30 Haziran 2011 Perşembe

Nû-Cat

                                             Üçrenk Kırmızı’ya

Rüyasında bir kapıydı. Gayet ahşap, duvarların beyazının aksine siyahtı. Önce bir gölge sandı kendini. Paslı bir bedenin iniltisi denli inceydi. Derke gıcırdayarak açılıp uzun bir koridoru görünce kapı olduğunu anladı. Açılınca ardında kalan oda geçmişi oldu. Şimdi ona düşen hatırlamaktı. Ne kadar ilginçtir ki o odaya giren şuanı yaşadığını zannederken aslında bir kapı tarafından hatırlanıyordu.

Koridorsa uzun bir şimdi’nin geçmeyecek anılarının toplamı gibiydi. Orası da beyaza boyalıydı. Hemen karşısındaki duvarda bir resim asılıydı. Kendisi gibi ahşap olan çerçeveye bakındı bir süre; acaba hangi ağacın kendinden silinişi, diye düşündü. Çerçevenin ortasındaki resimdeyse uyuyan biri vardı; adamın başucunda bir kapı duruyordu. O değildi veya ona benzemiyordu resimdeki kapı ama mutlu oldu. Aralık kapının ışığı uyuyan adamın yüzüne vuruyordu. Daha doğrusu adamın yüzünün sol yanına vuruyordu. O aydınlıktaysa bir kadının yüzü şavkıyordu adamın yüzüne. Demek ki kapının ardından bir kadın vardı. Gözlerini gıcırdatarak açıp tam resme bakacaktı ki hızla arkaya doğru çekildiğini hissetti. Düşüyordu.

Göz Ağlamak:

     Sıçrayarak uyandı. Yatağı ondan da evvel uyanmıştı. Yorganı ve altındaki nevresimi duvar tarafına doğru yığılmıştı. Yatağından kalkınca gözü kapıya takıldı. Rüyasındaki kapıya yani kendine göre şuan aslında bir geçmişti. Özündeyse bunların hepsi bir kapının hatırlamasından başka bir şey değildi. Kendi kendine gülümseyip biraz da düşleri böylesine abartmasına içerleyerek odadan çıktı.

     Banyoda elini yüzünü yıkayacaktı ki sağ elinin avuç içindeki sivilceyi gördü. Hayli iriceydi. Tepesinde irini biriktirdiğinden hayli bembeyaz olmuştu. Suyu açıp altında sıkmaya karar verdi. Sol başparmağı ve orta parmaklarının arasına alıp sivilceyi sıkmaya başladı. Tepedeki beyazlık hafif kızarıp patlayınca çok az irin aktı. Hissediyordu ki sivilcenin içinde bir şey vardı. Acıya rağmen biraz daha şiddetle sıktı. O anda sivilcenin içinden masmavi bir göz lavabonun içine düştü. Kendini hızlıca geriye atıp kocaman gözlerle lavabonun içinde duran göze baktı. Göz de ona bakıyordu. Kekeleyerek, bu da ne böyle, diye sayıkladı.

     O an avucunun içinden banyonun fayanslarına damlayan kanlara aldırış etmiyordu. Tek umuru akan suyun altından ona doğru bakan bir gözdü. Hareket de ediyordu galiba. Muhtemelen akan su yüzünden böyle görüyordu. Hızlıca kapattı musluğu.

Duvardaki havluyla hemen eline kapattı. Bununla daha sonra ilgilenecekti. Çünkü şuan daha büyük bir sorunu vardı. Lavabosunun içinde bir göz ona bakıyordu. Hareket edip etmediğini anlamanın tek bir yolu vardı; sağa sola hareket edecekti. Eğer göz canlıysa mutlaka onu izleyecekti.

Biraz sağa doğru hareketlendi. Göz hâlâ sabitti. Derken biraz daha sağa doğru yürüdü. Göz de onunla birlikte kıpırdadı. Tüm vücudu kekeliyordu artık. Gözleri parça parça görüyordu. Görmek de denilemezdi gerçi buna. Olsa olsa göre göre körleşmekti. Hızlıca silkeledi kendini ve banyodan koşar adım uzaklaştı. Eli hâlâ kanıyordu. Önce bunu çözmeliydi. Bu esnada biraz rahatlayacak, sağlıklı bir şekilde de düşünebilirdi.

Öteberiyi koyduğu odadan ilk yardım çantasını alıp mutfağa geçti. Banyoda elini yıkayamazdı. Gerçi o göz orada olduğu sürece banyoya da giremezdi. Mutfak musluğunun altında elini yıkadı. Oturma odasına geçip avucunun içine biraz merhem sürüp sargı beziyle sardı.


     Gözlerini yumup ardına yaslandı. Aklı hâlâ banyodaki gözdeydi. Belki göz kıpırdamıyordu. O anki heyecanla öyle sanmıştı. Yoksa tek başına nasıl kıpırdardı ki bir göz? Mümkün değildi bu! Sakinleşirse kıpırdamadığını pekâlâ görecekti. Zaten hep bu heyecanım olmadık işler açtı başıma, diye geçirdi içinden.

     Bir süre odada oturup sakinleştiğine kanaat getirince banyoya doğru yürümeye başladı. Kararını vermişti; gözü alıp çöpe atacaktı. Bunun için de mutfaktan bir çöp poşeti alıp banyonun yolunu tuttu.

     Banyoya geldiğinde göz lavabonun dibinde duruyordu hâlâ. Damlalardan oluşmuş gibiydi. Aşınmış bir bedenden damlamış gibiydi. Tek bir göz binlerce sözden ibaretti. Sessizliğin o çıldırtıcı işkencesinin her hali vardı. Biçimsizce, suretsizce bakıyordu. Her deviniminde başka bir gözle görüyordu sanki. Uzak bir yerde veya zamanda farklı insanlarca görülüyor gibiydi. O gözse ötekiliğin içinde açılan bir çatlaktı sadece.

     Lavaboya doğru eğilince gözün bebeğinin büyümeye başladığını gördü. İşte o ân gözün canlı olduğundan emin oldu. Anlaşılan oydu ki göz onu görüyordu. Peki, korkmasını ne veya hangi yaşanmışlık söylüyordu ona? Sonuçta bu göz kendi bedeninden çıkmıştı. Nasıl, niçin olduğunu bilmese de çıkmıştı bir şekilde.

     Diğer elinde duran çöp poşetini hızla gözün üzerine atınca bir hamlede gözle görülür bir çöpe sahip olmuştu. Mutfaktaki çöp kutusuna doğru giderken her gözün göremeyeceği bir telaşa sahipti. Ne zamanki bedeninden çıkan bir varlık çöpe dönüşmüştü işte o zaman kendi bedenini kocaman bir çöplük olarak gördü. Yaşadıklarının içinde öğütülmüş, yaşamadıklarındansa geriye koca bir artık olarak kalmıştı.

     Mutfaktaki çöp kutusuyla arasında saniyeler, saliseler vardı. O saniyeler ve saliseler ölçüsüzce eylemdiler. Ne kadar süre bekledi bilinmez ama bilinen şey zaman kendini artık onunla ölçüyordu. Nefes alışverişi akrebiyle yelkovanı olmuştu saatin. Birden gerisingeri yürüyerek oturma odasına doğru yürümeye başladı. Poşet elindeydi. Atmamıştı. Atamamıştı!

     Poşetin ağzını açıp ters çevirerek içindeki gözü sehpaya bıraktı. Sehpanın üzerindeki göz korkuyla ona bakıyordu. Bir şey demesine gerek yoktu. Çünkü gözün kendisi korkulu bir bekleyiş, delirtici bir sessizlik haline dönüşmüştü. Yorulduğunu hissetti biran! Bu bilinmezlikti anlaşılan onu yoran. Kendi cevabından sürgün edilmiş bir soruydu artık!

Rüya İkindisi:

     Rüyasında pencereydi. Ahşap çerçeveli ve yer yer boyalarına unutkandı. Camı bir ona gördü. Onu kıracak olansa bilmeden, görmeden çarpacağı bir gölgeydi. Belki radyodaki bir şarkının, belki o şarkıdaki bir gözün veya o söze şavkıyan sesin gölgesiydi onu kıracak olan. Belki de yansıdıkça kendine kırılan, uzaklaşan bir suretin gölgesizliğiydi bu.

     Önünde koca bir sokak uzanıyordu. Dokunmaya kalksa yırtılacaktı sanki asfalt. Sağlı sollu binaların beton aynalarına yansıyan balkonlara bakıyordu çokluk. Her bakışın hangi aksin yankısı olduğunu düşünüyordu. Anlamsız geliyordu ona tüm bunlar. Biliyordu ki en büyük anlamsızlık da kendiydi.

     Sırtında koca bir kambur gibi duruyordu oda. Ne doğrulabiliyor ne de eğilebiliyordu. Yani ne isyan edebiliyordu ne de itaat edebiliyordu. Bu belirsizliğin kölesiydi. Ve sahip olduğu tek şeydi bu kölelik!

Yalancı bir kardeş gibi duvara asılı duran tabloya imrenirdi bazen. Duvardan sırrı olan bir aynaydı o. Karşısında ne durursan dursun yansıtmazdı yüzeyine. Hayrandı yalancı kardeşin bu istikrarına. Karşısına Tanrı bile geçse kendini değil onun inkâr edilemezliğini görürdü.

Yalancı kardeşin çaprazındaki siyah kapı ona silik bir anı gibi gelirdi. Her hatırlama girişiminde kapı ondan kaçarcasına bir devinimle açılıp kapanıyordu. Buna söylenebilecek tek şey kaçıştı. Bazense kapının onu unutmaya çalıştığını düşünüyordu. O her açılıp kapanışlar da farklı anlara, anılara tekabül ediyordu.

Silinmeyen – daha doğrusu unutulmayan- tek şeyse yalancı kardeşinin yüzerindeki yansımaydı. Uyuyan bir adam ve aralık bir kapıdan ibaret bir resimdi. Yataktaki adamın yüzündeyse aralık kapıdan sızan bir kadının yüzünün yarısı yansıyordu. O kadında unutamadığı tek şey mavi gözleriydi.

Göz Kırığındaki Söz Şavkı:

     Rüzgârın gölgesiydi perdeyi titreten. Camın üzerine yansıyan ismi seslendi ona. Önce gözleri duydu. Sonra da ismi! Yeniden yumdu gözlerini. Çünkü ona değil ismine seslenmişti. Aniden açtı gözlerini. Sızdığı koltuktan doğrulup çevresine bakındı. Boş kuş kafesi, ötüşe boşaltılmış kuşu ve sehpadan başka bir şey yoktu. Sehpaysa ona nişan alarak bakıyordu. Başını çevirip sehpanın üzerindeki göze baktı. Nişan almıyordu. Sonuçta tekti. Acaba diğer neredeydi? Belki bir masaldan kaçarken merdivenlere düşürmüştü. Düşenin bu göz olmadığı ne malûmdu? Eğer bu doğruysa kendisi bir yalandı. Ne olduğu belirsiz bir şey ondan daha gerçekti.

     Sargılı eline baktı. Bir göze yuva olmuştu burası. Eli çukuru olmuştu sehpadaki gözün. Rüyasındaki odaya takıldı aklı; neresiydi acaba orası, diye düşündü. Şimdiye değin yaşadığı veya gördüğü hiçbir eve benzemiyordu. Enteresan biçimde ona benziyordu oda. Belirsizliği, tuhaflığı ve sanrılarıyla onu andırıyordu. Her rüyasında aynı odanın farklı bir bölümü oluşu da bunu destekliyordu.

     Anısı var mıdır rüyaların? Hatırlar mı bir rüya kendinden öncekini? Ve rüya görenini anımsar mı? Tüm bu soruların cevapları bilinmez ama onun gördüğü rüyalar bir şekilde hatırlıyorlardı. En azından hatırlamaya çalışıyorlardı.

     Midesine kazınan açlık hissiyle irkildi. Oturduğu koltuktan kalkıp mutfağa doğru yürümeye başladı. Açlık adımlarına sinmemişti. Aksine gayet tok, isteksizdiler. O an bu hissin bir yalan oldu fikri doldu içine. Gerçekten açsa adımları neden bu kadar isteksizdi ki?

     Buzdolabını açtığında açlığına neden olan şeyi aradı soğuk gözlerle. Sadece bakındı. Bir içgüdüyle tavanın içinde – rastlantısal bir biçimde- duran donmuş çorbayı alıp ocağa yerleştirdi. Ateşini de yaktıktan sonra donuk bir şekilde kütleleşen çorbanın çözülüşünü izlemeye koyuldu. Sol omzunda tatlı bir kaşınma hissetti. Sarılı haldeki elini omzuna götürdüğündeyse hızla ateşi söndürüp banyoya doğru koşmaya başladı. Elindekiyle aynı büyüklükte bir sivilceydi bu!

     Aynanın karşısına geçtiğinde hemen üzerindeki penyeyi çıkartıp gövdesinden de çıplak gerçekle karşılaştı; elindeki sivilcenin aynısıydı bu. Artık e yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Sonucunun şaşırtmayacağını da bir kadar iyi biliyordu. Tırnaklarının arasına aldığı sivilceyi acıyla sıkarken açılan tepeden çıkan gözü suyun altına tuttu. Ardından omzunu da temizleyip oturma odasına geçti. Artık bir çift mavi gözü vardı.

Düş Ölüsü:

     Rüyasında odaydı. Zeminsiz ve tavansızdı. Bir pencere, bir kapı ve bir de tablodan ibaretti. Kenetlendi boşluk ondan da sıkı tutunuyordu. Düşse bir şeye dönüşmek – en kötüyüyse bir şeye benzemekti- boşluğun korkusu. Oysa iyi biliyordu ki şuan olabileceği her şeydi. Sırf bu korkusu bile onu hiçleştirmeye yetiyordu.

     Zaten odadaki – daha doğrusu kendindeki- en tanıdık şey de bu boşluktu. Belki bir oda bile değildi. Ne olduğunu unutmuş bir boşluktan ibaretti.

     Bir zamanlar konuşuyordu da! Kendi sesini duymuşluğu da vardı. O zamanlar yeni yapılmıştı. Yeni olan bir şeyin olabileceği kadar anısızdı. Hatta şunu da düşünmüştü bir keresinde: aslında zaman denen şey hep daha eskiye benzemekten başka bir şey değildi.

     Derken birinin sesine çatlığı bir çiviyle onu susturma yolunda ilk adımını atmıştı. Ardından da tam sesinin çıktığı yere bir tablo asılmıştı. Tam hatırlamıyordu ama sanki başta o tablonun bir resim yoktu. Emin de olamıyordu bu fikirden. Çünkü hatırlamak ondan da eskiydi.

     Emin olduğu bir şey varsa o da odadaki kapının her açılıp kapanışında resimde uyuyan adamın yüzünün belirip ardından kaybolmasıydı. Zaten boş bir odaydı. Yaşayan kimse de yoktu. Sesindeki bu boşluktu belki de o resim. Sırf o resim yüzünden kendine çırılçıplak kalmıştı. Kendisinin bile olmayan bu çıplaklıktan da utanır olmuştu.

     Ona yansıyan belirsizliğin içinde kaybolup yitiyordu. Neydi ki bu güvensizliğin nedeni? Oda mı olmak? Yoksa kapı veya pencere mi olmak? Hatta o tablo mu olmaktı onu güvensizleştiren! Belki de kendi olmaktı. Kişinin kendinden yeni ya da eski olması da olasıydı. Yeniydi ki tanımıyordu kendini. Eskiydi ki unutabiliyordu. Belki de bu oda bir emanetçi dükkânıydı. Ölümün yaşama bıraktığı bir emanet hem de!

Resimdeki o mavi gözler de bu yüzden yansıyordu belki. Kendi cümleleriyle göremeyen biri nasıl kendi gözleriyle bakabilirdi ki?


Nû-Cat:

     Sokağı seyre koyulduğu pencerenin önünden ayrıldığında gözlerin mavi bir kuyudan ona baktığını gördü. İstemsizce gülümsedi. Veya gözler öyle gördü.

     Bir süre sehpanın üzerinde duran gözleri rüyalarından aldığı ilhamla iki ayrı resim çerçevesine yapıştırmıştı. Böylece onları – pek de rahat bir biçimde- istediği yere taşıyabiliyordu. Uyumaya giderken yatağının başucuna, oturma odasında otururken hemen karşısına veya yemek yaparken ocağın üstüne asabiliyordu. Böylece yalnız kalmıyordu. Daha da önemlisi kaybolma korkusundan kurtuluyordu.

     Artık bir gözün gördüğüydü. Ne olduğunun, ne yaptığının bir önemi yoktu ona göre. Önemli olan bilinmesiydi.

O ki kendi etinin altında suskunluktu. Çürüyüp, küf tutması bu yüzdendi. Şimdiye değin söylenmiş her şey derisinin altında kanayan bir hayattan ibaretti. O bir şeyi bilmiyordu. Çünkü etinin altında sustuğu her şey artık ona suskundu. Etinin dışında kalansa susulanın inkâr ettiklerinin toplamıydı.      

     Belki bir gözün hatırasıydı kendi. Göz onu unutmamak için direniyordu. Bulunduğu gerçekliği körleştirip onun gördüğünü görmesi için evcilleştiriyordu. Veya bir gözün gördüğü düştü. Kendini unutturmamak için gözü bir rüyanın içinde mahkûm ediyordu.

Kafkarengi

                                                                     David Salle