30 Haziran 2012 Cumartesi

RÜYA TAMİRCİSİ



Hayatımda başıma gelmesinden en çok korktuğum şeylerden biridir: geceleyin gördüğüm bir rüyayı sabah uyandığımda hatırlayamamak. Sanki aklımın, kalbimin ve bedenimin bir parçasını o rüyada bırakmışım da gerçek hayata eksik bir adam olarak dönmüşüm gibi hissederim. O gün, ne yaparsam yapayım hep yarımdır yaptığım şeyler. Üzerimde bir huzursuzluk olur, sık sık başım döner, yolda yürürken attığım adımlarımda bile tedirginlik sezilir. Rüyamı uykumda bıraktığım için, sanki ömrümün bundan sonrası o rüyayı hatırlamaya çalışmakla geçecekmiş gibi bir ürkeklik gelir üstüme. Hani, bazı insanlar rüyayla gerçeği ayıramazmış ya; benim böyle bir sorunum olmadı hiç. Çünkü ben, rüyalardan oluşmuş bir hayatın içinde yaşıyorum. Rüyalar benim için gerçek hayatın ta kendisi.

Peki siz rüyanızda gördüğünüz ama daha önce tanımadığınız biriyle aylar sonra pat diye karşılaştınız mı hiç? Başkasıyla aynı rüyayı gördünüz mü? İki kişilik bir rüyanın içinde, başkası rüyanın bir tarafından yürürken siz öbür tarafından yürüdünüz mü? Ortalarda bir yerlerde buluştunuz mu? Her rüyanın bir renginin ve kokusunun olduğunu fark ettiniz mi? Peki bir aksaklık, bir terslik yaşadığınız rüyanızı aylar sonra yeniden gördüğünüzde, bir başkasının gelip o rüyayı düzelttiği oldu mu? İşte ben bu yüzden ‘rüya tamircisi’ ismini taktım ona.

Onu ilk defa bir kitapçının önünde gördüğümde, içerideki tozlu raflarda, birbirinin üzerinde eğilmiş kitapların içinde aradığım şeyin tam karşımda durduğunu fark ettim. Ki böyledir bazı kitaplar. Raflardan alınmış kitapların toz izleri ince bir çizgi oluştururken, onlar ancak bir yanındakine yaslanarak ayakta durabilirler. İnsanlar gibi. Tıpkı benim o gün onu görene dek ayakta durabildiğim gibi. İnsan rüyasında gördüğü birini gerçek hayatta da karşısında gördüğünde ne yaparsa ben de onu yaptım. O güne dek inanmadığım bir şeye, rüyalar tanrısına inanmaya başladım. Yüzyıllarca kitapların arasında saklanan, insanların bulmak için gerektiğinde canını ortaya koyduğu, bazılarının ömrünü onu aramakla geçirdiği ve bulmak için ancak bir mucizenin gerektiği o yüce bilgi karşımdaydı işte. Artık biliyordum; onun daha önceden dokunduğu kitaplara değmişti hep ellerim. Onun benden önce yürüdüğü yollarda yürümüş ve farkında olmadan onun ayak izlerine basmaya çalışmıştım bu şehrin sokaklarında. Benim girdiğim sinema salonundan o az önce çıkmıştı. Filmin aynı yerinde ağlamış, ikimiz de esasoğlanın bu kadar vurdumduymaz olmasına içerlemiştik. Biliyordum; bindiğim ada vapurunun koltuğundaki sıcaklık ondan kalmaydı. Biraz önce burada oturmuş, giderken masada unuttuğu gazetede gözlerini bırakmıştı. Ömrüm hep ondan kalan izleri takip etmekle, onun hayatın tenine attığı küçük çentiklere düşmekle geçmişti. Onu ilk defa gördüğümde anlamıştım; yıllar önce gördüğüm bir rüyada, bana ‘niye yazıyorsun ki, bütün yazdıkların nasıl olsa silinecek’ diyen ses, aslında onun gelişini müjdelemişti. Arkasından da rüyamda onu görünce, artık bunun kaçınılmaz bir şey olduğuna inanmış ve dört gözle geleceği günü beklemeye koyulmuştum.

Herkes en sevdiği rüyasını kalbinin en derin, en gizli yerinde saklarmış ya, sonra da çıkarmak istediğinde o kadar derine ulaşamazmış elleri, benim hiç böyle bir gayretim olmadı aslında. O en derinimde sakladığım rüya, kendiliğinden çıkıp karşıma dikiliverdi. Ve ben bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anladım. İnsan hayal ettiği bir şeyi karşısında gördüğünde ne hissederse onu hissettim. Daha önceleri dağların arasında daha denize varmadan kaybolup giden bir ırmakken, şimdi yatağımı değiştirmiş, hatta başka ırmaklarla birleşip öylece dökülmüştüm o sonsuz maviliğe. Sanki onu tanımadan bozkırın ortasında sadece cırcırböceklerinin ve sıcağın sesini duyan yapayalnız bir ağaçtım da, onu tanıyınca aniden dibimde bitiveren başka bir ağacın dallarına girmişti dallarım. Yıkık bir köprünün üzerinde suların dibine atılan bir oltaydım ve öylece bekleyip dururken, bir anda yanımda beliren başka bir oltaya dolaşmıştım. Perdeden fırlayıp önüme düşüveren bir film yıldızı ya da bir romanın satır aralarından fırlayan bir roman kahramanı gibiydi. Hayatım, onun hayatına karışmıştı.

Sonraki günlerde çok tuhaf şeyler oldu. Mesela ondan yüzlerce kilometre uzakta, bir gece o uyuduğu esnada, onun saçlarının uzarken çıkardığı sesi duydum. İnanılmazdı. Karşımda duran bir ağacın büyümesini canlı canlı izlemek gibiydi. Mesela yıllar önce kaybettiğimi ya da çaldırdığımı sandığım bir kitabı, kitaplığımın hiç tahmin etmediğim bir yerinde buldum. Kalbim o kitabın sayfaları arasında kalmış bir ayraçtı sanki. Günlerim onun bu şehirde yaşamış olabileceklerini düşünerek, onların peşinden giderek ve kendime ona çıkaracak yollar bulmakla geçti. İzlediğim her filmde onu arıyordum artık, ondan bir şeyler arıyordum. Dinlediğim her şarkıda, okuduğum her kitapta, yanımdan sessizce geçip giden hiç tanımadığım kadınlarda, bir meyvenin yere düştüğü anda, ağaçların dallarını denize eğişinde, kıyıda yılladır denize sürülmemiş, çürümeye terk edilmiş teknelerde, çakıltaşlarını sımsıkı saran yosunlarda, kurbağaların güneş ışınlarını takip ettiği sazlıklarda, traktörlerin tozlu köy yollarında giderken etrafa yaydığı o keskin mazot kokusunda, otogarların ıssızlığında, araba camlarına hevesle düşen, sonra da milyonlarca parçaya ayrılan yağmur damlarlarında, bakırın renginde, uçuk pembe bir sardunyanın çiçek açışında, ayaklarıma dolan kumlarda… Hayatım onun hayatına karışmış, rüyalarım rüyalarına eklenmişti.

Ardından hayal kurmaya başladım ve onu tanıdığımdan sonraki hayatıma ‘hayal kurma çağı’ adını verdim. Bir deniz kenarında oturduğumuzu düşledim hep. Uzun uzun hiç kıpırdamadan ve konuşmadan o büyük maviliğin dibindeki batık krallığımızı izledik. Parmaklarımızın arasına dolaşan çürümüş yosunların, aslında suların kumral saçları olduğunu anladık. Hep geceydi, karanlıktı ve onun gözleri bir deniz feneri gibi yanıp sönüyordu durmadan. Kayıp cesetler o zaman vurdu kıyıya. Yüzme bilmeyen balıklar ya da uçmayı bir türlü öğrenemeyen kuşlar gibi çırpınıp dururken; o bana el verdi ve o eli kalbimin üstüne bastırdım. Bir mucize miydi bu? Oysa ‘mucizeler sessiz olur’ derler. Ama bu mucizenin öyle bir sesi vardı ki, göğüs kafesimden gelen kalbimin gürültüsü başka sesleri duymama engel oldu. Yanımdan çığlıklarla geçen hayatın sesi, dalgaların sıcak kayalara vururken çıkardığı ses, istasyondan kalkan trenlerin sesi, otobanda son sürat giden arabaların sesi, rüzgârın sesi, yağmurun sesi, yangının sesi… Bütün sesler sıfırlanmıştı ve duyduğum tek ses, göğüs iskeletimin altından sızan gürültüydü.

Yağmura yakalanan bir piknik gibiydim onu tanımadan önce. Bir fırtınan ziyaret ettiği bir deniz gezintisi, terden sırılsıklam olmuş tren biletleri, bir bacağını su kenarında unutmuş geyikler, bir kenarda tozlanmaya bırakılmış bir enstrüman gibiydim ve yalnız rüyalarıma inanıyordum. Ceset torbasının içine sıkışmış bir kelebektim sanki. Ama rüyam bir koza gibi çatlamış ve kendimi dünyanın kucağında buluvermiştim. Artık aynı kabuk kapatıyordu yaralarımızı.

Onu bir kitapçının önünde ilk defa gördüğümde anlamıştım. Kendi cenazemden dönen ben, artık gövdemden yeniden fışkıran hayat tomurcuklarına tutunacaktım. Oysa onu hiç tanımadan, sadece rüyamda karşılaştığım bir yüz olarak hatırlayıp, kendi halimde yaşlanmaya devam edebilirdim. O zaman yaşlanmak denmezdi ki buna. Ben, beni sonsuz bir rüyaya bağlayan o gizli düğmeyi bulamayabilirdim. Birbirine hiç değmeyen iki ırmak gibi birbirimizden habersiz akar ve farklı farklı yerlerine dökülürdük denizin. Aklıma bu kadar güzel şeyler gelmezdi o zaman. Gittiğim her yerden bu kadar çabuk dönmeyi istemezdim. Her gece uyumadan önce, olur da uykumda ölürsem diye, aklımda kalan son şeyin o olması için onu düşünmezdim sürekli. Bazı sabahlar durduk yere onun sesiyle uyanmazdım. Aynanın karşısında yüzümü yıkarken, avuçlarıma aldığım suda onu görmezdim. Karlar altında kalmış köyler gibi, güneş açsın da karların suları toprağıma karışsın diye beklerdim umutsuzca. Sanki başını göğsüme dayamış gibi, göğsümde hâlâ onun sıcaklığını ve başının bıraktığı çukuru hissetmezdim. Hayat, her zamanki sıradanlığıyla akıp dururdu yanı başımdan. Ve ben az ötede, ağzı burnu kan içinde kalmış çocukluğumun yanından kayıtsızca geçmeye devam ederdim.

Hani bilgisayarda bir şey yazarsınız ve onu kaydetmeyi unutursunuz da elektrikler kesiliverir ya aniden. İçinizden ağlayıp durursunuz sürekli. Sonra elektrikler geldiğinde onun ‘kurtarılanlar’ kısmında olduğunu fark edersiniz. O, işte böyle bir şey oldu benim için. Ne varsa kaybettiğimi düşündüğüm hepsini tek tek geri getirdi bana. Kayıp olan yapbozun parçasını varlığıyla tamamladı. Bütün hasarlı rüyalarıma elleriyle dokunup beni yeryüzünün bir parçası yaptı. Şimdi tersine büyüyen bir ağaç gibi keyfini sürüyorum dünyanın derinliklerinin.

Oysa daha ona anlatmadığım o kadar çok rüyam var ki… 

Kahverengi

                                                                Nobuyoshi Araki

26 Haziran 2012 Salı

ANONİM UYKULAR BUNLAR




Akşamüzeri tam karşıdan karşıya geçerken ışıklarda duruyorum. Herkes bana bakıyor. Ne var: Benim Mercedes marka bir arabam olamaz mı, altımda!?.. Belki de onu durdurup, siz insanların geçmesine yardımcı oluyorumdur.

Bu hikâyede ışık görevinde de bulanabilirdim fakat kiramı ödemedim. Arabamı satmaya gidiyorum belki. Kulübeyi de satabilirdim artık bi dahaki aya, kısmetse.  Neyse, kırmızıda durdum ve o da ne; bir kadın, pazardan geliyor olmalı… Elinde öyle bir araba var ki sanki düğün arabası. Yan tarafından yarım demet maydanoz sarkıyor. Eğer bir gün sünnet düğünümü yapmaya karar verirsem, ben de böyle bir araba kiralayıp sağlı sollu süsleyeceğim. Ayaklı yaz salatası kıvamında bir yaz düğünü.  Nerde görülmüş ama ben yaptım oldu.

Bakkal Hamdi'ye görünmeden karşıdan karşıya geçiyorum. Yine borcum var adama,  kadının arabası da bir yavaş bir yavaş ki sormayın;
“Bu modeller böyle” diyor.  
“Dizel mi abla?” diye soruyorum. 

Kaldırımda basıyor marşa fakat yine de gitmiyor. İtiyoruz beraber.  En yukarısında bir pazar poşetinin üzerinde parlak bir kâğıt; uzun, ince boyluca, dikkatimi çekiyor. Bana bir işaret veriyor olmalı.

Kâğıdı alıp cebime atıyorum. “Telefon numarası yazıyor” diye düşünerekten hafifçe selam verip uzaklaşıyorum. Kâğıdı çalmadım yani. O bana mesaj bırakmış olmalı. Mahallenin delileri gülüşüyor; “deli bunlar, deli.” Elim cebimde...

 Avucumda sımsıkı tutuyorum kâğıdı. Terden yazılar birbirine girmesin diye de ara sıra ağzıma götürüp hohluyorum. Define haritası bulmuştuk yan mahalleden Rıza Amcayla; doksan yaşında var yok, bu amca.  Anadolu'da meddahlık yapmış bir adam. Bir hikâyeler anlatıyor, inanamazsınız.  Kimse inanmıyor zaten. Selam veriyorum ona, bağırıyor ardımdan “pantolonumu getir” diyor.

Geçen bunu kafaya aldım; “terzi Rüstem'im ben, ver pantolonunu dikeyim” diye. Sokağın ortasında soydum, aldım pantolonu y‘allah kahvenin arkasından, tüydüm. Çırpı gibi bacaklarıyla kaldı mahallenin ortasında. Sonradan anlattılar meğer çok küfretmiş ardımdan,  rezil olmuşmuş Neriman Hanım’a.  “Neriman Hanım, senin neyine baksın bunak” diyemedimdi ona. 

Pazardan gelirken bir çocuk ağlıyor salya sümük, yanaşıyorum yanına;
“Elma şekeri almadılar mı sana?” diyorum. Kadın;
 “Allah cezanı vermesin be adam, nerden soktun onu da çocuğun aklına,” diyor.

Çocuk elma şekeri istemeye devam ediyor daha da çığırarak. Elimi cebimden hiç çıkarmadan sıvışıyorum oradan eve.  Kont Drakula kapıda; Minnoş aslında adı, bir kadın gezdirmem için vermişti bu beyaz köpeği ama zamanla karardığından onu evlatlık aldım. Kadın köpeğini tanımadı. Artık beraber yaşıyoruz.  Hatta beraber uyuyoruz hatta ‘uyuyamıyoruz’ demeliyim; biz uzun zamandır, uyumuyoruz.  Tam uykum geliyor uyuyacağım, Kont yerini yadırgıyor ve sabaha kadar havlamaya başlıyor. Sonra bütün gece kapı önünde oturup yıldızları dikizliyoruz.  Neyse giyinmeliyim. Bana verdiği kâğıttaki şifreyi çarçabuk çözüyorum. Önceden büyük adamlar, kadınlara kartlarını verirlerdi; arkasına da kurdele tarzı bir işaret atarlardı biliyorsundur.

Ama bu kadın bana ince uzun bir kâğıtta bütün olayın detayını anlatmış. Bilmem ne manavın önünde maydanoz, sarımsak ve salatalık… 5.90’da buluşacakmışız.

Yeni bir saat dilimi olmalı. Şifreli olaylar bunlar. Anonim şirketi var galiba. Her şey yazılı üzerinde.  Giyiniyorum hemen ve karşı bakkala gidiyorum. Jeton alıyorum, telefon kulübesinden, kâğıttaki numarayı arıyorum: “WİM* Üsküdar 1” diyor, evde de kendi aralarında şifreli konuşuyorlar sanırım;

“Tamam, ben geleceğim” diyerek, telefonu kapatıyorum. Ankesör, jetonumu geri vermeyince eve dönüyorum ve Kont Drakula ile dedemden kalan köstekli saate bakarak azıcık uzanıyorum. Tam bir haftadır yarım yamalak uyuduğumdan gözlerimi saatten ayırmıyorum. Maazallah uyuya kalırsam buluşamam o kadınla sonra üzülür.  Zaten zar zor anlaşıyoruz.
Kalkıp tıraş olmaya karar veriyorum ama evde de tıraş bıçağı yok. En son elma soymuştum, jilet körelmişti tabi. Sonrasında Kont jileti ne yaptı, hatırlamıyorum yerini,  hemen köşedeki bakkala yeniden gidiyorum. İçeri girdiğimde ‘gong’ sesine dönüyorum ki saat beş buçuk; “hemen gitmeliyim” diye çıkıyorum bakkaldan.

Kâğıdı alıp adrese koşuyorum. Koyu mavi kapıyı açıp giriyorum. Yeldeğirmenlerinin soğuğu vuruyor yüzüme. Üşüyorum,  gözlerim takılıyor yüzümde gözüme,  süt ürünleri tezgâhında her yerde ayna. Aynalar da ne kadar kirli yoksa benim üstüm başım temiz, ben temiz adamım yani aynalar kirli olduğundan kirli gösteriyor ceket pantolon takımımı. Ben bunlara kafa yoracak adam değilim. Önceden böyle miydi pazarlar? Her şey bir bir paketsiz seçmeceydi.  Kâğıdı, kendi kendine yürüyen bir bandın üzerine bırakıyorum. “O güzel yüzlü kadın, yürüyen bandın üzerinden bana yürüse…” diye hayal ederken, bant duruyor ve kadın soruyor;  “İade mi var amca?” 
“Yok” diyorum;
“İade mi var amca, ne değiştireceksin? Dışarıdaki köpek senin mi, müşteriler korkudan geçemiyor. Al onu oradan,” diyor.
“Geç mi kaldım?” dediğimdeyse;
“Sıradaki” diyor;
“Zaten benim böyle suratsız, hiç gülümsemeyen, önüne gelene telefon numarası adres veren bir kadınla işim olmaz. Merlin’in orospu galaksisinden gelen kadınlar bile böyle şeyler yapmıyor. Bizler, namuslu fakir adamlarız. Kararını değiştirirsen göz kırp bana. Ben yine gelirim…” diyorum. Kimse cevap vermiyor.
Kapıdan tam çıkmak üzereyken;
“Fişini unuttun, amca!..” diyor;
“Beni Drakula ile yalnız bırakın” diyorum.

Usul usul yürüyoruz evimize. Arada bir havlıyor, “neler oldu” der gibi, anlatıyorum.
Onay veriyor kararlarıma, üzerine salyalar akıtıyor.
Günlerin yorgunluğunu ve uykusuzluğunu atmak için, hemen yatağımıza uzanıyoruz.


ŞemsAzure

                                                                         ŞemsAzure

23 Haziran 2012 Cumartesi

CİDDİ BİR KEDERİM VAR *


                                                                                             Seni zamanın bu yanında beklerim,
                                                                                             Orada açacaksın gövdemi kederinin
                                                                                              yazısını okumak için – O. Paz

Uyandı. Gözleri kapalı, zihni açık. Ondandır ki kederi fark eden zihni oldu. Kedere uyanmak mı? Panikle uyardı, gözler kapalı kaldı. Savuşsun gitsin diye beklemeli, dedi kendine. Kirpiklerinin hemen ucunda bekleyen kederin gideceği yok gibiydi ya, yine de beklemeli. Saf acıyla baş edebilir. Ağrıya dayanabilir ama belli belirsiz benliği sarmalamada usta kederden ürküyor. Onun sezdirmeden günlere ekleneceğini; her eyleme, her düşünüşe ve her duyuşa ucundan kıyısından yerleşeceğini biliyor.
Sakın açma gözlerini, diyor sakın açma. Neyin nesi, nereden çıktı sorularına henüz vakit var. Hafifçe kıpırdanıyor, bedeninin uyandım artık sinyallerini görmezden gelebildiğince oracıkta öylece yatmaya razı. Aynı anda bir bardak su, demli çay ve sigara çekiyor canı. Hay senin canına, diyor güldü gülecek kendine.
Önceki gece geliyor aklına. Balkondaydı. Balkon duvarına yaslanıp uzaktaki mahallenin ışıklarını izlediğini, önünde uzanan karanlığa öylece baktığını, küçük bir an yokluk hissiyle içinin titrediğini, kedinin gelip bacaklarına süründüğünü, yersiz bir gülüşün dudaklarını yaladığını, o gün belki yüz kez dinlediği şarkıyı mırıldandığını, ötüşen gece böceklerinin seslerinin yükseldiğini, arka caddeden geçen ambulansın çığlıklarını, birden gelen gece esintisiyle hareketlenen ağaçların fısıltısıyla genişleyen kalbini, uzun bir tren yolculuğunun ve kısa süren bir yürüyüşün anısına geçit vermeyişini, vedasız gideni, söz’ün ona küsüşünü düşündüğünü anımsıyor. Sonra? Sonra çiçeğe su, balıklara yem vermişti. Her ikisi de emanet olarak gelmişti ya, emanet olmaktan çıkıp mülkiyetine geçmişlerdi artık. Çiçeğin solacağından, küçük fanusun içinde gezinen o iki balığın çok geçmeden öleceğinden emin gibiydi. Çiçeğin serpilmesi, balıkların hala yüzüyor olmasına şaşırıyordu. Çiçeğin adı çiçekti, balıklardan siyah kuyruklu olanına “ uzak”; diğerine “ daha uzak” diye sesleniyordu. Yemeği fark eden balıkların yüzeye çıkışlarını izlemiş, ardından yatağa gitmişti. Uyumadan önce okuduğu birkaç sayfanın lezzetiyle yummuştu gözlerini. Rüya görmemişti.
Şimdi? Kirpiklerine söz geçmiyor. İstemsiz kıpırdanışları ile hemen yanı başında beklemekte olanı içine almaya meyilli gibiler. Nedeni bilse, direnmeyeceğini fark ediyor. Bunca inatçı bir kederi çağıranın ne olduğunu bilemeyişinin öfkesi titretiyor bu kez gözkapaklarını. Anlamaya yönelmiş zihni inatla bir gerekçe arıyor, bakabileceği her yerde. Cevap, kirpiklerinin gölgesinde sabırla beklemekte olandan geliyor nihayetinde: Vazgeçtin, diyor. “ Daha uzak”’tan vazgeçtin.
Çağırmıyor. Kendiliğinden doluyor zihnine o iki dize:
“ benim tüm caymalarım yanımda
  Vazgeçemiyorum onlardan!”
Bekleyene hak veriyor sonunda. Gözler, kapılarını aralıyor ve gelenin yerleşmesini izliyorlar. Yüz kez dinlediği o şarkıyı mırıldanıyor çayı demlerken. Eli sigara paketine uzanıyor. Susuzluğu ise kalıcı.

* Metnin başlığı, Karamazov’ların en küçüğü, Alyoşa’nın düşüncelerinden çekip alınmıştır.

Üçrenk Kırmızı

                                   
                                                                 Nina Ai-Artyan

20 Haziran 2012 Çarşamba

SIFIR GÖVDE




döküldü yüzümün boyası
kalbimi sana iliklediğim düğme söküldü
hiç açmamış bir gül gibi kaldım bahçede
parkta boşluğu sallayan salıncak
dipte kendine saplanan zıpkın
yırttım hayalin tozlu haritasını
bir kibrit çöpünün gölgesine sığındım

gövdemin bir yarısı yok
onu rengini kaybeden bir eve verdim
kedere açılan avlu kapısı
gökyüzüne kapanan tahta kanat
yoruldum içime taş taşımaktan
dilimde küflü harfler taşlamaktan
gövdemin bir yarısını kışa verdim

şimdi elimin tersiyle itiyorum kendimi
etime dirilten bir yangına doğru
bedenimde bir rüyanın ayak izleri
çoktan yürünmüş, çizgili ve esnek
cebimde gezdirdiğim alaca bir yılanla
ayaklarıma dikenli yollar çiziyorum
azalıyor iğnenin derine inen sesi

aklım bir uçurtmanın kuyruğuna takıldı
erdim suyun göğsü delen sırrına
giden azaltır mı kalanı
yoksa çoğaltır mı kalanın yalnızlığını

Kahverengi

                                                                     Michelangelo

18 Haziran 2012 Pazartesi

KALDI BİR KADIN, BİR ÇOCUK


“soruları ben sorarım” dedi adam
 sustu, karşısındaki kadın
“adın? adın dedi!..
“Havva”
“hım...”
“neden doğdun?
 anlamsız baktı kadın.
“neden çıktın karşıma?”
“ben çıkmadım, sen çıktın” dedi kadın.
“ne yapmaya çalışıyorsun?”
“hiç…”
“hiç dediğin; benim bedenim, biliyor musun?”
 “hayır” der gibi, baktı kadın.
“bak; benim adım, Âdem. kaç bin yıldır yaşarım ama ‘HİÇ’ kadar bedenimle toprağa düşürdün beni kadın.”

toprağa bakarken kadın…
usulden filizlendi beden.
“iki kişi iyiydik” dedi adam.
“ben yapmadım” dedi kadın

adam döndü arkasını, filizlenirken topraktan cenin.
güneş batarken aniden kaldı; bir KADIN, bir ÇOCUK.

Meşki

                                                                             Lal



17 Haziran 2012 Pazar

UMUT


–İstemem kesti etimi, yokluk kanadım–

durdu.
durmanın mümkün olmadığı yalan;
tersi: zihnin yansımalarında sıkışınca nedir olan,
yüzü: bakmak başka nasıl mümkün.

            Anlamı kendine kapanıyor bazı şeylerin.
            Kör ve ihtiyar kadın inildiyor yollarda,
            Bakış şimdi sade onu görüyor.

yüreğin eğrilerine tutunup,
çekti kendini,
sıyrıldı kesinsizliğe.

tersi ve yüzü:
devindi. ölmedi.
ölmedi. devindi.

Ten rengi

                                                                   Jackson Pollack

16 Haziran 2012 Cumartesi

AKREBİN YOLCULUĞU



Montre doğruldu yatağından ve düşündü bi’ harap halde, saat kaçtı, kaçı kaç geçiyordu yine, nasıldı
geçimleri, daha da mühimi saat kaçtı işte, duvara dayalı duran yatağını komedine doğru sürdü. Hazır ayağa  kalkmışken çarşafları da kirletmeliyim diye düşündü önce yatağın üzerinde kirli ayaklarıyla bağdaş kurdu,  her sabah bu saat de kaçı kaç geçer bilipte bilmezlikten gelirken verdiği huzursuz
Düşüncelerden ötürü Buda’ya şükreder sonra işemeğe giderdi.  
Bu sabah öyle yapmadı yatağından doğruldu saati düşündü ayaklarını ıslak ve tozlu yere bastı toz zerrecikleri her sabah olduğu gibi saatin tik takına eşlik ediyorlardı.  Montre, karşı dağın eteğine yuva yapmış yelkenliyi selamladı ve hayır bu  işte bir terslik vardı.  Montre bu sabah komedinde kurumuş bir parça karanfili ağzına attı ve gülümsedi.

Şeytan bunu görse gurur duyardı,  herkes bilir kurumuş papatyaların, ökse otu kadar zehir saçtığını,
Montre, gurur duydu şeytanın kör olmasıyla ve elini tanrıya açtı, tozlu ayakları şükretmeye hazır
Çırpınıyorlardı, yatağın ortasına dairesel kıvrımlarla ayağına kapanan düşüncelerinin zerrelerini bıraktı. Tekrar kalktı yatağından ve yazlık yün battaniyesini düzeltti, IV. Elizabeth’den kalma kağıt parayı cebinden çıkardı ve her sabah olduğu gibi yorganın üzerinde zıplattı, yatak kayık hanedeki bir sandal gibi yampulluğundan doğrulmaktaydı.  Yatağına oturdu komedinin üzerindeki gözlüğünü sildi elinin tersiyle, bir bezle üzerinden geçti parmak izi bırakmamalıydı karıncaları öldürdüğünde gözlüğü müebbete mahkum olabilirdi.  Guguklu saat yıllardır duvarda ötmeyi bekleyen bir kuş gibi çırpınmaktaydı,  Montre saate baktı ve her günkü gibi sabahın altısını altı geçmekte ama o
Geçinemediklerine inanmaktaydı.

Guguklu saati aldı duvardan botlarını kuşandı, çorak toprak bir  yoldan gidecekti köpeği Kris’i çağırdı, Kris onu kapıdan aldı  ve yola koyuldular Varta’nın saatçi  dükkanına vardıklarında dükkan kapalıydı. Montre inanmadı, Kris havladı,  Montre kızgındı bir hafta  sonum var onu da saatim bozuk geçiremem, zaman bugün duramaz diye düşünüyordu. Yüzü koyun yere  kapandı,  Kris bu bekleme süreceni bir çoban köpeği olarak boş geçirmemiş ahşap binanın kenarına  yuvalanan bir akrebi canlı canlı yakalayı vermişti, yemek için erken bir saat olduğundan yere  kapaklanan sahibine bir hediye vermek istedi, ağzında yarı baygın duran akrebi Montre’nin önüne bıraktı,  Montre gözlükleri parlayarak, heycanlandı ve evlerine döndüler,  Montre yerinde duramayacak  kadar heycanlıydı eski tamir masasını odanın ortasına çekti günlerce guguklu saati yapmak için uğraştı, bir çığlık attı ve Kris’e saati yaptım diye bağırdı, Kris mutluluktan havladı ve kuyruğunu sallayarak odadan çekildi artık görev tamamdı sahibi huzurla uyanacaktı,  Montre guguklu saatin yelkovanıyla kendi akrebinin ahengine dalıp gidiyordu, saati duvara astı ve huzurlu bir uyku  çekti.

 Kris sabah saat öttüğünde saatin karşısına dikildi. Köydeki diğer  çoban köpeklerini topladı ardından sahipleri geldi.  Hekim yataktaki akrebi de  Montre’yi de aynı tabuta gömdürdü.

ŞemsAzure



                                                                        ŞemsAzure


14 Haziran 2012 Perşembe

SON ÇIRPINIŞ SONRASI





 -Ve mutlak dinginlik-


Ve şimdi,


sonsuz çaresizlik yaratan dünyanın bütün sessizlikleri yüzüyordu gövdesinde,


dünyanın bütün sessizlikleri mutlak haliyle...


Öteden beri de değildi çağrışımların ötelenmesi...


Oysa,


duymak isteyenin eksilmezdi kulaklarından kanat sesleri...


--eşiksiz--




Kehribar 

                                                                       Kehribar

13 Haziran 2012 Çarşamba

ÇATI




Gözlerimi zor bela açabiliyorum. Sanki uyumadan önce, bir alkolik gibi içip sızmıştım da o yüzden bulamıyordum kendimde kalkacak gücü. Beni neyin rahatsız ettiğini anlamam uzun sürmedi, sesler yükselmeye başladı aniden.

Uyuduğumda babam eve daha gelmemişti. Şimdi ise duyduğum o boğuk ses ta kendisine aitti. Babam, bir bakmışsınız evi ve ailesi olduğunu hatırlayıp evin yolunu bulmuş, bir bakmışsınız her şeyi unutmuş, hiç gelmemiş.

Sesler iyice yükselmeye, annemin sesi de kendini hiç olmadığı kadar hissettirmeye başlamıştı. Evde deprem olduğuna yemin edebilirdim bir an, çünkü eşyaların devrilme seslerini inkâr edemeyeceğim bir gerçeklikte duyuyordum. Hayatımda hiç korkmadığım kadar korkmuş olmamın sebebi, şiddetli seslerden sonra annemin sesinin de kaybolmuş olmasıydı kendi karanlığında. Bu sessizlik, içimde nerde olduğunu bilmediğim bir düzeneğin çalıştır düğmesine basmıştı sanki. Öyle ki alkolikten hallice olan durumumdan, bir yılanın derisinden sıyrılması misali olağanüstü ama bir o kadar da iğrenç bir şekilde kurtulmuştum. Sesler salondan geldiği gibi yine salonda son bulmuştu. Bende kulaklarımın yardımı, beynimin komutu ve ayaklarımın desteği ile koşar adım gittim salona.

Yeşilin hangi tonu olduğunu bilmediğim renkte boyalı duvarları, fıstık yeşili koltukları, yamukluğu çok incelenince belli olan şerit şeklinde duvar kâğıtları, üstlerine halı yerine iki tane kilim serilmiş koyu renkli parkeleri, çok misafir geliyormuş gibi gereksiz yere alınmış sekiz kişilik masası ile düşük voltta ışıkla fon yapılmış salonumuz, şimdi ortada annemin ayaklarının önünde devrilmiş olarak duran sehpası, fırlatılmış oldukları her hallerinden belli olan kumanda ve pilleri ile belki de daha dikkat etmediğim birçok detayıyla yabancılaşmıştı bana.

Geldiğimi kimsenin fark etmediği belliydi çünkü ben, oradayken babam anneme: ‘’Defol bu evden, git!’’diyerek, kolundun tutup itmişti. Ben bu manzarayı gözlerim dolmuş bir şekilde izlerken dönüp bakma tenezzülünde bulundular bana. ‘’Mısır ister misin?’’ der gibiydiler sanki. Bana neyin cesaret verdiğini bilemiyorum. Bir yandan ağlayarak, bir yandan da babamın üstüne yürüyerek sarf ettim şu cümleleri: ‘’ Bu evden gidecek biri varsa, o sensin. Annem değil. Şimdi defol git bu evden ve bir daha da dönme!’’ Babam ağzını açacak gibi oldu ama sadece, ceketini aldı ve kapıyı vurarak çıktı evden. Hemen annemin yanına gittim. ‘’ Bir şeyim yok oğlum, ben iyiyim; hadi ağlama, git uyu.’’dedi. İnatçı bir insan olduğumdan mı bilinmez; önce annemi yatırdım, biraz konuştuktan sonra. Ardından ben gittim odama. Kendimi evimin içinde en mutlu hissettiğim yere yani. Biraz önce, bana öğretilenin aksine bir büyüğüme, büyüğü bırakın babama, saygı ve terbiye sınırlarını kudurmuş gibi aşarak, bağırmış ve evden kovmuştum. Biraz düşündüm, evet babamdan nefret ediyordum, ama hayır bu nefret tek gecelik değildi. Nefretimin tohumlarını çok önceden, ben küçücük bir çocukken, kendi elleriyle hiç acımadan atmıştı yüreğime. Hatırlayabiliyordum.

* * *

Gözlerimi açıyorum ama sabah olduğu ve uyanmam gerektiği için değil. Etraf zifir rengi misali kapkara… Hiçbir şey göremiyorum. Biraz beklersem daha iyi görebileceğimi biliyorum ama bir sıcaklık hissediyorum altımda. Ne olduğunu anlamamla, sıcaklığın yerini buz gibi bir korku alıyor içimde. Altına kaçırma yaşını çoktan geçmiştim sanırım, çünkü dört beş yaşlarındaki çocuklar ‘abi’ olup; ne altlarına kaçırıyor, ne de karanlıktan korkuyorlardı. Ben de dört beş yaşlarındaydım fakat zayıftım sanırım. Kimseye çaktırmadan kalkıp üstümü de değiştiremezdim, karanlıktan da korkuyordum çünkü. Tam ağlamak üzereyken, uyandığımda fark etmediğim bir sesi, yüzümdeki tebessümle işitiyordum: Babamın yumuşak horultusunu. Ben uyuduğumda o daha eve gelmemişti ve o an hiçbir şey olmamış gibi tekrar uyusam, uyandığımda yanımda olup olmayacağını veya akşam gelip gelmeyeceğini bilemezdim. Babamı, yanında kendimi güçlü ve güvende hissettiğim o adamı hemen görmeliydim. Uyandırmaya ne kadar korksam da ‘’Baba’’ diye bağırmaya başladım. Sanki ‘’Anne’’ demişim gibi, annem uyandı ve ‘’ Bağırma! Babanı uyandıracaksın.’’dedi. ‘’ Olsun! Ben de uyansın diye bağırıyorum zaten.’’deyiverdim. ‘’ Hayır, uyandırma. Ne olduysa bana söyle.’’diyerek çıkıştı. ‘’Altıma yaptım’’dedim, pişkince ama birazcık utanarak. ‘’E oğlum kaç yaşına geldin. Uyumadan önce tuvalete git demedim mi ben sana?’’diyerek azarladıysa da durmadım. ‘’Babaaa!…’’ ‘’Oğlum dur. Ben değiştiririm üstünü. "Hayır, ben babamı istiyorum.’’dedim ağlamaklı bir sesle ve devam ettim: ‘’Seni istemiyorum.


Annem benimle biraz daha cebelleşmesinin ardından pes ettiğini, babamı uyandırarak gösterdi bana. Homurtularla uyandı babam. ‘’Ne oldu? Ne var?’’dedi itici bir ses tonuyla sakin bir şekilde ‘’Çocuk altına kaçırmış, seni istiyor. Hadi bir beş dakika kalk’’dedi . İtirazsız kalkmasını beklemiyordum babamın tabii. ‘’Oğlum, eve geç geldim. Yorgunum. Annenin sözünü dinle hadi.’’dedi. ‘’Onu istemiyorum, sen gel ne olur.’’dedim. ‘’Hadi kalk.’’dedi annem, sesinde kırgınlık vardı. Oflaya, puflaya kalktı babam. Gün içerisinde kanepe, akşamları ise ebeveyn yatağı olan hamarat çekyattan. Yanıma geldi, beni süzdü. Doğduğumda sarışın, mavi gözlü olan ben; zaman geçtikçe kahverengi saçlı, yeşil gözlü ben’e dönüşmüştü. Zaman fiziğimle oynamakla kalmamış, babamdan ikinci bir tane daha yaratmaya başlamıştı yavaşça. Üstümü çıkartmaya başladı. Önce beni temizledi, sonra da yeni iç çamaşırları ve pijamalar giydirdi. Bütün bunlar olurken ben, ellerimi onun yanaklarına koyarak ayakta kalabildim. Tarifsiz bir duygusu vardı yanaklarının o an için. Ne serttiler, ne yumuşak üstelik çok da sıcaktılar. İşini bitirince, ellerimi yüzünden indirdi ve yatağına gidip yarım kalan uykusuna devam etti. Benimle konuşmamış, bana sarılmamış, beni öpmemişti. Yetmemişti bu hasta ziyareti misali kısa ve kuru görüşme. ‘’Baba’’ diye seslendim tekrar. ‘’Hııı…’’diye. Tuvaletin önüne çabucak gelmiştik. Hızlıca beni yere bıraktı. ‘’Bekle burada beni ha!’’ dedim, muzip bir tavırla. Biraz tebessüm eder gibi oldu; ‘’tamam’’dedi. Tuvalete girdim, çıktım ve havaya kaldırdım; sabun kokan, küçük ellerimi. ‘’Ne?’’der gibi baktı suratıma, ‘’kucak’’dedim. Gözlerini devirdi. Güzel, ama kısa süren başka bir yolculuğun ardından; “yatırırken beni yatağıma, baba’’dedim tekrar. O ise; ‘’Hıı…’’dedi.

‘’Yarın gelecek misin?’’

"Evet"

‘’Söz mü?’’

‘’Söz’’

Babam yanımdan gittikten sonra, tek bir damla gözyaşıyla kapadım gözlerimi, yarına dair umutlarımla.Yeni güne, akşamdan kalma umutlarımla ve büyük bir enerjiyle başladım. Kalktım, yatağımı yaptım, elimi yüzümü yıkadım; kahvaltımı, annemi üzmeden güzelce yaptım. Annemin akşamki vukuatıma her ne kadar kızacağını düşünsem de o, sadece beni kahvaltıdan sonra yıkamakla kaldı. Bir şekilde günü geçirip akşamı etmem gerekiyordu.

Dışarıya pek çıkmazdım, daha doğrusu nedenini bilmediğim bir şekilde çıkartılmazdım. Ya annemle çıkardım dışarı, ya da anneannemlerdeysem o çıkartırdı. Babaannemin hakkını da yemek doğru olmaz şimdi. Günlerimin çoğunu evimde tek başıma oynayarak geçirirdim. O zamanki evimiz doksanlı yıllar dikkate alındığında güzel denecek bir evdi. Kocaman bir bahçenin tam ortasına oturtulmuştu bir evdi bu. Önü, arkası, sağı ve solu bahçeydi bu nedenle evimizin. Arka bahçemizde; iğde ağacı, çam ağaçları, kavak ağacı ve adını bilmediğim daha bir ton ağacımız vardı. Ön bahçemizde, Deli Duran Amca’nın, kendi kümeslerine değil de sürekli gelerek bizim kömürlüğümüzdeki boş saksılara yumurtlamaktan kendini alamayan tavuklarının mesken edindiği, iyi kötü bir kömürlüğümüz vardı. Ayrıca kömürlüğün duvarına sabitlenerek yapılmış bir bank ve bahçe duvarının bittiği yerden dikdörtgen mermerlerle yapılmış ayrı bir mini bahçe vardı. Annem orda nane, maydanoz ve adını bilmediğim birçok bitki yetiştirirdi. Evimizin giriş kapısının sağındaki duvarın yerle buluştuğu noktadan bir yol bulup çıkmış ve büyüyerek çiçek açmış aslanağzı çiçekleri vardı. Bu çiçeklerin sağ tarafında ise; su saatimiz, elma ağacımız ve yerleri upuzun çimenlerle kaplı yan bahçemiz vardı. Bahçemiz o kadar güzeldi ki, Amojun Teyze sahip olduğu tek koyununu sanki mahalledeki bütün otlar bitmiş gibi bizim bahçemize sokar ve ziyafet verirdi doymak bilmez hayvana. O bahçeler benim mahallelerimdi. Evimiz, kocaman üç odası, odalarından da büyük salonuyla, ayda yılda bir gelen misafirlerin gözüne hitap etmeyi iyi biliyordu. İçeride at koşturmama müsaade edecek büyüklükte, birbirini dik kesen iki koridor vardı. Nasıl ki bahçeler mahallemse, koridorlar da benim sokaklarımdı. İçerideyken genelde annemin peşinden ayrılmazdım. O neredeyse, ben oradaydım. Onun olduğu yerde oyun oynardım. Salonda odalarda, koridorda ve elbette mutfakta… Tak edince bu annemin canına, genişliğinden yararlanıp bir kanepede mutfağa koydu, sırf hasta olmayayım diye.


Yaz mevsimindeydik ya; ben bir içeri, bir dışarı, saati kaç ettiğimi bilmeden kudurmuş gibi tek başıma eğlenmeye çalışarak beklerken babamı, ilk defa peşinde değildim annemin. Neden sonra, bıraktım koşmayı aniden. Giriş kapısının önündeki tek basamağa oturdum. Kapının önündeki yolda, çocukların top oynarken ne kadar eğlendikleri, sesleri başta olmak üzere her hallerinden belli oluyordu. O an, boş gözlerle baktığım o bahçede es kaza babamla oynadığımız futbol geldi benimde aklıma. Düşündüm de futbol denemezdi oynadığımıza. Az sayıda olan, küçük ama güzel anılarımdan bir tanesini tekrar yaşarken bir top düştü bahçeye. Işık saçmaya başladı gözlerim. Hemen kaptım topu. Kafamı kaldırdığımda, Utku abiyi bahçe duvarından sarkmış topunu isterken buldum. Ne kadar acayip bir suratı vardı. Niye verecektim ki? Ben oynayamıyorsam, onlar da oynayamayacaklardı; ‘’vermiyorum’’dedim. Dışarı çıktığım gün sayısı yok denecek kadar azdı. Beni, dışarı çıktığım zaman döveceğini söyleyerek tehdit edince; düşünmeden verdim, patlamak üzere olan topunu. Bütün bu yaptıklarımın sebebi, sabahı akşam edip oyalanmak değil miydi? Gidip anneme;’’Akşam oldu mu?’’ diye sordum. O da;’’ Birazdan olacak’’ dedi. Ben de o ‘birazdan’ zaman zarfını doldurmak için kapılardan geçmeyen, boyumdan büyük olan turuncu topumla oynadım. Topun üstünden kaç kere düştüğümü bilmiyorum. Tekrar annemin yanına gittim; ‘’hadi anne, hadi’’ dedi.


Ne demek istediğimi anlamıştı. ‘’Bugünlük boş ver oğlum.’’dedi annem. ‘’Hayır, olmaz’’dedim, dudaklarımı büzerek ve ‘’çabuk ol’’diyerek, zorladım annemi. Annem dayanamadı; ‘’tamam’’dedi, üzgün bir sesle. Siyah saçları açıktı. Altında bir eşofman, üstünde de kısa kollu bir tişört vardı. Kısa boyu, kıvrımlı kirpikleri, düzgün dişleri, tenine uyum sağlayan kahverengi gözleri, sanat eseri olduğuna inanılan burnu ve yüz hatlarıyla ayrı bir güzel görünmüştü annem bana. Önce bir ekmek çıkardı annem, sonra o kısa bacaklarını isteksizce sürükledi buzdolabına doğru. Kapağını açtı, içinden tereyağını ve balı aldı. Aynı isteksizlikle döndü tezgaha. Ekmeği önce ortadan ikiye böldü, böldüğü bir yarımı kaldırdı. Geride kalan ekmeği de ikiye böldü, içlerini açtı. Önce tereyağını sonra da balı yavaşça sürdü. Ekmekleri kapattı. Bu yavaşlık beni daha da heyecanlandırıyordu. İşi biten tereyağı ve balı, buzdolabına girerken keyifle izledim. Sonunda hazırdı. Gidebilirdik.


Dışarı çıktık, kömürlüğü açtık. İçeriden tahtadan yapılmış, sahip olduğumuz tek merdiveni aldık. O benim merdivenimdi. Umutlarımın merdiveni. Çatıya sağlam bir şekilde yasladık merdivenimi. Önden ben, ardımdan elinde ekmeklerle annem çıktı çatıya. Birkaç adım atıp çatının yola bakan kısmında oturduk. Ben babamı hep böyle beklerdim işte.

Elinde ekmeği, yanında annesi ile küçük bir çocuk olarak. Bir yandan ekmeğimden ısırıyor bir yandan da annemle konuşuyordum; ‘’Seni çok seviyorum oğlum. Biliyorsun bunu değil mi?’’ diye sordu annem bana. Gülümsedim; ‘’tabii ki biliyorum anne. Ben de seni çok seviyorum.’’ dedim. Tebessüm etti. Tek gözüm yoldaydı.

Annemin ekmeğine dokunmamış olmasıysa diğer gözümden kaçmamıştı ama. Çatıya çıkalı ne kadar olmuştu bilmiyorum. Güneş, o kızıl, görkemli, gözleri acıtmayan halini almıştı. Yoldan geçen her arabayla, babam geldi diye sevinip ayağa fırlıyor, gelmediğini anlayınca da bozulduğumu belli etmemek için gülerek geri oturuyordum. Ekmeğim bitince aşağıya ineceğimizi biliyor, o yüzden ısırıklarımı küçük tutmaya özen gösteriyordum. Annem sanki ekmeğimin arasına tereyağı ve bal değil de umutlarımı koymuştu. Mideme giden her lokma, biraz daha dolduruyordu gözlerimi.

O kır saçlı, tombul elli, hafif göbekli, sıcak yanaklı, yumuşak horultulu adamın, gülerek bahçeden içeri girdiği ânı hayal ettim. Giren olmadı bahçeden. Ekmeğim bitmişti en sonunda. Ayağa kalktım. Gözlerim dolu doluydu. Ağlayacaktım ama dün geleceğine söz verdiği halde gelmeyen o adamın, sözleri hücum etti zihnime: ‘’Erkek adam ağlamaz!’’ Ağlamadım. Tuttum kendimi. Aşağıya indim. Annem de indikten sonra, bir tekme savurdum merdivenime. Babama ilk kez kızdım, ilk kez nefret ettim belki ondan, o çatıda. Bir daha çıkmadım o turuncu yere.

O gün nefret: ‘Kocaman, tertemiz iyilik ve masumluğumun ortasına, hasat mevsiminde ele ne geçeceği bilinmeden ekilen küçük siyah bir nokta’ydı…

* * *
‘’Güzel bir hikâyeydi. Eski eviniz çok güzelmiş.’’ diye fısıldadı biri. O an, her seferinde defolup gitmesini söyleyerek ilişkimi kesmek istediğim bir arkadaşımla baş başa olduğumu hatırladım. Doğruldum:


‘’Bıraksana peşimi. Git ya. İstemiyorum seni yanımda.’’dedim.

‘’Olmaz. İstemesen de buradayım.’’
‘’Senden başka arkadaşlarım da var benim, defol!’’
‘’Hayır, yok. En sadığı benim.’’
‘’Kimse bırakmaz beni. Hepsi sadıktır.’’
‘’Kandırma kendini. Tek dostun benim.’’

O sıra, babamı evden kovduktan sonra yatırdığımda uyuduğunu sandığım annem geldi, baktı odama; ‘’kiminle konuşuyorsun oğlum, sabahtan beri?’’diye sorunca yorganı üstüme çekerken gülümseyerek yanıtladım: ‘’Yalnızlığımla anne…’’


EKRU


                                                                   Marc Chagall

12 Haziran 2012 Salı

UYKUNUN KIZI



bir gece uykularımızı değiştirelim seninle
ben senin uykuna yatayım
sen mektup yolla benim rüyama
sonra bir fasulyenin çiçeğinde buluşalım
eyvah desinler
birazdan bir yangın çıkacak

uykumu versem sana
ona iyi bakar mısın
elinden tutup adalara götürür müsün
ya elma şekeri, kızkaçıran, leblebi tozu
ona denize bakmayı öğretir misin

ben senin uykuna uyusam mesela
ithaka’ya bekçi yaparım
duvarlarından atlatırım leoparları
ağzına toprak sürerim

beni uykuna al
beni uykuna al

gökyüzü kokan düşlerle yıka saçımı
göğsünde yürüyen iki sincap olsun

hayat

uyandığımda çiğdem tarlasında olayım 

Kahverengi

                                                                                     Lauri Blanc

11 Haziran 2012 Pazartesi

UZAKLIĞIN, BİR DİLİ OLMALI...



Uzaklığın kokusunun olduğunu, bilmediğimiz yıllardı. 
Burnumuz sızlamamıştı henüz hasretten. 
Sözcüklerden kurduğumuz yap boz oyunu bir resim oluşturmuyordu. Her vedanın, bir kavuşmaya gebe olduğunu sanıyorduk. 

Gittiğin uzakların adresi yoktu cebimizde.

Şimdi senden uzakta, sessiz harfler biriktiriyorum kendime...

ÜçRenk Mavi

                                                                       ÜçRenk Blanc

10 Haziran 2012 Pazar

KEŞKE BURADA OLSAYDIN



İçini oyuyorum günlerin
özlemekten

kolunu atsa da omzuma
tatlı anılarımız/

yaz geldi balkon konuşmuyor

karpuz-peynir gülümsemiyor
kedimiz kitaplığa çıkmıyor


rüzgarı seviyor yelkovan
beni zehirlemeyi akrep

mumum bir mum
ipi
olmayan.
olmayınca.
sen.

gölgen bile yok dokunacağım

Bozkır

                                              
                                                                 ÜçRenk Blanc

9 Haziran 2012 Cumartesi

PANTOMİM



Salona girdiğimizde çok şaşkındım. Ne de çok benziyordu çocukluğumun yazlık sinemalarına; kenardan Belgin Doruk fırlayacak gibi gülümsüyordu garson.

“Buyurun,” dedi. Rakısı çoktan masaya konmuş bir yere oturttu bizi, daha doğrusu sarhoş bir Beyefendinin yalnızlığına davet etti. Yalnızlığı da sarhoştu, burası da zaten ne yazlık sinema, ne de lüks bir yemek salonu…

Değildi hiçbiri, değildi.

Ben de zaten bir şey değildim. Anlaştık içimizden, hoşgörüsüz bir biçimde ve oturduk masaya tek bir buyur kelimesiydi anları çağıran…

Meyhane kokusunu bilir misiniz, özellikle geç saatlerinde; çılbır yemeği gibi kokar, üzerine eritilmiş kaşar. Yoğurdunda sarımsak. Sarımsak mıdır yoksa, sarmısak … Sarımsağı sakla sak da mı saklasak yoksa…

“İçim saklanıyor. Yeterince sen saklama, ne olur? Ne olur saklama benden bir şey…”

diyordu yan masadaki genç kadın kocasına. Kafamda evlendirdim onları, ayıp!

Saat ilerledikçe masa arkadaşım, sokakta peşime takılan pantomimci, soyunup dökünmeye başladı. Eldivenlerini çıkardı ve yüzü beyaz makyajlı, her daim ağlayan bir pantomimciyle rakı bardağı tokuşturuyordum, diğer Beyefendi çoktan diğer masaya doğru kafasını uzatmıştı, kadına gülerek, her daim ağlayan ve içerken hıçkırarak gülen bir adamla aynı masayı paylaşmaktan rahatsız olmuyordum. Ben yokmuşum gibi davranıyorlardı zaten; evet, herkes ben yokmuşum gibi davranır.

Cümbüşçü yaşlı adam, elinde cümbüşü içeri girdi belli ki hava daha da soğumuştu ki kapıda buhar oluşuyordu açılıp kapandıkça. Döner kapısı olsaydı buranın acaba, Belgin Doruk da gelir miydi? Cümbüşçü yüzüme baktı gülümsedi eğdi kafasını sonra, kaldırdı. Oysa hep eğikti zaten boynu hayata. Ve ben de bakakaldım o şarkıya. Baktım da “hazan akşamının ufkuna!” diyordu.Yarım da olsa ağır aksak konuşuyordu masasını işgal ettiğimiz Bey, anlatıyordu bir şeyler, anlatıyordu da kendi anlamıyordu.

“Hak etmişsin Bey amca,” dedim söylenerek. Elinde kadeh ayağa kalktı ve kadehi vurdu masaya. Acılarına vuruyordu belli ki elleri kanayana dek. Eli suratıma doğru havaya kalktı artık sondu öfkesi, donuk yüzüne baktım, sinek kaydı tıraşı beyefendiliğinden ödün vermiyordu içmeden önce.

Sakallarıma baktı; sararmış bıyıklarıma, kadehimi aldı ve son bir duble… Pantomimci dua ediyordu ceketini unutsun diye, içime geliyordu sesler. Duyuyordum işte, o an; bunu diliyordu ve dileği oldu. Pantomimciye kaldı, adamın unuttuğu ceket. Pantomimcinin ağlayan yüzü güldü ardından, Mona Liza tablolarındaki sır çözülmüş oldu beynimde.

Ceketi giydi hemen ve basınca tetiğe gül fırlayacak olan tabancasını, ceketin cebine attı. Ceketi kurcaladı. Ağlamaya devam ediyordu…

Önümüzdeki masadaki adam ayağa kalktı, uzaklaşınca bizim pantomimci garsonu çağırdı, bir şeyler işaret etti ağlıyordu hala ve garson, yan masadaki kadına şık bir alevli meyve tabağı götürdü. Bizim pantomimci gerinerek gülümsedi ve yüzündeki boyalar çatlıyordu. Kadının kocası geri döndü, meyve tabağından bir parça meyve attı ağzına ve kadına döndü. Sandalyeme yerleştim. Ağzımda anason tadı çıkacak olan kavgada, pantomimcinin sesini, kafamda canlandırıyordum. Adam haklıydı; karısına meyve tabağı yollanmıştı ben olsam, tabağı pantomimcinin kafasına geçirirdim. Alevli pantomimci.

Adam döndü, masamıza işte… Geliyordu yumruk ve hemen kenarında oturan pantomimcinin sigarasını yaktı! Pantomimci yine ağladı!

Masanın üzerine iki tane tabanca çıkardı, düelloya davet eder gibi bir hali de yoktu ama tabancayı bana doğrulttu, tetiğe basarak bir sigara çıkardı, sigarayı yaktı ve ağzıma tutuşturdu. Gülümsüyordu.

Hissedebiliyordum, duyuyordum kahkahalarını. Garson “artık yeter gidin ulan eviniz barkınız yok mu?” der gibi bakıyordu ve pantomimci “yok ulan!” der gibi cevap veriyordu Ben de duymazdan geliyordum iç seslerimi.

Kadın kocasının kulağına bir şey fısıldadı, garson adamın kulağına bir şey fısıldadı, adam pantomimcinin ku… Adam pantomimciye geç kalmış bir yumruk attı, pantomimci cebinden silahı çıkarıp adama sıktı. İçinden bir gül fırladı.

Adam masanın üzerindeki silahı kaptı ve pantomimciye doğrulttu. Silahın sesine, yan masadaki cümbüşçü uyandı ve çalmaya başladı…


ŞemsAzure



                                                                       ŞemsAzure

8 Haziran 2012 Cuma

GÖLGESİZ KADINLAR KOROSU

“Özür dilerim dünya
Ben bu otelden çıkamam
İmza: Seniha”
Edip CANSEVER


Nasılsa bulunur muydu
epik siperler, lirik ölümler
adanmış gölgelerin suya yansıdığı demlerde

Hasır altı edilmiş bir cevherden,
göklere çıkarılmış bir eğriden şikayetçi;
rüyasına kadar çıplak,
sabahına kadar yalnız kadınlara
sorulur muydu
Issızlıkta nefesini neden tuttuğu
korkusu ,
korkusuzluğu...

Dokunmalardan uzak,
sıcak, ılık, soğuk tenleri
astarı yüzünden koyu yorganlara sarıp
hafif, uçuşkan pikelere yahut
avunulur muydu

Avutur muydu
bir lodos, bir karayel
arzuyla yanan suları

Bulunur muydu
nasılsa bulunur muydu
lirik sevilerde epik renkler

Akua

                                                                Giuseppe Mariotti

6 Haziran 2012 Çarşamba

YAS GÜNLÜĞÜ




18 nisan cuma, 1980



Gece Halim’le Necla geldiler iş çıkışı. Önce sessiz sedasız oturduk. Bardaklarına doldurduğum çayı zorla bitirdiler. Halim sürekli bir şeyler söylemek ister gibi kıpırdadı ama bir türlü cesaret edemedi. Necla desen bambaşka bir yerde. Sıkıldığı belli ama açık açık söyleyemiyor. Halim sonunda dayanamadı.

“Bak Nurten”, dedi. “Üzgünsün, anlıyorum ama her şeye hazırlıklı olman lazım. Metin’den uzun bir süre haber alamayabiliriz. Sümerbank zaten kaynıyor. Her gün grev, her gün işine son verilen onlarca insan. Bunlar işi iyice azıttılar. Ortalık pek tekin değil yani. Her sabah polise uğruyorum ama kimse Metin’le ilgili bir şey söylemiyor.”

Benim tepki vermediğimi görünce sustu. Bir ara tekrar bir şeyler söylemeye yeltense de vazgeçti. Necla daha fazla dayanamadı odadaki gerginliğe.

“Geç oldu Halim. Kalkalım mı artık?”

Kalktılar. Halim kapıdan uğurlarken dönüp şöyle bir baktı. Kapıyı kapattıktan sonra sobaya iki odun atıp koltuğa uzandım.

Bugün sensizliğin üçüncü günü. İki gün fabrikada hayalet gibi dolaştım. Sonunda ustabaşı dayanamayıp izin verdi.

“Git birkaç gün kafanı dinle Nurten. Bu böyle olmayacak. Geçmiş olsun, ne diyeyim?”

Üç gündür sensizim. Üç gündür içime karlar yağıyor. Sonra da taşa dönüşüyor kar taneleri. Tam göğüs kafesimin ortasında inanılmaz bir ağırlık. Ya Halim’in dediği gibi senden bir daha haber alamazsam? Ya bir gün ziyaret edecek bir mezarın bile olmazsa. Bak Sabahat Abla’ya. Aylardır tek bir haber bile alamadı kızı Oya’dan. Polisler bir de dalga geçer gibi gelip gidip evde kızı arıyorlar. Günden güne eriyor Sabahat Abla.

Üç gündür yoksun. Beni bu şehirde, kendi ellerinle kurtların arasına bıraktın. Şimdi, penceresinden yalnız yanmış ormanların göründüğü eski bir eve benziyorum. Sensiz, dağların arasında denize varmadan kaybolmuş bir nehir gibiyim. Duyuyor musun nasıl kuruduğumun sesini? Geceleyin duvarlara söylediğim ağıtların sesini duyuyor musun? Ne bir damla su, ne bir lokma ekmek.

Ya senden bir daha haber alamazsam? Ya bir sabah uyandığımda artık seni unutmuş olursam?



19 nisan cumartesi, 1980



Yanımdan büyük bir gürültüyle geçiyor kalabalık ve tozlu atlar. Onların arkalarında bıraktığı bir dağda yitiriyorum yolumu. Bütün yollar kapalı şimdi, bütün yollarda hiç tanımadığım adamlar var. Sensizliği kalkıp bir çam ağacına anlatıyorum. Kendine batırıyor iğne yapraklarını. Ben bu şehirde artık denizsiz kaldım.

Sensiz, günler ağır ağır ilerleyen bir kervan hızıyla geçiyor. O kervan çocukluğumu taşıyor sanki hiç ulaşamayacağım bir yere. O kervan, yağmurlu yaz sabahlarında kurduğum düşleri taşıyor. Düştüm o toprak damlı evin tepesinden, kalbim kaç yerinden kırıldı bilmiyorum. Üstelik başımı kaldırdığımda bana göz kırpan yıldızlar, şimdi bir bir çekiyorlar perdelerini. Giderken neleri götürdüklerinin de farkındalar mı acaba?

Dördüncü gün bugün. Hâlâ bir haber yok senden. Sokak ortasında insanlar vuruluyor. Her gün bir cenaze çıkıyor mahalleden. Yok, böyle olmayacak. Şu küçük evin içinde kapana kısılmış gibiyim. Dışarı çıkmalı, fabrikaya gitmeliyim. Çalışmak biraz sakinleştirir belki beni. Hem arkadaşlar da merak ediyordur. Halim cesaret edip gelemiyor sürekli. Hem Necla’nın dili, hem takip ediliyorumdur belki korkusu… En iyisi kaldığım yerden devam etmek. Sanki seni hiç götürmemişler gibi. Sanki memlekete gitmişsin de birkaç gün sonra dönecekmişsin gibi. Gelirken tütün getirmeyi unutma sakın.



20 nisan pazar, 1980



Fırından taze gevrek aldım bu sabah. İki tane. Biri senin. Teneke tulumu da var, çok seversin. Halim de geldi kahvaltıya. Necla yoktu ama yanında.

“Bırak Nurten allah aşkına. Ne istediğini biliyor mu o? Ona kalsa hiçbir şeye bulaşmadan yaşayıp gidelim. Grevmiş, lokavtmış, işten çıkarmaymış, sendikaymış umurunda mı onun? Varsa yoksa rahatlık!”

“O da haklı aslında. Yani içine düştüğümüz duruma bakarsan…”

“Yapma Nurten. Salma kendini bu kadar çabuk. Tamam, en kötü duruma bile hazırlıklı ol ama umudunu da kaybetme. Bakarsın çıkar gelir yarın öbür gün.”

Halim gittikten sonra parka gittim. Bir banka oturup güvercinleri izledim. Dün yine bir sürü olay olmuş fabrikada. Sekiz kişinin daha işine son verilmiş. Sokaklar desen kan gölü. Acaba diyorum annemi mi çağırsam? Yok, o da olmaz. Seni görmeyince telaşlanır şimdi. Bir de onun üzüntüsünü çekemem. En iyisi yarın işe gitmek. Yoksa hafiflemeyecek bu yüreğimin ağrısı. Sensizlikten çok sıkıldım Metin. Nerdesin? Ne yaptılar sana? Neden gelmiyorsun?



21 nisan pazartesi, 1980



Fabrikaya döndüm bugün. Herkesin bakışı üzerimdeydi. Bir yandan acıdılar, bir yandan da umut vermeye çalıştılar. Bakışlarından anladım bunu. Herkes bir tedirginlik içinde. Kimin ne olacağı belli değil. Murat Hoca bir dernekten bahsetti. Kayıpların, fail-i meçhullerin filan araştırmasını yapıyorlarmış. Gönülleri avukatları filan varmış. Yarın öğle yemeğinde oraya gideceğim. Belki bir faydası olur. Hem böyle eli kolu bağlı oturmaktan iyidir.

Seninle ilk tanıştığımız zaman geldi bugün aklıma. Hani Körfez’de kayalıkların üzerinde oturuyordum. Rüzgâr tokamı uçurmuştu da alıp bana getirmiştin. Ne kadar utangaçtın hatırlıyor musun? Sonra konuşurken aynı fabrikada çalıştığımızı öğrenmiştik. Tesadüf işte. Genelde böyle olurdu zaten. Dokuma bölümünde çalışanlarla boyahanede çalışanlar ayrı servislerle giderlerdi. Yüzlerce kişi. Normaldi aslında hiç karşılaşmamamız. Sonra demiştin ya; buluşması gereken insanlar bir gün mutlaka birbirlerini bulurlar diye. Ama unutmuştun aynı insanların bir gün sessizce bırakıp gideceklerini söylemeyi.



24 nisan perşembe, 1980



Metin! Senden haber alamadığım her gün, bir ülke daha gömülüyor denizin diplerine. Yakında batık bir ülke müzesine dönüşecek dünya. Sesini duymadığım her gün, evrende, bilmem kaç ışık yılı uzaklıkta, bir yıldız daha düşüyor. İşte, henüz söylenmemiş şarkılar tanığımdır, ben seni tanıdığım gün, bütün kuşları saldım içimin mağarasından. Ve seninle yeniden karşılaştığım gün, limon kekikleriyle dolduracağım hayvanların rüyasını. Henüz yazılmamış şiirler tanığımdır; güneşle ısınan bir bahçe kadar aydınlıksın ve saçlarına küçük bir orman dolaşıyor geceleri. Beni o ormana al, o ormanın uykusunda bulayım hayatı. Aşkı böceklerden öğreneyim, geçmişimi kurumuş ağaç kabuklarından. Saçlarındaki ormanda bırakayım ruhumu. Uykunun en güzel yerinde sevinçten öleyim...

Gecenin sonunda gündüzün olduğuna seninle inanmıştım ben. Yoksun ve hayatın bir bacağı kısa şimdi. Yoksun ve binalar ancak bir yanındakine yaslanarak ayakta durabiliyor. Yoksun ve ağaçların rüyasına girdim dün gece. Onlara uzun uzun seni anlattım, yaralarımı gösterdim, ürktüler. Dallarıyla kapattılar gözlerini. Yoksun ve senden sonra kuşlar hep seni anlattılar, sanki tehlikeli bir masaldan söz eder gibi. Yoksun ve yarıda kaldı çocukluğa yolculuk, bahçeyi zehirli otlar bürüdü. Senden sonra her gün sayfada tek kalmış bir harf kadar ıssızlaştım ve bozkırın ortasında tek başına bir ev kaldım. Yoksun ve babalar eve dönmeyi unuttu artık...

Sen yoksun diye kepenklerini indirdi bu şehir. Bu binalar sen yoksun diye devrildi. Ağaçlar unuttu birbiriyle sevişmeyi, gemiler kayboldu uzak sularda. Ölüme yattı gizli masal kahramanları. Deniz çekti ayaklarını kıyıdan. Damda uyuyan çocuklar yıldızlara gitti. Sen yoksun diye çatladı toprağın teni, mutluluk uzak bir ülkeye taşındı. Sen yoksun diye yeni bir harf ekledim bugün alfabeye...



30 nisan carşamba, 1980



Artık aklımın sınırlarını zorladığı yerdeyim. Annemler öğrenmiş gittiğini. Sabah onun sesiyle uyandım. Bir yandan beni teselli etmeye çalıştı, bir yandan da ‘ben sana dememiş miydim?’e getirdi lafı. Hiçbir şey söylemeden öylece dinledim. Beni düşünüyor, biliyorum. Günden güne eriyorum çünkü. Çok zayıfladım Metin. Kibrit çöpüne döndüm. Fabrikada herkesin bakışları değişti. Artık ağlarmış gibi bakıyorlar suratıma. Halim de olmasa ne yapacağım bilmiyorum. Dün yine derneğe gittim. Avukatlarla konuştum. Halen bir haber yok senden. Öfkelendim biraz. Sonra da kızdım kendime. Yani aylardır, yıllardır kayıp olanları düşününce… Bir kadın vardı dernekte. Tek kelime Türkçe bilmiyor. Habire ağlayıp ağıt yakıyor. Koynunda saklıyor oğlunun fotoğrafını. Renkli şalvarındaki güllerin hepsi solmuş.



23 mayıs cuma, 1980



Bahçende bir ağaç bile olsam yeter bana. Evinde bir oda, odanda bir eşya, eşyanın üzerinde bir toz zerresi bile olsam yeter. Kâğıdında bir harf, kadife ceketinde bir renk, masanda bir kalem, mutfakta bir çatal-kaşık sesi, pencereden aşağı süzülen bir yağmur damlası, sobanın içindeki bir köz tanesi bile olsam yeter... Sokağında bir lamba, lambada solsun bir ışık huzmesi, o ışığa tutunmaya çalışan bir sinek bile olsam yeter. Ayakkabının tabanında bir çivi, vişne kurusu gömleğinde bir düğme, düğmede bir delik, suyun üzerinde yüzen bir ağaç kabuğu, rüzgârda uçuşan bir yaprak kırıntısı, banyodaki fayansın kırılan yeri bile olsam yeter… Yeter ki yaşadığını bileyim. Yeter ki bir harf olsun sesini duyabileyim.



19 haziran perşembe, 1980



Derneğe uğradım yine. Oğlunun arkasından ağıt yakan anne hâlâ oradaydı. Orada yatıp kalkıyor sanki. Bense her geçen gün umudumu kaybediyorum. İnan, artık ölünü bile bulmaya razıyım. Yeter ki seni görebileceğim, seninle konuşabileceğim bir yerin olsun.

Halim de iyice kesti umudunu. Necla’nın zaten varlığı bile belirsiz. Halim dört dönüyor etrafımda. O olmazda dayanamazdım herhalde. İnsana en olmadık zamanda bile yaşamı hatırlatabiliyor.



5 temmuz cumartesi, 1980



Bugün işten de çıkardılar. Zaten sen gittiğinden beri hayalet gibiydim. Var mıyım, yok muyum belli değildi. Kim bilir, belki böylesi daha iyidir. Hem daha rahat ararım seni. Ben de o yaşlı kadın gibi dernekten çıkmam gerekirse. Halim de hiç yalnız bırakmıyor zaten. Ben nereye gidersem peşimde. Benimle ilgilenmekten kendisini bile unuttu. Necla’dan da ayrılmış. Neymiş, kıskanıyormuş Halimi benden. Benim şu halimi görse ne derdi acaba?



21 temmuz pazartesi, 1980



Bugün yolda yürürken birini gördüm. O kadar benziyordu ki sana. Koşarak yanına gittim. Sarıldım boynuna. Adam çok şaşırdı. Baktım, senin şaşkınlığın değildi o. Sen şaşırdın mı yeni bir türkü öğrenmiş gibi olurdun. Özür diledim adamdan. Körfez’e indim yine. Kayalıklarda oturup uzaklara baktım. Sanki gemiler seni getirecekmiş gibi. Sanki martıların kanadından kayaların üstüne inecekmişsin gibi. Her şey bana o kadar yabancı ki.



29 temmuz salı, 1980



Halim de uğramaz oldu kaç gündür. Bugün fabrikaya gittim. İşten ayrılıp Manisa’ya dönmüş. Hiç haber vermedi oysa. Bir şeye mi kızdı acaba? Hiç böyle yapmazdı. Ortalık berbat. Her gün ölüm haberleri geliyor. Gazeteler bile kıpkırmızı.



16 ağustos cumartesi, 1980



Bugün siyah bir poşet içinde kanlı eşyalarını bıraktılar kapının önüne. Artık her şey dalında kuruyup kalmış gül gibi kokuyor.



Kahverengi


                                                                    ÜçRenk Blanch