29 Eylül 2012 Cumartesi

YARILMA


                                                                      Rene Gorebli




Henüz bacaklarındaki titreme geçmemişti ki, kadının yanından ifadesiz bir yüzle kalkıp giyinmeye başladığı şaşkınlıkla fark etti. gedik o zaman açıldı. Kafasını yastıktan hafifçe kaldırıp,

“ Ne yapıyorsun, gel buraya. “ dedi, bir kolunu ona doğru uzatmıştı. Kadın ondan yana çabucak bir bakış yolladı. Donuk, neredeyse boş bakışlardı bunlar.

“ Hiçbir şey anlamıyorum” diyerek yeniden denedi. “ gelsene şuraya. “ Ama aslında biraz biraz anlamaya başlamıştı sanki.

Kadın, renksizdi.

“ gidiyorum” dedi. Bir yandan çorabını giymeye çalışıyordu. Hareketleri aceleciydi, bir an önce oradan ayrılmak isteği yüzüne vurmuş, çabukça deviniyordu. Buz gibi, diye düşündü onu izleyen. Az önce kollarına aldığı, bedenini bedeniyle ezdiği; iki yılın getirdiği açlıkla tenine saldırdığı kadın kayıtsızlık içindeydi şimdi. Ne yapacağını bilemediğinden kalktı ve üstüne giyecek bir şey arandı. Giysileri oraya buraya saçılmıştı. Soyunma anını anımsadı ve içi istekle doldu yeniden. Denese miydi? Ağzı kendiliğinden açılıp, geri kapandı. Söyleyecek bir şey gelmedi aklına. Kadının odayı dolduran varlığının kayıtsızlığı bir örtü gibi sarıyordu onu. Boğulacak gibi oldu. Şaşırıyor, bir yandan da duyduğu isteği önleyemiyordu. Ters çıkmak istedi; böyle gidemezsin demek, bu ne anlama geliyor şimdi, diyerek onu sarsmak.


“ gitme “ demek istedi yeniden. Sonra anımsadı. İki yıl önce bu sahnenin tam tersini defalarca oynadıklarını. Kadını her seferinde, “işim bitti” tavrıyla bırakıp gidişini, onun gözlerindeki sitemi, sessiz protestolarını; her seferinde “ bir daha olmayacak” tehditlerini ve yine de tek işaretiyle adama koşmasını. Şimdi kadının her devinimi, yüzündeki ifade, gözlerindeki boş bakış berikine tutulan bir ayna gibiydi. Tam da o anda gediğin, yarılmanın sesini duydu. Öyle somut bir sesti ki, onu görmezden gelmek mümkün değildi. Ne sesi ne de kendisine tutulmakta olan aynayı. Farkındalığı arttıkça isteği büyüyor; kadını kolundan tutup kendine yapıştırmak; gözlerinde eski sıcaklığı bulmak ve her ikisini de yoldan çıkaran o tutkuyu hissetmek istiyordu. Bir zamanlar varlığından çok emin olduğu aşktan medet umabilir miydi? Gediğin varlığını fark etmeseydi, ona uzanabileceğine, geri alabileceğine güveni tamdı. Şimdi? O mesajı aldığı gün kadar sarsılmış hissediyordu.


“ Bu arada dün bir öykü okudum. Birbirlerine geneleve gider gibi giden; birbirlerinin orospusu olmuş iki kişi hakkında. Hoşuma gitmedi. Bir daha okumam sanırım.” Diye yazmıştı kadın ve her bir sözcüğü, üç yıl süren vazgeçemeyişin sonu olmuştu. Aradan geçen iki yıl içinde kadını canı çekmişti. Hep çekerdi. “canım seni istiyor” mesajı yeterli olurdu canının istediğini almasına. Ama geçen iki yıl boyunca hiç cesaret edemedi; herhangi birinin orospusu statüsünü kabul edemezdi.

Şimdi razı ama. Gitmesin, yanında kalsın; yüzündeki bu yabancı maskeyi çıkarsın yine “ kadın “ olsun. Razı. Kazağını ve pantolonunu aceleyle giyinen kadına bakıyor ve sesi çıkmıyor. Kazak ve pantolon ipucuydu aslında, görebilseydi.

Kadın çantasını aldı. Adama baktı “ tamam, hazırım” dedi. Sokak kapısına giden koridor boyunca kararlılıkla ilerlerken kadın, arkasından gitti. Asansörün gelmesini beklediler birlikte. Hala vakit var, geri dönebilir. Uzanıp kolundan içeri çekmek yeterli olabilir. Kadın ona bakmıyor oysa, dönüp bir kez baksa tutup çekecek onu içeri. Gözleri asansör kapısına böyle kilitlenmiş olmasa örneğin. Vedalaşırken dokunmadı bile adama. Kaçınıyor gibiydi temastan. Yüzü karardı; yine o ayna. Gedik büyüyor; yarık iyice derinleşiyordu. Vücudundaki kan o yarığa boşaldı sanki.

Asansörün geldiğini haber veren metalik tınlamayı işitti, kadının asansöre binişini izledi. O anda aklına telefon geldi. Her şeyi başlatan “gel” sözcüğünün büyüsünü yeniden çağırabilirdi. Koşar adımlarla yatak odasına yöneldi. Diğerlerinden birinin araması olasılığına karşı telefonunu kapattığını anımsayıp, küfretti. Aceleyle açtı telefonu, pencerenin önünde durup, kadının arabasına gidişine bakarken çalan telefonunu çantasından çıkarışını izledi. Kadın arabasına bindi, farların ışığı sokağı aydınlattı. Telefon açıldı.

“ ne oldu?” diyen sesini duydu.

“ gel “ dedi. Sustu. Bekledi. Cevap geciktikçe, ona sarılıp uyuma arzusu büyüyordu.

“ iyi geceler” yanıtını işittiğinde, aynaya bir kez daha bakmakta olduğunu biliyordu. Telefon kapandı. Arabanın çalışıp yola çıkışını izledi. Telefonu kapatan kadının yüzündeki gülümsemeyi göremedi elbette.

Bir süre daha pencerenin önünde dikildi, sonunda gidip yatağa uzandı. Elini kadından kalan ancak hızla soğumakta olan ılıklığın üzerine koydu. Uykuya dalmadan az önce, ertesi gece için kimi arayabileceğini düşündü. Açılmış yarığı hızla doldurup, uykuya daldı.


ÜçRenk Kırmızı


                                                                     

27 Eylül 2012 Perşembe

DEŞİLEN



“… kendisini cisimlendiren varlıkta öldürüldü…”
Albert Camus – Başkaldıran İnsan


     Sokağın karanlığına bakarak kendi mateminize katıldığınızı düşünebilirsiniz. Kaldırımın kenarına atılan kedi leşi azabınızın dehşetini göstermesi açısından fikir verici olabilir. Ya da kırılmış olmasına rağmen aydınlatmaya çalışan sokak lambası, göz kapaklarınızı çağrıştırabilir size. Bu kadar kolay olmamalı kurtuluş! Yaşayarak ıstırabı fazlasıyla soluduğunuzu düşünebilirsiniz. Bu durumda size sokağın hemen başındaki çöpe atılan perdeyi gösterebilirim. Üzerindeki izmarit gölgeleri, yağmura rağmen vazgeçemediği lekeleri pekâlâ gözünüzdeki perdeyi kaldırabilir. Yokluktan ötürü perdeye devşirilen bu kumaşın zamanında bir kefen olduğunu bilmek sizi aydınlatacaktır. Cansız bir bedene dolanmanın aşkıyla yıllarca bekleyen bu zavallı kefen, gün gelip de perdeye dönüştürülünce eminim çok üzülmüştür. Hatta kahrından ölmüştür de!

     Kullanılacağı günü sabır ve sebatla beklerken birden pencerenin önüne asılmak eminim onu şaşırtmıştır. Fakat amacı çok önceden “biçilen” bu görev âşığı, ani bir kararla görevini yapmanın telaşına düşmüş. Evvela önünde duran, kalp atışının esamesi okunmayan camı çevrelemeyi düşünse de bunda başarısız oldu. Nasıl olsundu ki? Camı her sarma girişimi zavallı kefen için bir gerçeğin ispatı oldu: doğuştan cansız olanı gömemezsin ki! Kefen de o an ardındaki odaya akıp – gülümseme olarak tanımlanabilecek bir eylemle- “Burası bir mezarı andırıyor” dedi. Ve odanın içindekileri kendilerine o an için uzak olan ölümün varlığı gibi uzaktan sarıp sarmaladı.

     İşte bu kefenin bulunduğu binanın tam altındaydı lokanta. Giriş kapısının iştah açıcı kızıllığının yanında hemen ardında sakındığı holün uzunluğu da pekâlâ acıkmış bir dimağı çıldırtmaya yetebilirdi. Hole sağlı sollu asılan, resimlere bakan biri lokantadan ziyade tarihiyle gurur duyan, kökleri bir hayli geçmişe uzanan bir ailenin varlığını hissedebilirdi.

     Holün ardından gelen yemek salonu da son derece büyük olmasının yanında sadece altı masanın bulunması nedeniyle eleştirilmişti müşterilerce. Lokanta sahibiyse bu tür eleştirileri her defasında aynı nezaketle cevaplıyordu:

- Affınıza sığınarak bunların sadece masa olmadığının altını çizmek istiyorum. Dikkat buyurursanız masaların insan anatomisine benzediğini göreceksiniz.

     Sahibin bu cevabı herhangi bir şekilde kinaye barındırmıyordu. Bizatihi insan anatomisi kinaye barındırıyordu. Hayatında en az bir insan görmüş bir insan diyebilirdi ki “Bu dizim –insanı bilmem ama- bana benziyor”.

Baştaki yuvarlak masanın hemen altındaki dikdörtgen masa bu anlamda ilk fikri verebiliyordu. Bunun yanında yanlardaki ve alt kısımlardaki uzun masaları da hesaba katınca ortaya bir insan görüntüsü çıkıyordu. Neden öyle yapıldı veya niçin özellikle insan biçimi seçildi, bilinmez. Amaç, masaların toplamından bir insan var etmek olabileceği gibi insanı kendi görüntüsünden azat etmek olarak da yorumlanabilir.


     Göğüs kısmı olarak tasarlanan yere oturan şu altı kişinin sabırsızlığına bakın. O kadar ki heyecanlarından kendileri görünmüyorlar. Hepsinin şu anda bir perde olarak kullanılan kefenden pek de bir farkları yok sanki! Tüm bu fark, farksızlık ne olduklarından ziyade ne olmadıklarıyla ilgili olabilir. Dikkat buyurun masanın başında durana. Elleri nasıl da telaşlı… Bileklerinden masaya sabitlenen parmakları bir akrebin son anlarına nasıl da benziyor. Şaşkınlığı, hangi parmağındaki zehrin acaba daha öldürücü olabileceği yönünde. Ve bu yön her kat edişte bir parçası beliren açlık hissinin ta kendisi de olabilir.

     Servis aracının üzerinde dümdüz uzanan çıplak kadının orada ne aradığı tam bir muamma… Masadaki altılı grubun kıpırdaşmalarına bakılırsa o masayla bir ilgisi var. Servis arabası masanın önüne gelince iki garson çıplak kadının omuzlarından ve ayaklarından tutup masanın ortasına yatırıyor. Masadakilerin gözleri bir anda büyüyor. Öyle ki göz artık görmek için ait olduğu bedeni kullanıyor. bedense son derece kör! Sağa sola çarpıp duruyor. En sonunda tökezleyip olduğu âna yığılıyor.

     Garsonlar masadan uzaklaştıklarında sabırsız altılı gözlerini dikmiş kadına bakıyorlardı. Çıplaklığından etkilenmedikleri her hallerinden belirdi. Çünkü oturdukları yerde hiçbir müdahalede bulunmaksızın veya tepki vermeksizin duruyorlardı. Kadına değil de kadının ne olacağına bakıyor gibi bir halleri vardı. Garsonların servis ettiği bu kadın, içlerinde beliren dürtüden daha da çekici değildi. Altılıdan kaçıncı olduğu bilinmez, son derece bodur biri kadının ayaklarına dokununca masanın başındaki öfkelendi:

- Açlığına saygı duy!

     Bodur, elleriyle başını önüne eğip mahcup bir ifadeyle beklemeye koyuldu. Kısa bir bekleyişin ardından masanın başındakinin buyruğuyla herkes yerlerinden kalkıp, çıplak kadının derisini etinden, etini kemiğinden, kemiğini ise masadan ayırdılar. Çıplak kadın artık daha bir çıplak ve daha bir vardı. Soyunduğu yaşamı masadakilerin dişlerinin arasında öğütüp altı farklı biçimde var olmuştu. Kadın artık tokluk hissinin kendisiydi. Kim ne bilsindi kadının açlığının aslında kendisi olduğunu.

     Ait olduğu bu tükenişin onun “ben” diyebileceği yegâne hâl olduğunu kim bilebilirdi ki? Dahası kim bilebilirdi kendisini cisimlendiren varlıkla çoktan öldürüldüğünü! 

Kafkarengi

                            Paul Delvaux

20 Eylül 2012 Perşembe

BACH SUİTE İN D-MİNOR NO 2

                                                                          A. E CSAKY


“Sana bir öykü yazsam; senin sözlerinden” diye geçirdi içinden.

Az önce görmüştü; bir güvercinin, kanatlarından kopan bir tüyün, havada süzülerek yere düşüşünü.

“İnsan, boşluğa bıraksa kendini; bu tüy gibi, süzülerek düşer mi yere..." deyiverdi sessizce.

Ürperdi.

Tüy mü daha hafifti, hayata yüklediğimiz anlamlar mı..

Uzağındaki kente seslendi sonra:

“Hüzünlere rağmen viran olmasın hiçbir yurt…”

Ah etmedi, küsmedi kimselere…

Çoğu kendi seçimi değil miydi bu hüzünlerin?

Nicedir metruk bir binada sürdürmeye çalışıyordu yaşamını.

Arayacak, soracak olanlara vedası acı olmuştu: Sonsuz zorluklarla baş etmeye karar verdiği gün.

Unvanını, tüm edinimlerini, ailesini, dostlarını ardında bırakıp, bu unutulmuş, dört tarafı açık, sadece verandasında bir salıncağın bulunduğu mekân yeni yuvasıydı. 

Kimi geceler bir keman sesinin duyulduğu, loş ışıkları geceye göz kırpan o ahşap bina dışında civarda başka bir ev yoktu.

O evden süzülen ışık huzmelerine ve notalara bırakıyordu kendini.

Beraberinde sadece anılarını getirmişti.

Her gece gökyüzüne bir anısını asıyordu.

“Böyle de yaşarmış insan,” diyordu, “böyle de yaşarmış….”

Bir gece keman sesinin duyulduğu o ahşap eve doğru yürürken buldu kendini.

Kapı açıktı. Usulca içeriye süzüldü. Adımları sıklaştıkça kemanın sesi güçleniyordu.

Korkuluklara tutunarak, basamakları bire birer çıkmaya koyuldu.

Sesin geldiği odaya yöneldi. Tüm kapılardan daha büyük, oldukça görkemliydi.

Elini uzattı. 

O an ses kesildi. 

Vazgeçmek istedi. 

Aklından bu düşünce geçerken kemanın sesini yeniden hatta daha güçlü duydu. Kapıya uzandı. Hafifçe itti. Karanlık koyulaştı. Ses çoğaldı. Ezgi tanıdıktı: 

“Bach Suite in d-minor no. 2” İrkildi. Eseri icra eden kimse yoktu.

Hızla merdivenlere koştu. Kan ter içinde verandadaki salıncağa kendini güçlükle bıraktı. 

Işıkları yanan eve bakamıyordu. 

Hırkasının düğmelerini titreyen parmaklarıyla ilikledi.

İnsan kendisinden kaçamıyordu.

Anladı. 

ÜçRenk Blanc


                                       

19 Eylül 2012 Çarşamba

ÜçRenk Seçki Tanıtım Yazısı

Öyle bir kitap düşünün ki, içinde yer alan birbirinden güzel ve edebi kalitesi yüksek öykülerin, şiirlerin yazarları arasında hem amatör kalemler olsun hem de takip edilen yazarlar yer alsın, ama kimin kim olduğunu kimse bilmesin.

ÜçRenk Sanat oluşumu, iki yılı aşkın süredir “ yazara değil esere inan” ilkesiyle gerçekleştirdiği enteraktif edebiyat yayıncılığının üretimlerini, asla ölmeyeceğini düşündüğü kitap sayfalarına taşıdı.

“ Söyleyecek hiçbir şeyi olmadığını anladıktan sonra, insan bunu söylemenin bir yolunu arıyor. Üç Renk, bu arayışın bir ürünü olarak doğdu. İnsanların birer isim olarak ve ismin arkasından tutunarak önemli olmaya çalıştıkları edebi toplumsallıkta, sahip olduğumuz ad’larla var olmaya çalışmanın yoruculuğu yanında; “ ama burada bir yanlış var” fikri ÜçRenk’i bir ad’a sahip olmaktan vazgeçmeye; kimliklerimizi, bir paltoyu üstümüzden sıyırır gibi çıkararak, kapının dışında bırakabileceğimiz bir alan yaratabilme çabasına yöneltti.” cümleleriyle kendini açıklayan ÜçRenk Sanat, her geçen gün sayıları artan ve " bu satırların yazarı" demek yerine " bu satırlar…" diyebilen insanların birlikte bir güzellik yaratabileceklerinin kanıtı oldu. Yazarlarının isimleri yok, her bir yazar ( bilinen ya da bilinmeyen) adını yok sayarak bir renk olarak imzaladı metinlerini, şiirlerini. 

Kitap, kırk dört öykü, otuz şiir, ÜçRenk yönetimiyle ile yapılmış bir röportaj ve çok sayıda orijinal görsel materyalden oluşuyor. Söz konusu eserler, edebi incelemeleriyle tanınan yazar Hülya Soyşekerci tarafından derlendi ve yayına hazır hale getirildi. Ülkemiz edebiyat tarihinde bir ilk olarak kabul edilen bu üretim, şimdiden gelecek yıllarda hakkında konuşulacak bir yapı olarak işaret ediliyor ve okura belki de takip ettiği bir yazarın, şairin üretimini bu kez kimliksizliği içinde keşfetme olanağı sunuyor.


                                                         Görsel Cavit Mukaddes

14 Eylül 2012 Cuma

SES VE SÖZ


Beste: Acı Yeşil








enkaz kaldırma çalışmaları



şehrin yağmur yağan tarafında kaldım hep

izini bırak omzuma, orada toplansın bütün sular

kıvrılmış bir bahçe hortumu nasıl sabırsızsa akmak için

öylece bekliyorum sana doya doya akmayı

yerin hazır göğsümde, adımlarım heveskâr

denize yorgun gözlerim ve üç numara tıraşımla

senin için saklıyorum yanaşamadığım kıyıları


erozyon artığı karanlık bir dağdan geldim sana

çatısı rüzgârda uçmuş bir köy kahvesinden

içimde ayağını sürüyerek gezinen hamidiye alayları

uçarken kanadını yangına kaptıran turnalar

toprağın altına gömdüm de geldim uykularımı

seninle kalkmak için gözleri tuzdan açılmayan sabahlara

çentmek için akşamın zifir bulaşmış derisini

şu kalbin havasını nefesinle almak için


boş bıraktım bu şehirdeki yerini

sürtündüğün duvarları, ev içlerini, açılmayan kapıları

üzümün çıkardığı sesi, şövalyesi düşmüş parmağı

peşinde denizi dolaştırdığın kitabevlerini

uçuruma genişleyen yatay gökdelenleri boş bıraktım

bir balık yemiyim artık oltanın ucunda

gecenin ucunda körelmiş bir ışık

ekmek kırıntıları doldurdum ceplerime


sen bir düğmesin, ben bir ilik

yağmur yağsın da, kavuşmayalım birbirimize


Kahverengi



10 Eylül 2012 Pazartesi

BEREKETİN NEREDE FEYYAZ?

Yağmur  yağdı,  kar  yağdı.  Bir  suskunluğun  yükü  altında  olması  gerektiği  gibi  çürüdü,  suya  doymuş,  eski  nebatlar.  Tek  mezarda  tek  pembe  bir  güle  gözyaşı  benzerliğinde  çiğ  düştü.  Artık  masallara  kanmayacağı  bir  yaştaydı;  eğildi,  çiğ  tanesine;    ihtiyarlamış  dudaklarıyla  eski  bir  sevgilinin  dudaklarını  öpercesine  dokundu.   Avuçlarına  aldı;  sevdi;  dakikalarda  yıllarcasına,  yanındaymışçasına.  Fısıldadığı  ona  dair  sözler  değildi;  bu  sefer.   Sanki   geri  dönecekmişçesine  ana  dilince  anlamsızlaştırdığı  dillerde  okuduğu  dualardı.  Duaların  mı rahvanlığından  yoksa   kamburunun  mu  ezikliğinden  tekrar  eğildi.  Mezarın   dibindeki  lahanaları  bir  bir  kopardı.  Çoğul  oldu,  lahanalar.
“Kara” dedi.  
Karaymış,  yeşildi,   kendi  bahtı  kadar  kara  değildi,  lahanalar.  Hiçbir  şey  kendi  bahtı  kadar  kara  olamazdı.

Alaman  dişli  canavar  öğütmüştü,  kocasını;   otuzundaydı,  bereketliliğinin  zamanında.  “Döndüğümde  kök  salacağız.”  demişti.  Evlerinin  içi  şen  olacaktı. Olmamıştı,  çocukları;  çocuğu  olacaktı,  kocası.   Döndü,  tanıyamadı  parçalanmış  suretinden.  Bir  tek  kopuk  orta  parmağında  bakır  kırmızısı  nikah  yüzüğü  duruyordu.  Belli ki  son  zamanlarda  çok  zayıflamış,  yorgunlaştırılmıştı.  Ah,  halbuki   diri  halleri  bereketi  olacaktı!  Ekmek  gibi,  su  gibi  paylaşacaktı,  yalnızlığı, oysaki  şimdi  yalnızlığı  içinde   koskacaman  sökülmüş  bir  yumaktı.  Dokunsa  da  olmayacaktı,  öncesi  kadar  umutlu.  Son  zamanlarda  ölümüne  yakın  ihtiyarlaşmış  tarafında  bildiği,  yüksek  sesle  itiraf  etmeye  korktuğu    tek,  kesin   şey:  UMUTSUZLUK.  Ve  sırtında  kamburundan  da  ağır, bıçak  altına  yatmayacak  bir  yük.   Ne zaman,  kaç  asır  önce  kim  tarafından  anonimleştirilmişti?  Bahtına  nasıl dolanmıştı,  anlamaz,  bir  yorgunluk  düşünen  tarafı  düştü,  sağ  omuzuna.  Usul  usul  eşelidi,  oturduğu  yerden kocasının  mezarını.   Bir,  iki  solucan  çıkarıp  kendi  sesine yabancı,  yalancı  bir  kahkaha  attı.  Sesi  kulaklarında  küşürdedi:  “Feyyaz’ın  etinden  besili  sgolega...”   

Hiç  düşünmeden aldı, eline bir taş; ezdi, solucanın son kıpırdanışları toprak üzerinde  donuklanaşana değin.  Fırlattı, taşı; aldı, lahanaları;  bastırdı,  yıllardır  sarılmanın  sıcaklığını  unutan  göğsüne.  Ağır  aksak  yeniden  yeniden  ömrünü  bileyen  iniltili  dizlerinin  üstünde  doğruldu.  Teneke  yamalı  tahta  barakasına  yöneldi.  Peşi  sıra  dökülüyor,  iz  bırakıyordu,  lahanalar.  Bir  zamanlar  sümüklü  böcekleri  öldürürdü,  orda  burda  iz  bırakıyor,  diye.  Ezselerdi,  şimdi  de  kendisini,  çoktan  razıydı,  bir  sümüklü  böcek  gibi  ölmeye.  Mezar  ile  mezarı  arasında  sürünmekten  bıkmıştı.   Birkaç adımlık  bezginliğinin  yol  hikayesiydi   onunkisi.  Kendi silikliğine  şahit  olacak  titrek  parmakları  ile  uzandı  kendisinden    daha  da  yaşlı,  kaynanasından  kalma  aşınmış  kapıya.  İçeri süzüldü,  kimsenin bihaber olduğu  varlığı  ile evliymişçesine. 

Küf kokulu  odasının  orta  yerine,  tepeden bir  ışık  düşüyordu.  Işığın tam altına attı,  kucağındaki  lahanaları.  Lahanaların arasından yeşil bir  tırtıl  varlığından  bihaber  kıpırdanıştayken, tavandan,  yaşlanmış  anılarına  inat, diriliği  ile siyah  renkte bir  örümcek  süzülüyordu.  Bir müddet  takılı  kaldı,  örümceğin  ve  tırtılın  yaşamsal  faaliyetlerine.  Birden  çürümüş  lambrilerin  arasında  tıkırtı  duydu,  telaş  etmeden  her  zamanki  alışkanlığı  ile  çevirdi  başını:
“Kış  kış  hadi  gidin,  kör  olasıcalar.  Yine  kunladılar,  nispetiniz  bana mı?  Tövbe  tövbe   farelerin de   oldu,  veletleri.”
“Ya  işte  böyle  Feyyaz!”   

Nefes  alabildiğince  bağırdı,  ağladı,  sustu.  Yavaşça  yerden  lahana  alıp  yeşilin  renginde  tenini  görünceye  değin  parmaklarının  arasında  ezdi.  Çiğ  kokuyu  genzine  doldurdu.  Kalan  parçayı  attı,  ağzına.  Bir  can  kendi  canından  çıkıyormuşçasına çabalanıp  söylendi :               
“Kendinle  beraber gömdüğün gençliğim sermayesiz bir alın terinin damlasında. Hadi konuştur, yokluğunu. Savun kazançsızlığımı. Söyle, bana Feyyaz! Şimdi bereketin ve bolluğun nerede?  Madem ölmüşlüğün benimle,  yaşanmazlığım  seninle olsun.  Hisset ! Benim hissettiğim gibi sen de hisset! Bak, bereketin ve bolluğun şimdi lahananın köklerinde, yapraklarında.Bir lokmanın yutulabilir öncesinde, dişlerimin kovuklarında.  Söyle  bana  Feyyaz,  bereketin  ve  bolluğun  nerede  şimdi,  nerede  Feyyaz???!!!”

Sgolega: Solucan                                                                                
                                                                                                                                         NEFTİ
                                                                   



 
                                                            Ümmühan Özgür Yılmaz
                                                                                                                                                                  

3 Eylül 2012 Pazartesi

KAFİ



gözlerin zamanın dışına çıkıyor
kirpiklerin de kaşlarının
kirpiklerin yüreğimde sekiyor
senin ile bir ânın mirasçısı olmak istiyorum
annem ve babam memurdu
mütevazılığı öğretti bana çocukluğum
uzun bir yolu yürümek kâfi diyorum

uzun bir yol
çok yitirmiş çoktan yetinmiş mülteci ruhlarımızın
özgür kuşlara düğümlendiği
gözlerinin pabuclarının ötesine bakmadığı
yani

birbirini tanımaya çalışan parmak uçlarımızdan başka
kimselerin olmadığı bir akşam vakti
uzun bir yolu yürüyelim

ısınıyorum seni gördükçe
ısınıyor sözcüklerim
yaşam doluyor aldığım nefeslerim
saatler bileğimizde, leylekler gökyüzünde dönüyor
yapalım ansızın ne yapacak isek
bizi yoruyorlar zira bizi tutuyorlar
ben inanmam fakat bu kedi kara
gel gidelim buralardan
gülüşerek bol abartılı hikayeler ile
uzun bir yolu yürüyelim

kısa bir yol kâfi değil çünkü
bir bebeğe yürümeyi öğretmeye


Binevşi

                                                             Ümmühan Yılmaz