2 Haziran 2011 Perşembe

BAŞKA YÜZLÜ RENKLER


                                    
    Kendimi keşfedişimin üzerinden bir hafta kadar geçmişti. Bir hafta önce o zaman, elimde kalan son kopyayı okuyup evime girince, tek bir şey yapmak istemiştim.

Oturma odasının yanındaki küçük odaya gidip, büyük yumuşak bir yastıkla büyük kalın bir battaniye almış, sonra plazma televizyonumun bulunduğu kocaman salonuma gitmiştim. Uzun ve geniş olan fıstık yeşili koltuğuma aldığım battaniyeyi iki kat sermiş ve tek katını içine yatabilmek için açmıştım. Sonra soyunmaya başlamış, üzerimden çıkardığım her bir parça kıyafeti gelişine etrafa savurmuştum. Çırılçıplak kalınca da, kendimi battaniyenin altına atıp vücudumu ona teslim etmiştim. Yastığa gelince, ona iki bacağımın arasındaki esirliği uygun görmüştüm. 

    Şimdi ise yeniden ne yapacağımı bilemez haldeyim. Tenekeden Macivert, bana özel birisi olduğumu söyleyerek, beni bu binaya getirene kadar hayatımın daha renkli olduğunu elbet bir tartışma esnasında savunabilirdim. Şuanda, bırakın renkliliği günlerim monotonluktan kırıldı kırılacak. 

Günlerim; yemek yemek, evin içinde boş boş dolanmak, bir şeyler karalamak, tuvalete gitmek, televizyon izlemek kısır döngüsünden kesinlikle kurtulmuyordu. Sabah saat 01:01 de bu değerlendirmeleri yapmak biraz garip olmuş olsa da yapacak başka neyim vardı sanki.
  Uykuyu davet etmiştim etmesine yatağıma ama ne zaman geleceğini değil, geçte olsa geleceğini biliyordum sadece. Bir günde tüm insanlığın yatağını dolaşması, onu dünyadaki en büyük ve en tecrübeli fahişe yapmıyordu da ne yapıyordu. Tabi gelecekti, çünkü o tam bir profesyoneldi. Gelecek ve biraz eğlenecektik. Sonuçta ben ona açtım, o da benim ona aç olmama açtı.

   Sonunda uykunun gelip yanıma kıvrıldığını, odamdaki hava ile ciğerlerim arasına ağzımla açtığım tüneli fark edince anladım. Onu kızdırıp kaçırmak niyetinde değildim. Emir saydım bu nedenle söylediklerini. Yastığımı düzelttim, yatağımda biraz aşağı kaydım, kalınla ince olmak arasında kararsız yorganımı kendime doğru çektim ve yavaşça kapadım gözlerimi. Nazikçe kollarına aldı beni uyku. Her dokunuşuyla biraz daha kendimden geçtim. Zevkin doruklarına çıktığımı anlamam için ise kendimi, şehvetimin gölgesi olan ateş kırmızısı nevresimlerimin içinden çıkıp, rüya âleminin kapılarını açmaları için muhafızlara rüşvet verirken bulmam yeterli olmuştu.

            Rüyamda yine etraf zifiri karanlık, karşımda ise yine o ışık vardı. İlk seferimin aksine, bu sefer o ışığa yaklaştıkça beyaz bir kapıya dönüşeceğini biliyordum. Adımlarımı kendimden emin, korkusuzca attığım sırada fark ettim ayaklarımın çıplak, üzerimde ise pijama yerine kot pantolon ve tişört olduğunu. Ayaklarımın çıplaklığına anlam veremesem de Beyaz’ın karşısına bir nebzede olsa düzgün çıkacağım için memnun olmuştum. Bu karanlığın içinde kendimi eksiksiz görebiliyor olmam ise bambaşka ama umursamadığım bir detaydı. Derin bir nefes alarak devam ettim yürümeye.

     Işık kapıya dönüşmeye başlamıştı bile. Kapının normal koşullarda gözleri kör edebilecek bir güçte parladığını hissedebiliyordum ama ne etrafını aydınlatıyordu ne de gözlerime zarar veriyordu. Kapının tokmağı altın rengindeydi. Tuttum ve saat yönünün tersine çevirip araladım kapıyı. Kapının aralanmasıyla büyük bir güçle tekrar kapanması bir olmuştu. Yere düşünce ofladım çünkü popom çok acımıştı. Neyi vardı bu Beyazın böyle. Uygun değilse ne diye izin vermişti âlemine girmeme. Tamam, rüşvet vermiş olabilirdim ama yinede onun her şeyden haberi olurdu. Hem suratıma çarpması da gerekmezdi kapıyı. Belki kapıyı çalmadığım için sinirlenmişti. Pekâla, bir de çalarak girmeyi deneyecektim. Popomun üstüne oturduğum yerden tam kalkacaktım ki tarifsiz bir karanlık, beyaz kapıyı yutmaya başladı.

Geçen her saniye kapı biraz daha karışırken sonsuz olduğunu düşündüğüm karanlığa, yaydığı ışıkta karıştı yitikliğe ve bende göremez oldum kendimi. Önce bacaklarım, sonra gövdem, sonra ellerim… Kapıdan geriye altın tokmağı, benden geriye ise başım kalmıştı sadece. Hiçbir yeri aydınlatmadığını düşündüğüm kapı meğer sadece beni görünür kılıyormuş yoklukta. Neden sonra Beyaz’a ait olduğuna emin olduğum bir ses hayat buldu kafamın içinde. ‘’Git Ekru. Git ve yardım et arkadaşlarına. Eskisinden daha güçlü olduğunu ise aklından çıkartma. Sahip olduğun gücü kullanıp kullanmak senin seçimin olacak.’’ Ses yankılanırken zihnimde, ben artık hiçbir şey hissetmez olmuştum.

            Çığlık atarak uyandım ve doğruldum yatağımda. Kan ter içinde kaldığımı görmek için Kırmızı’nın evindeki aynaya ihtiyacım yoktu doğrusu. Sağ tarafımdaki komidinde, üzeri peçeteyle kapatılmış geniş ağızlı bardağımda duran suyuma uzandım ve bir dikişte içtim. Beyaz’ın geçen sefer bana yardım ettiğini düşününce, bu defa söylediklerinden ne anlam çıkarmam gerektiğini kestiremedim. Başının belada olduğu kesindi, yoksa neden bu kadar açık konuşsun ki. İyi olsa bilmece gibi konuşurdu eminim. Taslağını benim oluşturmuş olduğum Kısır Döngü yasasının kaçıncı maddesi olduğunu hatırlamadığım Evin İçinde Boş Boş Dolaşmak maddesini biraz değiştirerek uygulamaya koydum hemen. Saate baktım 01:59’ du. Bütün bunların bu kadar kısa bir zaman içinde olmuş olması neden bilmem şaşırtmamıştı beni. Geç de olsa Kırmızı’ya gitmeye karar verdim. Eminim o, rüyayı anlamam için bana yardım ederdi. Ya da anlamamı sağlayacak bir renge yollardı beni. Hemen pijamalarımı çıkarttım. Altıma bir eşofman, üstüme ise üzerinde siyah desenler olan beyaz bir tişört giydim. Çıkarken de en sevdiğim beyaz spor ayakkabılarımı geçirdim ayağıma. Kapıyı hızlı kapattığımı, ses binanın içinde yankılanınca anladım ve sessiz bir özür yolladım bütün renklere. Hızlı adımlarla, asansöre doğru yürüdüm. Evcil canavarımın ağzı açıldı. İçeriye girdim ve evimin kapısına doğru dönünce gördüm, kapımın her iki yanına konmuş çiçekleri. Urmiye Mavisi’ne teşekkür etmeyi unutmamalıydım. Kapılar kapandı.
  
‘’Kırmızı’’ diye emrettim. Sonrada ‘’Zili çal.’’dedim. İki saniye sonra kapılar açılmıştı. Eve doğru yürüdüm ama kapı duvardı. Bu saatte Kırmızı’nın nerede olabileceğini merak etsem de hemen asansöre geri döndüm ve biraz önce verdiğim emirlerin aynısını Mavi için verdim. Kapılar açıldı ve beni bekleyen kimse yoktu. Yine. Bir terslik olduğunu hissetmiştim. Tekrar döndüm asansöre.
‘’Bütün evlerin zilini çal ve kim kapısını açarsa oraya götür beni.’’dedim. Asansör hareket etmedi. Bir küfür savurdum.
‘’Kayıt yok.’’dedi.
 ‘’Ben sana kaç kere dedim, küfür edince şu cümleyi tekrarlama diye.’’ Kelimelerim sitem, sesim kızgınlık kuşanmıştı. Üç tane bib sesi çıkararak cevap verdi asansör bana. Sanırım küfür etmişti.
 ‘’Kırmızı veya herhangi bir renk nereye gitti en son?’’diye sordum.  
 ‘’Patron’’ diye anlamadığım bir cevap aldım.
 ‘’Tamam, hadi beni Patrona götür.’’dedim.
 ‘’Gidiş izniniz yok.’’dedi bana hurda yığını. İyice sinirlenmiştim.
 ‘’Beni hemen oraya götür.’’diyerek vurdum asansörün kapılarına şiddetle. Midemden bir enerji dalgası koptu. Enerji, yol olarak kollarımı, çıkış yolu olarak ise ellerimi seçmişti. Siyah ve beyaz milyonlarca küçük kıvılcım elimle vurduğum yerde hayat bulmuş hemen sonra metalde kendilerine bir yol açarak bana itaat etmeyen canavarımı ele geçirmişlerdi. Kapılar açıldı ve ben kendimi daha önce binanın hiç görmediğim bir kısmına bakarken buldum.


  Sağ tarafımda merdivenler yukarı doğru moral bozucu bir şekilde uzanıyordu yine. Aşağı doğru uzanan ise sadece yirmi altı basamak vardı. Evet, üşenmemiş ve saymıştım. Sonra ya merdivenler bir başka yerde başlıyordu ya da gerçekten binanın sonunu görmeyi başarmıştım. Tam karşımda her biri iki kanatlı üç tane uzun ahşap kapı, yerle tavanı birleştirmiş bir şekilde duruyordu. Kapıların her kanadında ayrı tutma yerleri vardı, onlarda metalden ve siyahtılar. Sol baştaki kapının üzerinde kazılarak yazıldığı uğraş gerektirmeden fark edilen ‘’Geçmiş’’ kelimesi göze çarpıyordu, ortadakinde ‘’Şimdi’’, sağdakinde ise ‘’Gelecek’’. Biraz önce asansörde olan olayın şaşkınlığını bir kenara bırakıp, buraya odaklanmaya başlasam iyi olacaktı.

Üç kapıdan da geçmeye karar verdiğimi, içimdeki ses haykırdı ve ben titreyerek geri çekildim. Sonra tekrar ileriye yöneldim ve tüm gücümle ittim kapıyı. Fazla güce gerek olmadan da kapının açılabileceğini yüz üstü kapaklanmaktan son anda kurtulanca anladım ve ‘’ohh…’’dedim. Kapı içinde kapı bu olsa gerekti. Karşıma çıkan koridor uzadıkça uzuyordu. Binanın sonunun olmadığını bir kez daha anlamış oldum bu sayede ve bina tasarımcısına kinayeli bir ses tonuyla teşekkür ettim.

 Koridorun her iki tarafında karşılıklı olarak sıralanmış bir ton kapı vardı. Ama sadece yirmi altı tanesinin üzerinde isim yazılıydı. İsimler arkadaşlarıma aittiler. Üzerlerinde ad olmayan kapılarda, gelecek arkadaşlarıma aittiler, buna emindim. Gözlerimi yumdum, etrafımda dönerek bir kapıya çarpma umuduyla direk ilerledim. Hemen bir kapıya çarparak durdum. Gözlerimi açtım ve biraz geriye çekilerek kapının kime ait olduğunu gördüm. Sağır Renk’in ismi tüm davetkârlığıyla parlıyordu kapının üzerinde. Tam kapıyı açacakken bir şey geri itti beni. Tabii ya kim geçmişinin öğrenilmesini isterdi ki. Ama ben kararlıydım, tecavüz edecektim bütün geçmişliğe ve onun yerine ben intikam alacaktım beklide yaşanmışlıklardan.
 Belki asansörde bilmeden yaptığım şeyi, şimdi isteyerek yapabilirdim.


‘’Hadi siyah-beyaz küçük tatlı şeyler, orda saklandığınızı biliyorum gelin ve bana yardım edin.’’diye seslendim kendi kendime. Büyük bir saygıyla itaat ettiler küçük yaramazlar bana. Parmak uçlarımdan çıkıp kapı önündeki bariyeri tek seferde parçaladılar. Görünmez bariyerin darmadağın olduğunu hissedince kapıya dokunma fırsatı buldum. Gözlerim kapalıyken dokunduğum yüzeye hiç benzemiyordu. Kıymıklıydı kapı. Zımparalanmamıştı ya da bilerek böyle bırakılmıştı. Geçmişin acı vericiliği getirilmek isteniyordu belki de akla. Umursamadım, kolu tuttum ve aşağı doğru eğerken metal kolun soğukluğu tüm bedenime yayıldı. İçeride sadece bir masa bir sandalye ve kocaman bir ekran vardı. Ekran masanın ortasından çıkıyordu boşluğa. ‘’Teknoloji’’dedim sesli bir şekilde. Ekran bana doğru döndü ve aramaya başladı kelimeyi. Korktum. ‘’Aramayı kes hemen.’’dedim. Tamam, içimde kötülük olabilirdi ama bu kadarını yapmayıp kendime hâkim olacaktım. Merak ettiğim sadece küçük bir şey vardı. Ve ben merak ettiğim şeyin masum olduğunu biliyordum.


 ‘’Binaya ilk geliş’’dedim. Ekranda bir dosya belirdi.
‘’Oynatılsın mı?’’ dedi ekran bana. Bu asansörümdeki sesti. Bana sürekli ‘Böyle bir kayıt yok.’’diyerek sinirlerimi bozan ses. Gülümsedim.
‘’Oynat.’’dedim otoriter ses tonumu takınarak. Sağır Renk ekranda belirdi o sıra. Binanın önünde dikiliyordu. Eminim binanın önünde lazerle yazılmış abartılı isme bakıyordu. Farkında değildi belki ama o daha saf ve temiz parlıyordu binanın önünde dikilmiş gördüğünü anlamaya çalışırken. Arkada birisi daha vardı, sarhoş bir adama benziyor olsa da Tenekeden Macivert olduğunu anlamamı bir renk olmama borçluydum. Sağır renk dönüşümünü daha tamamlamamış olduğu için onu fark edememişti. Ağzı açık bir şekilde adım atarken binaya tebessüm ettiğini görmek güzeldi. Benim içeriye girdiğimde gördüğüm ortamla Sağır Renk’in gördüğü ortam çok farklıydı. Bina yenilere, ruh hallerine göre hizmet veriyor olsa gerekti. Ben biran önce evime girmek istediğim için bina beni girişe, Sağır Renk meraktan yanıp tutuştuğu için ise onu kütüphane girişine getirmişti. Ego Feneri’ni usta bir şekilde atlatmış ve mükemmel bir renk olacağının sinyallerini o andan vermişti.
‘’Biraz ileri sar.’’dedim. Görüntü yeniden döndüğünde Sağır Renk her şeye çabucak uyum sağlamış görünüyordu. Anlamadığım tek bir şey kalmıştı. Sağır Renk benden önce gelmişti binaya. Nasıl oluyordu da benle kucaklaşabiliyordu. 


Biraz durup düşündükten sonra anladım olanları. Evet, biz çok özeldik ve evet, hepimizin birbirine bağlı ama farklı farklı yetenekleri vardı. Sağır Renk ise benim aksime bilerek ya da bilmeyerek gücünü hemen kullanıp, benim geleceğimin müjdecisi olmuştu renkler için. O, Sonsuzluğa Uzanan Renkler Apartmanı’nın kâhiniydi.


Tenekeden Macivert ise diğer renkleri hissediyor ve onları buraya yönlendiriyor olmalıydı. Acaba Sağır Renk onun büyüsü altında buraya geldiğini bilse ne yapardı.


Odadan hemen çıktım ve bariyeri tekrar oluşturmaları için küçüklerden bir kez daha yardım aldım. Her şey eskisi gibi olunca halsiz kalmıştım. Etrafıma o yorgun halimle tekrar bakınca gördüm her kapının üstünde resimler olduğunu. Kırmızı’nın kapısındaki palyaçoyu andıran insan resmi olabildiğince parlıyordu. Sağır Renk’in kapısında ise bir lambanın etrafında dans eden renklerin resmi tüm asilliğiyle duruyordu. Az ilerde ise belli belirsiz parlıyordu bir kapı. Kapıya yaklaştım ve kime ait olduğunu görmek için kafamı yukarıya kaldırdım. Beyaz’ın adı göz korkutmak istermişcesine kabaca kazınmıştı. İşe yaradığını söyleyebilirdim, çünkü göreceğim şeye, her ne olursa olsun, hazır olduğumu sanmıyordum. Kapının altın tokmağına giden sol elimi son anda durdurabilmiştim sağ elimle. Koridordan koşar adım çıktım ve geçmiş yazılı kapıyı kapattım. Geleceğe bakma niyetimden vazgeçmiştim. Buna hakkım yoktu ama ‘’Şimdi’’ye kesinlikle bakacaktım. Kapıyı açtığım zaman karşımda sadece kenarları gümüş renkli tamamı camdan bir kapıyla karşılaştım. Kapının tutma yeri merdivenler gibi rengârenkti.


Biraz dikkatli bakınca içeride birilerinin, o birilerininde arkadaşlarım olduğunu anladım. Daha net görebilmek için kafamı kapıya yapıştırdım ve ne olduğunu kavramaya çalıştım. Aniden karşımda birisi belirince korkudan bağırdım ve geri çekildim. Hep böyle şeyler gelmek zorunda mıydı başıma. Ya düşmekten kurtuluyordum ya da korkudan ödüm patlıyordu. Kısır Döngü yasasına bunu maddeleştirip koymayı unutmamalıydım. Karşıma çıkan kişi kapıyı açtı ve ‘’Gel içeri Ekru.’’dedi. İçeriye girdim. Yerler halıyla kaplanmıştı, halının ortası ise delikti ve delik olan o yere ceviz ağacından yapılmış üstünde altın işlemeleri olan yuvarlak bir masa ve sandalyeler yerleştirilmişti. Odanın tek camından gecenin karanlığı hücum ediyordu gergin ortama. Renklerin yarısı burada yarısı ise yoktu. Nerde olduklarını sormak için ağzımı açmayacaktım elbette. İlgi üstümden kalkıp da bütün renkler tekrar tek bir ağızdan konuşmaya başlayınca, renkli sesler kulaklarımda çınladı ve beynim patlayacak sandım.


‘’Lütfen biraz sessiz olup teker teker konuşalım.’’ diye çıkıştı tanımadığım kişi, bütün renklere. Herkes aynı anda sustu ve ben başladım dayanamayarak konuşmaya.
‘’Sende kimsin?’’dedim.
‘’Şunda acil bir durum söz konusu ve ben bu konuyu bırakıp sana açıklama yapmayacağım. Başka sefere.’’
‘’Hey, ben zaten burayı şans eseri buldum ve …’’
‘’Ooo… ne şans ama.’’
‘’Baksana sen bana.’’dedim tehtitkâr bir ses tonuyla. Renklerin başı belada olabilirdi. Tetikte olmalıydım.
‘’Sakin ol çocuğum.’’ diyerek yaklaştı yanıma Mavi. Devam etti sonra sözlerine.
‘’Biz ona Patron diyoruz. Beyaz elbette bizi yarattıktan sonra başıboş bırakacak değildi. Bir lidere ihtiyacımız olacağını biliyordu. Ve işte o lider karşında duruyor.’’ Patronun gözleri sonsuz güçle parlıyordu. Biran beni yok etmek için hazırlık yaptığını düşünüp sindiysem de tekrar başladım konuşmaya.
‘’Madem bende bir rengim, benim neden haberim yok bütün bunlardan. Bir olay oluyor ondan haberim yok, toplantı oluyor çağrılmıyorum, buranın varlığını bilmiyorum. Bir patronun olduğundan habersizim ve en önemlisi, bizim güçlerimiz varmış ve ben bunları bugün keşfediyorum.’’
‘’Aha’’dedi varlığını asansörüm sayesinde öğrendiğim Patron. ‘’Söylediğin gibi hepsini keşfedeceksin hem de kendi başına. Sen ne sandın bizi, bebek bakıcısı falan mı? Biz sadece gerektiği yerde yardım edebiliriz sana, hepsi bu. Gerisi sana ait.’’ Patronun söyledikleri afallatmıştı beni. Ne demeye açmıştım sanki şu siyah-beyaz kokan ağzımı.
‘’Şey, özür dilerim. Ben kimseyi kızdırmak veya kırmak istemedim. Sadece, kendimi daha fazla buranın bir parçası haline getirmek istedikçe, kopuyormuşum gibi hissediyorum.’’
‘’Merak etme zamanla düzeleceksin ve bizi daha iyi anlayacaksın. Ama madem burayı buldun şimdi kendi sorunlarını bir kenara bırak ve bizimkine odaklan.’’

Şaşkın bir yüz ifadesiyle kafa salladım, çünkü Xakestari’yi daha önce hiç bu kadar sevecen görmemiştim.
Herkes önce bana gülümsedi, sonra da Patrona dönüp onu dinlemeye başladı.
‘’Işığın koruyucularına yardım etmeleri için bazı arkadaşlarımızı Işıklar Diyarı’na yolladık. Geriye kalanlar ise benimle burada Karataş’ı koruyacak ve Beyaz’ı geri almamız için elinden geleni yapacak.’’ Işıklar Diyarı mı? Bilmediğim ne kadar da çok şey vardı böyle. En kısa zamanda apartmanın kütüphanesine gitmeli ve biraz araştırma yapmalıydım.


‘’Beyaz’ı rüyamda gördüm ben bugün.’’diye atıldım ortaya sonra. Düşünmeyi ne zaman bırakmıştım da koca çenemi kapalı tutamamıştım acaba. Herkes bana dönüp baktı. Şaşkınlardı. Sebebini ise Alizarin: ‘’Beyaz’ın âlemine girmek sadece Patrona Serbesttir.’’deyince anladım. Ondan başka kimse sorgulamadı beni. Sadece Patron rüyayı anlatmamı istedi ve ben gördüğüm her şeyi anlattım. O da, Beyaz’ın âlemine girmiş ama beyaz kapıyı göremeyince, bir şeylerin ters gittiğini anlayarak renkleri bir araya toplamıştı. Ben, tam rüyanın etkisiyle uykumdan uyanıp, buraya geldiğimi söyleyerek atacakken havamı, kapı açıldı ve içeriye kahkaha atarak Kafka Rengi girdi.


‘’Ben kaç kere dedim size Beyaz’ı renklilerle yıkamayın, renkliler boya verir beyaz mahvolur diye.’’dedi ve devam etti kahkahasına. Ondan başka kimse gülmüyordu ama ortam gergin olmasa ben de bir kahkaha atabilirdim. Eminim sinirlerime iyi gelirdi gülmek. Gülmeyi bıraktığında gidip Üç Ton Kara’nın yanındaki boş sandalyeye oturdu ve tebessüm etmeye devam etti.


‘’Espri anlayışına en kısa zamanda çeki düzen versen iyi olur.’’dedi Soluksuz Gri.
‘’Evet. Aynen.’’diye katıldı Sepya ona. Kıs kıs güldü Meşki. Kafka Rengi’nin üzerinde kahverengi pijamalar vardı. Pijamanın üst kısmının ortasında, tüm utanmazlığıyla aşağıyı gösteren beyaz bir ok işareti bulunuyordu. Okun nereyi gösterdiğini anlamak zor değildi, kafamı salladım ve aynı okun arka kısımda da olup olmadığını merak ederek yürümeye başladım. Patron bana dönerek ‘’Sakın şimdi de Karataş ne diye sorma bana. Bunları konuşacak zamanımız yok. Ayrıca, herkes ne yapması gerektiğini biliyordur umarım.’’dedi. Ellerimi havaya kaldırarak teslimiyetimi sunduğumu gösterdim ve ben hariç dedim içimden. Memnun olmuş görünüyordu soru sormaz halime. Ama ben Karataş’ın boynunda asılı duran o beyaz, köşeli taş olup olmadığı konusunda meraktan ölmek üzereydim. Hem taş mevzusuda nerden çıkmıştı, ne işe yarıyordu da onu koruyacaktım. İç çatışmamı bir kenara bırakıp, ‘’Ben herkesin zilini çalmıştım. Benden sonra geldiğine göre evdeydin sanırım. Neden açmadın kapını?’’ diye sordum Kafka Rengi’ne.


‘’Ne diyebilirim ki. Uykusu ağır olan bir rengim ben.’’dedi. Bozulduğumu belli etmek niyetinde değildim.
‘’Geliyorlar.’’dedi Sağır Renk. Herkes ayaklandı ve kapıya doğru yürüdü. Patron kapının önünde dikildi ve anlamadığım bir şeyler mırıldanıp kapıyı açtı. Karşımda kocaman bir bahçe vardı. Yerler de yeşil çimler, ortada öksüz bir meşe ağacı.
Ağacın gövdesinde kara bir delik açıldı. Kimi çıtı pıtı kimi iri yarı tanımadığım bir ton insan çıktı içinden kadınlı erkekli. Hepsi pis pis sırıtıyordu. Çıkanlar karşılıklı olarak ikiye ayrıldı ve bir koridor oluşturdular. Son olarak, hayatımda daha önce hiç görmediğim güzellikte bir kadın çıktı. Siyah elbisesi bütün bedeni sarıp hatlarını ortaya çıkartmıştı. Siyah düz saçları açıktı. Gözlerinde tarif edemediğim bir karanlık vardı. Boynundaki siyah taşlı kolye, iki göğsünün arasına sıkışmıştı. Elbisesinin eteğinden çıkan gölgeler ise çimleri eziyordu. 


‘’Ben Siyah. Kötülük ve karanlığın en saf hali.’’dedi süper seksi kadın. Sonra patronla konuşmaya başladı. ‘’Geri istediğini düşündüğüm bir şey var elimde. Eğer istiyorsan, taşı bana ver.’’dedi kadın. Taş da taşmış herkes onu istiyor dedim içimden.


‘’Hıhı oldu. Beyaz’ı zamanda dondurup, bütün renkleri yok ederek dünyaya getireceğin karanlık için sana seve seve yardım ederim.’’dedi Patron. Dalga konusu olduğunu anlayan kadın sinirlenmiş olacak ki meşe ağacının gövdesinde açılan delikten geri girdi ve girmeden önce de ‘’Bitince bana haber verin.’’dedi.


Kapıdan geçenler üstümüze doğru yürümeye başlayınca herkes kendi renginde parladı. Bazı renkleri daha önce hiç görmemiştim. Karşımızdakiler renk olmadıkları için bu parlaklığı gördüklerini sanmıyordum. Onlardan sadece kötülük akıyordu. Kırmızı öne attı kendini, iki kolunu uzatıp ellerini sıkıp yumruk yaptı, sonra yumruklarını döndürerek kendine çekti. Karşısındaki iri yarı adamın derisi parçalandı ve kanı dışarı çıktı. Kırmızı doğasını bulmuştu sanırım. Adam yere yığılırken Kırmızı havada tuttuğu kanla anlayamadığım dilde bir şeyler mırıldanarak, önümüze bir çizgi çekti. Ben bütün olanları korkudan sinmiş bir şekilde izlerken Soluksuz Gri yanıma geldi ve ‘’Korkma. Onlar insan değiller bu yüzden hiçbir renk onlara merhamet etmeyecek. Çok hızlı hareket ederler bu yüzden kanla bir set çekti Kırmızı önümüze, biraz zaman kazanalım diye. Benim de yardım etmem lazım o yüzden şimdi gideceğim. Sen arkada dur ve kendini koru. Daha savaşacak kadar güçlü değilsin.’’dedi ve gitti. Urmiye Mavisi kendini gösterdi ileride. Kollarını iki yana açtı, avuç içleri yıldızlı gökyüzüne bakıyordu. ‘’Yardım edin bana.’’diye seslendi. O an Meşe hareketlendi. Daha fazla, ne olduklarını bilmediğim o şeylerden gelmemesi için, kara deliği gövdesinden söküp attı. Çimenler hareketlendiler, uzayıp büyüyerek karşımızdakilerin ayaklarına dolandılar. Şimdi daha iyi anlıyordum onun bitkilerle olan haşır neşirliğinin nerden geldiğini. İsimsizler, ben onlara öyle demeye karar vermiştim, kılıçlarını, hançerlerini, mızraklarını ve daha adını bilmediğim pek çok alet çıkarmışlardı. Çimenleri kestiler ve kanlı çizgiyi aştılar. Mavi, avuçlarında tuttuğu mavi renkli ateşi üzerlerine savurdu. Kimisi yere yığıldı isimsizlerin, kimisi darbeden kurtulup üstümüze yürümeye devam etti. Ellerindekileri savurmaya başladılar. Herkes kendini ustaca koruyordu ve kimse yara almamıştı henüz. Ben ne yapabileceğimi gerçekten bilmiyordum. Her şey o kadar çabuk olmuş ve olmaya devam ediyordu ki. O küçük kıvılcımlar ne kadar zarar verebilirlerdi karşımızdaki devasa tiplere bir fikrim yoktu. Kafka Rengi ‘’Silin’’ diye bağırdı. O an bağırdığı isimsiz, elleriyle başını tuttu ve olduğu yere oturdu. Ne yapacağını bilmiyor gibi duruyordu. Sonra ne olduğunu anladım. Kafka Rengi onun hafızasını silmişti. Şimdi böyle kötü şakalara bütün renklerin nasıl katlanabildiğini anlamıştım. Kırmızı, isimsizlerin kanlarını çekme işini bırakmıştı. Gözleri alev almış avuçlarında ateşin en can yakıcı halini tutar olmuştu. Savurduğu alevden kurtulan olduğunu sanmıyordum. Sayıları çoktu, böyle giderse birileri yaralanacak ya da ölecekti. Üç Ton Kara Tek elini gökyüzüne kaldırdı, sonra karşısındaki isimsizi hedef gösterdi. Havadan hızlıca süzülen karanlık isimsizi alıp savurdu. Alizarin gözlerini kapatmış bir şeyler mırıldanıyordu. Tam bir hançer darbesi alacakken isimsiz patladı ve her hücresi ayrı bir yere sıçradı. Tenekeden Macivert birisini kollarından tutup yere yatırdı ve adamın elinden aldığı kılıcı göğsüne sapladı. Arkasından gelen bir başka adamın darbesini savuşturdu ve adamı kafasından tuttu. İsimsizin kulaklarını ağzına yapıştırıp bir şeyler fısıldadı, adam çığlık atarak başladı kaçmaya. Soluksuz Gri ve Sepya el ele tutuşmuşlardı, boşta kalan elleri ise yerde yatan isimsizleri hedef almıştı. Bütün bahçe ölüm kokuyordu. Ölüler canlandı bir anda ve arkadaşlarına saldırmaya başladılar. İsimsizlerin kafası karışmış, nereye saldıracaklarını şaşırmışlardı. Bütün olanı biteni sinemada film izler gibi izlerken, ensemde bir acı hissettim ve yere yığıldım. Etrafım bulanıklaşmaya, sesler birbirine karışmaya başladı. Ben son darbenin gelmesini beklerken, elinde kılıcı gövdesine saplanmış mızrağıyla üstüme yığıldı bir kadın. Yanıma ilk gelen Patrondu, mızrağı o atmış olmalıydı. Kadını üstümden kaldırırken görüşüm düzelmeye başlamış ve ben hiç tahmin bile edemeyeceğim bir şey görmüştüm ölen kadının gözlerinde.


Bir parça beyaz. Annem ne derdi hep bana. ‘’İyilik olmadan kötülük olmaz. Kötülük olmadan da iyilik olmaz. Onlar birlikteyken varlar.’’ Saf kötülük olamazdı annemin dediği gibi. İsimsizler kötü yaratılışlıydılar tamam ama var olmaları için küçük de olsa iyiliğe ihtiyaçları vardı.



İsimsizler bana benziyorlardı.
Bir parça beyaz bir parça siyah.
Bir parça iyilik bir parça kötülük.


Ayağa hızla kalktım ama başım dönmüştü. Düşmemek için dua ettim. Ayaklarımın yere sağlam bastığını anladığımda ise bütün renklerin duyması için bağırarak konuştum. ‘’Hepiniz aynı anda saldırın, başarabilirsem kazanacağız.’’


Kimse beni ikiletmedi, bana güvendiklerini görmek gururumu okşamıştı. Yan yana dizildiler, hepsinin gözleri kendi renklerinin en saf halinde parlıyordu. Daha kimse bir hamle yapmamıştı ama isimsizler şimdiden şaşkın gözüküyorlardı. Durup bizi izlemeye başladılar. Urmiye Mavisi tek elini ileri uzattı, siyah ve lacivert karışımı bir gölge avuç içlerine doldu. Gölge dağılınca elinde kül rengi testereye benzer bir kılıç tuttuğunu gördüm. Kılıcı ileriye fırlattı ve bir isimsiz kılıcı kolaylıkla tuttu. ‘’Sıra sende Xakestari.’’diye bağırdı Urmiye Mavisi. Xakestari bir adım öne çıktı ve kafasını tamam anlamında salladı. Avuç içleri, karşıdaki kılıcı tutan isimsizi gösterecek şekilde, ellerini göğüs kafesi hizasında kaldırıp, havada şekiller çizmeye başladı. Gözlerindeki güç dışarı taşıyordu. Sonra kılıçlı adamın, arkadaşlarına saldırmaya başladığını gördüm. Xakestari’nin bana zaman kazandırmak için onun bedenini ele geçirdiğini anlamam biraz zaman almış olacaktı ki herkes meraklı gözlerle beni izliyordu. Hemen topladım kendimi.


‘’Ben Ekru. İyiliğin ve kötülüğün aynı anda içimde hayat bulduğu renk. Varlığımdaki beyaza seslenerek iyiliği itaat etmeye zorluyorum.’’ Hiç bir şey olmamıştı. Kılıcı tutan adam çoktan ölmüştü ve isimsizlerin hepsi yaylarını gerip ok atmaya hazırlanıyorlardı. Herkes donakalmış ve ne yapacağını bilemez haldeydi çünkü tam tepemizdeki oklar bize varmak üzereydi. Ben gözlerimi kapadım ve tüm içtenliğimle yalvardım benliğime. ‘’Lütfen, lütfen, lütfen…’’ hala bir şey olmuyordu. Sinirliydim, kızgındım ve öfkeliydim ve kin duyuyordum. Siyah renkli bir damla yaş düştü sağ gözümden avuçlarıma ve göz yaşımın değdiği yer parlamaya başladı ansızın. Ellerimdeki beyazlık görülmeye değerdi, çünkü daha önce kimsenin böyle bir şey görmediğinden emindim. Tüm bedenimden, etrafımızı yavaş yavaş kaplamaya başlayan beyazla karışık saydam bir madde çıkıyordu. Çıkan şeye değen oklar eriyip yok oluyorlardı. Arkadaşlarımın güvende olduğunu anlayınca, güvenim yerine gelmiş ve ben konuşacak cesareti bulabilmiştim kendimde.


‘’Siz isimsizler, kötülüğün vücut bulmuş halleri. Var olmanız için derinlerinize gömülmüş iyiliğe sesleniyorum. Çıkın oradan ve bana gelin.’’ Ne yaptığımı bilmiyordum. Sadece doğaçlama yapıyordum ve sanırım işe de yarıyordu. Karşımda duran bütün isimsizlerin gözlerinden küçük beyaz bir top çıktı ve ellerime ulaşmak için birbirleriyle yarıştılar. İsimsizlerde kalmış saf kötülük ise onların başa çıkabileceği cinsten değil olacak ki, karanlık, hepsinin vücutlarını parçalara ayırdı ve isimsizler küle döndüler. Gözlerimi başarmışlığın hazzıyla çevirdiğimde, ortalık çoktan karışmıştı. Yerde birisi boylu boyunca yatıyordu. Koşarak yanlarına gittim, yatan Kafka Rengiydi ve kalbinin üzerinde bir ok olmasına rağmen arsızca sırıtıyor, ‘’Ben iyiyim lütfen böyle yapmayın’’ diyordu. Sonra tek eliyle oku saplandığı yerden söküp çıkarttı, bunu yaparken de sadece küçük bir inilti duyuldu ağzından. Okun yarıp geçtiği deri hareketlenmeye, birbirine biran önce kavuşmaya çalışan ellere benzemeye başlamıştı. Her el kendi eşini buldu ve deri tekrar bir bütün oldu. Yaradan geriye sadece küçük bir hatıra kalmıştı. Herkes bakışlarını biranda bana çevirdi. Kelime dünyası üzerinde hayat bulmuş bütün kötü sıfatlar beni niteliyor olsa da şuan, her şey tekrar yoluna girdiği için ben mutluydum. Her şeyin elbet bir açıklaması olmalıydı ama hem ben hem de bütün renkler bu açıklamayı Beyaz’dan duyacağımızı biliyorduk. Kafka Rengi araya girdi ve
‘’Hadi ama. Herkes çok iyi, kimseye bir şey olmadı ve Ekru çok cesurca davrandı. Kimseyi sorgulama zamanı değil. Kurtarmamız geren bir Beyaz’ımız var.’’dedi. Herkes aynı anda gülümsemeye başladı, ben ise yere yığıldım. Gözlerimi korku bağırtıları eşliğinde renklere kapatıp, hislerimin köreldiği sonsuz karanlığa açtım. Her şey yine çok hızlı olmuş ve ben olana yine anlam verememiştim. Hayır, hayır salak değildim sadece çok tecrübesizdim. İlk defa gerçek anlamda korkuyordum. Bildiğim tek şey hemen buradan çıkmam gerektiğiydi.
 Bir çıkış yolu olmalıydı.
‘’Lütfen, lütfen, lütfen…’’



Ekru


                                                               Roberto Matta