıştı. Yerde birisi boylu boyunca yatıyordu. Koşarak yanlarına gittim, yatan Kafka Rengiydi ve kalbinin üzerinde bir ok olmasına rağmen arsızca sırıtıyor, ‘’Ben iyiyim lütfen böyle yapmayın’’ diyordu. Sonra tek eliyle oku saplandığı yerden söküp çıkarttı, bunu yaparken de sadece küçük bir inilti duyuldu ağzından. Okun yarıp geçtiği deri hareketlenmeye, birbirine biran önce kavuşmaya çalışan ellere benzemeye başlamıştı. Her el kendi eşini buldu ve deri tekrar bir bütün oldu. Yaradan geriye sadece küçük bir hatıra kalmıştı. Herkes bakışlarını biranda bana çevirdi. Kelime dünyası üzerinde hayat bulmuş bütün kötü sıfatlar beni niteliyor olsa da şuan, her şey tekrar yoluna girdiği için ben mutluydum. Her şeyin elbet bir açıklaması olmalıydı ama hem ben hem de bütün renkler bu açıklamayı Beyaz’dan duyacağımızı biliyorduk. Kafka Rengi araya girdi ve
‘’Hadi ama. Herkes çok iyi, kimseye bir şey olmadı ve Ekru çok cesurca davrandı. Kimseyi sorgulama zamanı değil. Kurtarmamız geren bir Beyaz’ımız var.’’dedi. Herkes aynı anda gülümsemeye başladı, ben ise yere yığıldım. Gözlerimi korku bağırtıları eşliğinde renklere kapatıp, hislerimin köreldiği sonsuz karanlığa açtım. Her şey yine çok hızlı olmuş ve ben olana yine anlam verememiştim. Hayır, hayır salak değildim sadece çok tecrübesizdim. İlk defa gerçek anlamda korkuyordum. Bildiğim tek şey hemen buradan çıkmam gerektiğiydi.
 Bir çıkış yolu olmalıydı.
‘’Lütfen, lütfen, lütfen…’’



Ekru


                                                               Roberto Matta