22 Aralık 2015 Salı

BU SABAH UYANMADIM

3. GÜN

Kader bugün kısa bir süreliğine uyandı. Bir inleme sesi duydum önce. Yaralarının acısını artık hissetmeye başladı sanırım. Epey canı yanıyor olmalı. Bir hastabakıcı geldi yanına kontrol edip gitti. Doktor sabah kontrolüne geldiğinde kendinde değildi henüz. Ağrı kesicinin dozunu değiştirdi sanırım. Şu sıralar tekrar gelecek. Benim de koluma bağlı olan şeyi değiştirdi. Yüzüme doğru eğildiğinde bıyıklarına sinmiş sigara kokusunu aldım. Gerçekten kötü kokuyormuş. Uyanır uyanmaz bunu ona söyleyeceğim. Hasret amca bir türlü uyanamadı benim gibi… Acaba dışarıda kimler var? Orada beklemek burada beklemekten daha zordur eminim. Kızımın haberi olmasa bari çok üzülür… Eğer buradan nefes alır halde çıkamazsam ne kadar çok şey eksik kalacak… Hangi insan bu dünyada hiçbir işinin kalmadığını düşünmüştür ki? Bildiğim bir tek Einstein var. Muhtemelen milyarlarca aptalın içinde yaşamaktan sıkıldığı için tedaviyi reddedip maskara olmadan ölmeyi tercih etmiştir.
Hep ölmek için çok genç olunmaz ki… Ama 20 yaşındayken ölüme bu kadar yaklaşsaydım farklı düşünürdüm çünkü o zamanlar yapmam gereken daha çok şey vardı şimdi ise zaten bir çoğunu yapamayacağımı biliyorum. 90’lı yıllarda Levi’s pantolonlar çok moda olmuştu. 501 modeli herkesin kıçındayken cevval tekstilcilerimiz her kaliteden ve farklı kalıplardan sahtelerini yapınca, bir anda çarşı pazar her taraf Levi’s oldu. Taklit olanların bariz anlaşılanları ve bilinmeyen marka kotların adı “amele” oldu. Böylece sınıfsal ayrımcılık ülkemizde kendini lale bahçesindeki osuruk ağacı gibi belli etmeye başlamıştı. Sonrasında her şey maddi ederi ile değer bulmaya başladı. Arkadaşlarımın arasında bu pantolon uğruna hırsızlık yapanlar, yemeden içmeden para biriktirenler bile oldu. Bu markayla birlikte diğer reklamı yapılan meşhur markalarda varoşlarda çok rağbet görmeye başladı. Parayla satın alınabilecek şeylerin insanın değerini artırması genel olarak insanları çok mutlu etti çünkü kültür, terbiye, usul ve adap parayla alınamıyordu ve parayı kazanmak daha kolaydı. Daha seksenli yılların kaosundan yeni kurtulmuşken, çağ atlayan Türk gençliği aslında kapitalizmin ağına düştüğünün hala farkında değil. Benim bu durumu sallamıyor olmam o dönem arkadaşlarımın sohbetlerinden çok sıkılmama neden oldu. Eğer yokluk çekiyor olmasaydım ve daha önemli ihtiyaçlarım için kazandığım parayı harcamak zorunda olmasaydım belki ben de onlardan biri olabilirdim. Ama o zamanın Gültepesinde delikanlı olmak, etilerde oturan zengin bir kız tavlayabilmekti… Kahve türü yerlerden hiç hoşlanmadığım için bilardo salonunun açılması beni çok memnun etmişti. Hala batak nasıl oynanır bilmem… Bir de çoban çizmeler moda olmuştu. O zamanlar bu çizmeden giymeyen yoktur heralde. Şimdi biri giyse herkes güler palyaço diye. Ama o zaman için bu domuz burunlu, halka tokalı çizmeler bir fenomen haline gelmişti. Tabii ki ben alamamıştım. O sıralar babamın gençlik arkadaşı rahmetli Ali Amca’nın oğluyla çok iyi arkadaştık. Her gün okul çıkışı eve gidip üstümü değişir sonra ayakkabı dükkanına giderdim. Ayakkabı yapmayı orada öğrendim. O dükkan hala duruyor… Çoban çizme alamıyor olmak beni fazlasıyla yaralayınca giydiğim kahverengi botları çoban çizmeye dönüştürmeye karar verdim. Bu benim için bir projeydi aslında çünkü çoban çizme giymek istememe rağmen o iğrenç domuz burnu istemiyordum. Ayakkabıcı arkadaşımla beraber, botlarımı tamamen söküp, sayasını oksford denilen yuvarlak burunlu kalıba çektik. Siyah renge çevirdik, güzel bir taban ve tok sesli ökçeler çaktık ve nihayet tokasını da taktıktan sonra yuvarlak burunlu ilk çoban çizmeyi yaptık. Şaşkın bakışların ve “nereden aldın” sorularını cevaplamanın verdiği keyifle o botlar parçalanana kadar giydim.

Bir de o zamanlar, babamın yürütmeye çalıştığı 1976 model Ford minibüsün gençliğimi yediği zamanlardır. Bu minibüsle ilgili en büyük paradoks, eski olmasıyla birlikte, servis aracı olması ve dolayısıyla her sabah saat 06:00’da marşına bastığında çalışma şartı ve hafta içi her gün 300 km yol yapma gerekliliğiydi. Üzerinde kaç bin kilometrede olduğu bilinmeyen 57 beygirlik dizel motoruyla ekmek teknemiz olan bu minibüs, babamın, hala hayran olduğum mekanik bilgisiyle ve feda ettiğimiz hafta sonlarında yaptığımız ilginç uygulamalarla, döneminin ötesinde donanımlara sahip olmuştu. Okul taşıtlarında sürgülü kapılar olmadığı dönemde, §zorunlu olan otomatik kapılar, kilit mekanizmasına takılan marş otomatiği ve kapıyı açıp kapamaya yarayan bir kolla yapılırdı. Bu kol el freninin yanındadır ve orta kapının içerden açma kolu söküldüğünden, kapı tamamen sürücünün kontrolündedir. Ancak zırt pırt bozulan o lanet olası marş otomatiği yüzünden bazı günler 24 tane çocuğa tek tek kapı açmak zorunluluğu doğabilir. Bir de işin kötü tarafı o zamanlar genellikle arabaların el freni tutmadığından (bizimkinin tuttuğunu hiç görmedim) kontağı kapatıp, arabayı vitese takıp olmadı tekeri kaldırıma yaslayıp, kaymayacağından emin olunduktan sonra inip orta kapıyı açıp, çocuğu indirip sonra tekrar dönüp 100 metre sonra aynı işlemi tekrar etmek zorunda kalınırdı. Bu durumdan çok sıkılan babamla birlikte bir hafta sonu bu mekanizmanın tamamen mekanik olanını yaptık. Marş otomatiği iptal edildi ve iki kademeli kol ile önce kilit sonra kapı açılıyordu. Sonraki haftasonundan itibaren babamın servis arkadaşlarının hepsinin arabasına aynı mekanizmadan yaptık, kimseden de tek kuruş almadı. Babamın zorunluluktan doğan icatları bu kadar değildi tabi. Aşırı yükten dolayı silkeleme yapan şanzumanın altına travers, yaz sıcaklarında sürekli hararet yapan motorun radyatörü önüne davlumbaz, orijinal fren sisteminde olmayan vakum pompası ilavesiyle fren pedalında inanılmaz yumuşama, polyesterden kendi yaptığı kalıba döktüğü yüksek tavan gibi birçok önemli buluşu benim sonraki yaşamımı çok kolaylaştırmıştır. Hala da rahat durmaz. Şu an kullandığı 1990 model kartalda elektrikli bagaj kapağı var mesela. Eğer şöför değil de mühendis olsaydı eminim adını buradan başka yerlere de yazdırırdı.

Her tarafımda o kadar çok zımbırtı bağlı ki, en başta şu nefes almam için ağzıma takılı olan şeyden çok rahatsızım. Bedenimde bana ait olmayan bir şeylerle yaşamak o kadar sıkıcı ki, zamanında sırf bu rahatsızlık yüzünden diş protezlerimi çıkarttırmayı düşünmüştüm. Ezdiğim adam ne oldu acaba? Büyük ihtimal onu öldürdüm. Beni almaya geldiklerinde arabanın altında biri olduğunu bilmiyorlardı. Tanrım! O ses!... Bir bedenin parçalanma sesi! Normal şartlarda duymamış olmama rağmen her kemiğinin kırılış şekli ve sesi zihnimde yankılanıyor. Bunu aklımdan atmam çok uzun yıllar sürecek. Zeynep bunu görmeseydi iyi olurdu. Bu sahne onun aklından da ömür boyu çıkmayacak.
Bu odaların en büyük eksikliği müzik olmaması. Bence insanları hayatta tutmak için müzik çok iyi bir yöntem olur. Mesela şu an shakira şarkı söylemeye başlasa kesin bir yerimi kıpırdatırım. 3 gün devam etsinler waka waka dansı yaparak çıkmazsam sonraki yaşamımda sirkte bisiklete binen ayı olayım!


Nar Çiçeği





14 Aralık 2015 Pazartesi

HAİKU / YARA

Sessizliğimde, zincirlenmiş bir
köpek havlıyor.
Boynundaki yaralar, tasmasından değil.
Sahibi uzaklaşıyor.


Dilrengi





9 Aralık 2015 Çarşamba

AH FATE



İlkbaharda sararıp soluyorsun Fate, düşüyorsun dalından. Haydi! Fate söylemesen de biliyorum ben; çok sevdin sen.

Küçüksün! Fate daha çok Küçüksün. Küçücüksün, seni bırakıp gittiğinde de küçüktün. Onu beklediğinde de, hatta sabah ezandan önce doğup, avuç açıp dua ettiğinde de… Sonra o avucu yaşla doldururken de küçüktün.

Konuşmak istiyorsun Fate, kelimeler ağzında kuruyor. Dur ben anlatayım Fate!

Kalkıp gittin ona, sardın onu. Öyle kocaman… O da sardı seni, hatta öyle bir sardı ki kemiklerin çıt dedi. Hani ayı yavrusunu severek öldürürmüş ya… Ayı misali sarıp sevdiniz birbirinizi...

Tuttunuz ellerinden birbirinizin, rüzgârı da alıp arkanıza, koştunuz yokuş aşağı. Bir de o yokuşu çıkmak var Fate...

Çocuksunuz. Öyle masumsunuz ki… Öpüyor seni, bir kelebeğin ömrü uzuyor Fate...

Hatırlıyor musun? Gelip alırdı seni okuldan. Fazla vaktiniz olmazdı. Doğuramazdınız çocuğunuzu, doyamazdınız sevmeye.

Hani bir de dürüm alırdınız. Sen hemen eve çıkardın, vakit olmazdı oturup yemeye.
Sen eve çıkınca o da pencerenin karşı caddesine geçerdi. Sen pencerede yerdin, o karşı caddede. Doğru ya nasıl sevdiniz öyle dar vakitte?

Bir keresinde seni masada bırakıp 10 dakikaya geliyorum dedi. Bekledin, bayağı sonra nefesi kesik kesik geldi. Çiçekçi çiçekçi gezmiş, lale almış sana. Öyle basitinden de değil ha, beyazından... Ah Fate! Beyaz laleden başka çiçek mi yok sevecek, bir de karın ortasında... Ne de mutlu oldun, yüzün yeşerdi Fate. Lalen ters dönmesin mezarlarda; o da sevdi seni Fate...

Yağmurda sicim sicim ıslanır, koca harflerle şarkılar söylerdiniz. Bir de o ıslanmışlıkla sarardınız birbirinizi kocaman... Küçüğüm derdi sana; oysa kendi de küçüktü Fate... Biliyorum, şimdi ben konuşurken kulağında yankılanıyor parçalar. Ah Fate! Gözünde çiselemesin, yaşları durdur bi Fate.


Öyle birden çok sevince daha fazla sevemedi o, ondan gitti. İnan… Bırak çocukluk sende kalsın Fate...



Gewr



                                  

4 Aralık 2015 Cuma

OYUN

Oyun başlayalı çok olmamıştı ben vardığımda ya da oyunun başlangıcıyla ortası arasında ayrımsanacak bir fark yoktu. Bu da handiyse aynı anlama geliyordu, benim gibi dışarıdan gelen bir yabancı için. Başlangıç, orta, sona yakın, başa yakın; hepsi aynıysa bunların; oyunu oyun kılan tek bir işaret kalıyordu geriye. Oyunun sonu. Sonu olsun ki ayırt edebilelim oyunu hayattan. Zaten yeni gelenler ayıramıyordu, oyunu oynayanlarla izleyenleri. Peki eski gelenler! Onlar…
Öyle ki herkes oynuyor sanılıyordu ilk bakışta. Bu farksızlık beni bile kuşkuya düşürmüştü önceleri. Oynuyor muydum, izliyor muydum? Yoksa izleniyor mu?  Görünüşte izliyordum, ama bazı oyuncuların bana karşı tavırlarında onların beni oyuncu olarak gördüklerini seziyordum. “Bir oyun” diyordum içimden, “sezgilerin öngördüğü ham hayaller üzerine inşa edilebilir mi?” ya da…
Peki ya izleniyor olmak! Bir öznenin gözbebeğinin arkasına düşen ters bir görüntü olmak! Ürkütücü olan izlenmek değildi elbet, eğer oyuna dâhil olduğuna eminsen. Korku kuşkunun bebeğiydi, en sığ oyunda bile. Keşke…
Herkes biliyordu oyunun sonunun “Bittiiii” bağrışıyla geldiğini. Ben de herkesin bildiğini biliyordum. Birisi bitti diye bağıracaktı; ama öyle az uz değil, çok bağıracaktı, boğazını yırtarak, ciğerlerini ağzına dayayarak, sırtıyla göğsünü birleştirerek. Bitti diye bağıran çıkmadığına göre oyun devam ediyor olmalıydı. Ne zaman başlamıştı oyun, soracak kimse olmadığı için bunu da bilemeyecektim. Oyun sırasında oyunculara oyun hakkında soru sormak yasaktı. Belki de oyundaki tek yasak buydu. Bir de oyun kelimesini alenen kullanmak, oyundan başka bir şey ima etsen bile…
Oyunun önceden belirlenmiş bir adı var mıydı? Kurallarının yazılı olduğu bir yer? Dışarıdan gelenleri sorgusuz sualsiz aralarına almalarına bakacak olursak onlar kuralların açık ve seçik olduğunu düşünüyor olmalıydılar. Benim de aynı sonuca ulaşacağıma inanıyorlardı belki de. Yoksa biri durur, bana oyunun kurallarını anlatırdı, hiçbir soru işaretine yer bırakmaksızın çizerdi sınırları. Koşuşturmaca sırasında oluşan kaostan yola çıkarak da birtakım sonuçlara varılabilirdi tabii ama; aynı koşuşturmadan soru işaretlerine de varılabilirdi. Demek ki emin olmak değildi oyunun amacı, kuşku duymak, kaygılanmak ve ürkmekti. Belki de…
Adı neydi oyunun? Körebe ile saklambaç arası bir görüntüsü vardı, adı körebaç olabilirdi pekâlâ. Bir ebe vardı, kaçışanlar. Ebenin gözleri hep bağlıydı, diğerleri hep kaçıyor, hep savruluyor, hep saklanıyordu.  Savrulanlar eninde sonunda saklanıyordu, saklananlar eninde sonunda intikam alıyorlardı. Bunu oyun öncesi hayatımdan biliyordum. Ebe yavaştı yürüyüşünde, ama sabırlıydı, vakurdu. Süre sınırının olmamasını sonuna kadar lehine kullanıyordu. Tüm deliklere giriyor, sokaktaki duvarlar boyunca değneğiyle dolanıyordu. Düşeyazdığı zaman bileyazıyordu, bileyazdığı zaman koşayazıyordu, koşayazdığında da yine düşeyazıyordu! Yakalanmamanın kurallarını herkes biliyordu ama en çok ebe biliyordu. Görünen oydu ki ebe sadece kuralların değil, kuralları koyan büyük zihnin art niyetinin de farkındaydı. Böylece etrafından dolanabiliyordu engellerle karşılaştığında. Oyunun yazılı olmayan kurallarının var olduğu söylentisi söylenti olarak kalmalıydı çünkü…
Bu yüzdendi ebelikten vazgeçmeyişi. Belki de ebeye mahsus bir yol açılıyordu oyunun başında. Ebe olsun, ebelikten zevk alsın, oyundan hemen caymasın diye. Öyleyse, bildiğim tüm diğer oyunların aksine, tüm oyuncuların ebe olmak için yarışmaları gerekmez miydi? Bilmek değilse neydi amaç? Oyunun tanımını yapamamak rahatsız etmiyorsa onları, nedendi bunca tantana, bunca gürültü, bunca kovalamaca birbiri ardına? Ebenin oyuna bakışı muhakkak farklı olmalıydı, çetin bir denizde ilerleyen ufak bir balıkçı kayığıyla devasa bir yük gemisi aynı olur muydu hiç?
Oyunun bildiklerimin dışında kuralları var mıydı yok muydu? Benden başka rahatsızlık duyan yoktu, anlaşılan. Benden başka oyunun bitmesini isteyen de yoktu. Oyunun bitmesini istemem bile yetti, oyuna dâhil olduğumu anlamam için. Herkes istiyordu ama belli etmiyordu, tıpkı benim gibi. Oyun, kendini oyunun parçası yaptığın anda başlıyordu. Parça olmak da bir işe yaramakla mümkündü. İşe yaramak, yani oyunda rol almak, oyunun sınırlarını kendi sınırların kabul etmek, kendi sınırlarını oyunun sınırlarına indirgemek. Sınır varsa sınırın ardı da vardır. Ya yoksa…
Oyun zevkliydi. Geniş bıyıklı, kocaman kulaklı, kır saçlı ebenin havada savrulan uzun değneğinden kaçarak sığındığım bu duvar dibinde kalbimin atışlarını dinlerken fark ettim bunu.  Belki ilk çağlardan kalma bir ölüm kalım savaşını andırdığı için, belki orta çağın şövalyelerine gönderme yaptığı için, belki de arkamızda kalan kaleye  –bir zamanlar orada yaşadığına inanılan güzel Godiva’ya– sırtımızı dayadığımız için, denizlerden gelen uzun soluklu meltemlere benzeyen içten bir serinlik vardı oyuncuların yüzlerinde. Bir de, evde kalmış yaşlı kızların memelerinin arasında, yaldızlı kâğıtlara sarılıp saklanılan kokulu sakızların, bir gün gelecek olan Don Juan kılıklı sevgiliye verileceğine dair umuttu oyuncuları hevesli yapan. Kim bilir…
Duvarın dibinde beklerken bir düdük sesi geldi sokağın göbeğe açılan geniş ağzından. Ebe, çıkardı gözünü bağlayan kızıl çaputu; herkes saklandığı yerden neşeyle çıktı, hoplaya zıplaya ilerlediler. Yolun bittiği yere, onlarca farklı tadın sunulacağı, hararetle hazırlanan dev sofraya yöneldiler. Öyle ki ben de koyuldum yola, bedenimi çevreleyen sele kapılarak, yanımda beliren her oyuncunun benimle aynı düşünceleri paylaştığını sezerek. Herkes bendi, ben herkes.  Kural yoktu, akıntı vardı. Akıntı karar veriyordu hıza ve ivmeye, akışın yönüne, yönelene ve yönelinene.
Kimse benden farklı değildi, ne benden üstün ne benden eksik. Hepimiz o eski kale kapısını geçip, aynı Marco Polo öyküsüne inanıp, aynı İndoçin tütsülerinin çıkardığı dumanı içimize çekerek düşmüştük bu yola, koyamasak bile başımızı. Ben baş koymağa mı geldim ki başkalarından böylesine bir diğerkâmlık bekliyorum? İntizar en büyük ayıbımdı, asla vazgeçemediğim. Vazgeçmeliydim ama! Hepimiz aynı eksiklik ve bilgisizlik kaygısıyla dâhil olmuştuk oyuna. Oyunun oyun olduğunu bile bile girdik içine, ne için olduğunu bilemesek bile. Belli ki oyunun ne için olduğunu içeriden görebilirdik ancak, her ne kadar içeride olduğumuzu asla bilemeyecek olsak da.  Madem muallaklıktan beslenen bir yargısızlıktı oyunu oyun kılan, mademki oyun oyuncuyu kuşkuda bıraktığı sürece oyundu, mademki oyun oyunculardan bağımsız bir akla sahipti, oyuncular yok olduğunda yok olan ve madem ki…
Hep birlikte yemeğe gittik, güle oynaya, kahkahalar atarak. Demek bir ara verilmişti yemek için ve düdük yemeğin işaretinin işaretiydi. Çünkü yemeğin işareti oyuncuların kolektif akıllarıydı ya da akıllarda yanan bir ışık, duyulan bir ses, karmaşık bir şebekenin bilinç gibi algılanmasının getirdiği kaçınılmaz yanılgı. O görülmeyen, hissedilmeyen, bilinmeyen güç; oyuncuların bireyler olarak akıl sır erdiremeyeceği ince sızı.  Ancak yine de birkaçı bir araya gelirse. O da belki, yani…
Yemek şendi, şakraktı, güzeldi. Oyuncular için oyundan başkası yoktu sanıyordum, ama var olduğunu öğrenmek sarsmadı beni. Belki de düdüğün keskin sesiydi beni rahatlatan. Rengin değiştiğinin, güneşin battığının, çocuğun uyandığının ilanı gibi bir ilandı bu, yaygarayı andıran. Düdük netti, bıçak gibiydi, yarım bırakmayacak kadar istikrarlıydı. Yemekten sonra düdük tekrar çaldı, oyun kaldığı yerden devam etsin diye herkes çabucak ayağa kalktı. Ebe, kızıl çaputunu taktı; maskesini kafasına geçirip performansına devam eden bir palyaço gibi. Oyuncular sağa sola koşuşturmaya başladılar, bayram sabahında hediye avına çıkan çocuklara taş çıkarırcasına. İyi ama hatırlamayacak mıydı ebe az önce kimin hangi delikten çıktığını? Yoksa bu da oyunun bir parçası mıydı?  Unutmak da oyunun bir parçasıysa, hatta şartıysa, neden oyunda olduğumuzu da unutup rahata ermiyorduk? Evet, evet öyle olmalıydı. Unutmalıydık. Her şeyi, herkesi unutmalıydık. Affetmeliydik bize kötülük yapanları ve acımalıydık onlara, kasabın koyuna acıması kadar ama… Sağ yanağımıza şamar atanlara sol yanağımızı… Ve hatta!
Yok ama; oyunda olduğumuzu unutursak oyunun dışını da unuturduk. Yani hayat ile oyun arasındaki çizgi kaybolurdu. Var mıydı öyle bir çizgi? İçimden bir ses “Geç kalıyorsun.” dedi. Koştum ve saklandım ilk bulduğum kovuğa. Yanımda bir çocuk belirdi, şirin mi şirin, parlak mı parlak, gözlerinde evrenin karmaşası. “Unut.” dedi bana. “Unut ki oyun hiç bitmesin, unut ki oyun hayatı taklit edeceğine hayat bir oyun olsun.” Çocuğun başını okşadım titreyen ellerimle. Geriye dönüp sokağa girdiğim kale kapısına baktım sanki kapının berisinde beni bekleyen bir şeyler varmış gibi. Çocuk “Sen de biliyorsun.” dedi. Uzaklara baktım anlamazlıktan gelerek. Oyun bitmeliydi yoksa her şeyin oyun olmasına katlanmak zorunda kalacaktım. Oyunun her şeyim olmasına dayanamayacağımı bilsem de…
Saklandığım yerden çıktım ve bağırdım. “Bittiiiiii!”, “Bittiiiiii!”. “Oyun bittiiiiiii!”. Ben böyle bağırınca tüm oyuncular yerlerinden çıktılar, şaşkın ya da pişman görünmüyorlardı. Olağan bir sonu karşılıyormuş gibi bir halleri de yoktu. Sonra ebeyi gördüm uzaktan ağır ağır bana doğru yaklaşan. Bir yandan da gözlerini kapayan çaputu çıkarmaya çalışıyordu. Yanıma vardığında açıktı gözleri, ışıl ışıl parıldayan ama gri bir sinsiliği derinlerde tuttuğunu da saklamayan.
Bir anda ne olduğunu anlamadan etrafım sarıldı. Diğer oyuncular ellerimi, kollarımı tuttular. Ebe; kızıl çaputu kafama sardı, gözlerimi kapadı, sıkı sıkı bağladı. Elime değneği zincirleyip kilit taktı. Sonra sesler duydum, çığlıklar, bayram coşkusunu anımsatan türküler.  Kaçışıyordu anlaşılan az önce elimi ayağımı tutan oyuncular.  Ben ne yapacağımı bilmeden kımıltısız durdum olduğum yerde. Beklediğim bir yönergeydi, bir sesti belki.  Nihayet geldi beklenilen, her bekleyene nasip olmayan. Usul usul üfledi kulağıma, okyanuslar üzerinde esen belli belirsiz bir yel gibi. Bir şey demedi ama ben anlamıştım anlamam gerekeni.
“Artık oyun sensin.” demişti titrek bir ses,   “Ne izleyensin ne de izlenilen. Oyunun ta kendisisin. Aramıza hoş geldin.”

  Lacivert