2 Aralık 2010 Perşembe

MUTLULUĞUN HARFLERİ. İki




Lanetli kalabalık: S e n m i b e n i y a r a t t ı n d a h i g i r i p k a n ı m a ç o ğ u l l a ş m a k d i y o r s u n? Sus artık, sus! İçimi un ufak ediyorsun!


Bir görünüp kaybolan, bir susup hep konuşan dostlarımmışsın sanki. Oysa biliyordum: Ayakkabılarımın bağcıklarını kördüğümden ayırıp, fiyonk yapmayı keşfettiğimden beri, tutunacak hiçbir şeyin artık elimde olmadığını, birer birer sökülüp ilmeklerinden…


Bir zamanlar oyuncaktı peşinen olan biten. Ne çok şey öğrenmiştim veresiye yaşayıp. Sus: uyuşukluğun, kendini bilmezliğin ve gürül gürül akarak çavlana dönüşmenin hesapsızlığısın sen!


Sürekli ve hiçbir zaman açılmayacak olan  kapıların önünde, ıslanmış, korkak, yalvaran, zırvalayan  o sesin, sadece bir hayvana ait olabileceğini; üşümeyi unutup saklanacak bir delik telaşına bulaşan insanların, bütün barınakları, sığınakları ve tekme tokat kovulmaların hesabını tutacağını söylemediler bana.


Zavallı argınlığım. Keskin dişli köpeklerin hırlayan gölgesinde, başa nakşedilen yüce bilinci alıp geçmişten şimdiye saklanmanın çaresizliğisin sen. Sus!


Hiç farkına varmadığım o anların birinde kızgınlık kör, kırgınlık kara delikleri oluverdi zamanın. Yaz mıydı, ilkbahar mı bir önemi var mı bunun? Ne çok şey biliyorsun benim geveze aklım. Ama 'an' denilince gözkapaklarıma yığdığın tozlar bile, neden o kadar ağır? “Bireysin sen. Biriciksin. O yüzden rüyaların, o yüzden hayallerin, umutların ve parmak izlerin türdeşlerinden farklı. Sen yalınsın. Sen öznesin ve özelsin. Değerlisin” dediğin bu mu?  Öyle olsa bile, yine de kandıramazsın beni uydurma safsatanla.


İki kişidir insan, bir erkek, bir de kadın.


Bir bedene sıkışmıştır ve orada öylecedir. Tek başına olunamayacağını ama yekliğin, yalınlığın, hızlı adımlar ve marşlar eşliğinde, uygun adım ölüme kadar götürebileceğini bilir kendisini. Direnir buna bilinç. Direnir beden. Dillendirir yüzsüzce. O yüzden şarkıları, o yüzden danslarını öyle hiç aldırmadan…


Uydurma beğeniler, donör olmuş dönürler, karşılıklı töreler ve düğünler eşliğinde yeniden biçim bulur kutsanmış çoğalmalar. Zincirin üst halkası, besin değeri düşük.
Kimler, hangi erkekler ve hangi dişi cazibeye kanarak, büsbütün bir kadını rahmine kadar soyup çekip bulmuş yürekli hallerini oradan?


Ben yeniden öneriyorum öyleyse sana; haydi yap yapabilirsen! Yırtalım o bembeyaz sayfaları yeniden ve yineden. Haydi, bir daha yazalım tertemiz sayfalara. Acıtmayan mürekkeple donansın etlerimiz.


“t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a, t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a t a b u l a r a s a!” Ah! Vesaireler eşliğinde yeniden başlar zaman.


Hiçbir çift, ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın duru bir kelimeye dönüşüp, böylesine güzel, bu kadar anlam yüklü olamazdı artık benim dünyamda. Ne etken, ne edilgen… Oysa kaya: dalganın önünde binlerce yıl daha eriyip, yok olmadan öyle dik, öyle mağrur ve biçimli bir erk olarak kalacak gibi görünmüyor muydu uzaktan algılanıp?


Ya sonra? Ne de güzel oynuyorsun acımadan benimle. Sus! Kimsecikler kanıma girip usulca boşaltamaz zehrini damarlarımda. Yıllar boyu birikmiş renkli erek ve hayallerimden parça parça koparıp, kat kat söktüğüm, hiç düşünmeden de kanalizasyon ağının bir gözüne bıraktığım kimliğim, kirliliğim; ‘ben’ yerine neleri koymuşsa artık. Onu da oralardan...
Kendime ağlıyorum. Deliliğime kanıp.


Upuzun, tam buradan, taaa kendini bilmez bıçkın iklimlere kadar uzanabilecek geçmişi biriktirdim içime toparlayıp. Fark ettim ki geçtiğim yollar kadar önümde uzanan, olasılıkla daha fazla yaraya ve bereye varan zavallı bir gelecek sere serpe önümde.


Kıyar mıydım? Geçmişe acımayıp dokunduğum her yara, gelecekte de kanardı hem. Elbette ki yapmadım. Zihnimin beni sürekli yürümeye, bir hedefe doğru sürüklemesine önce dur demeliydim. Sizler susmalıydınız! Susturmalıydım sizi. Gerekirse yaşadığımı fark etmemle birlikte var ettiğim sizi, muhteşemliğiniz kadar uğultunuzun da yücelere kaçıştığı o mutsuz çoğulluğunuzu, kendimi yok etmek pahasına da olsa susturmalıydım. Bu ölümden bile ağır…
Ama yaptım ve anladım ki, geldiğim bu noktadan daha da ileriye gidebileceğim hiçbir açıklık yok. Bir keçinin yolu ile bir aklın yolunun benzer ölçeklerde, bu kadar dengeli, pürüzsüz ve tamı tamına kesiştiğini, uyuştuğunu kavradığımda, çekildim ben aktif ve katılımcısı olmaktan, süre giden bu hayatın. Maalesef anladım ki, ne benim bildiğim gibi yaşanıyor bu hayat, ne de benim düşündüğüm gibi gerçekleşiyor olan biten.


Onca yoldan, bu kadar eskimiş ve yıpranmışlıktan sonra bakıyorum sepetime: Gidebildiğim sürece bir işe yaradığını veya yarayacağını sandığım, faydası olabileceğini düşünerek topladığım onca şeyin, sarsak, avare ve aylak yürüdüğüm süre boyunca bozulduğunu, içinin boşaldığını, çürüdüğünü, işe yaramaz hale gelip küfe dönüşmesine bakarak acı acı gülümsedim. Ne gereği vardı ki o halde sepetin bıraktığı izi taşımanın bileğimde?
Ama ben yaşıyordum? Oysa bu da garipti…


Nefesimi tutaydım bari ve saç örgüsü olmasındı o halde kolumdaki. Onca yükün altında başka bir bileziğe, ipe, boncuğa, desenlere falan da gerek yoktu hiç. Her biri kapaklarımdan bile ağır inmeyecekler miydi o yorgun gözlerime?  Boşluk olsundu. Çıplaklığı olsundu apaçık bilinenin. Yıpranmamış terlememiş, onca naifliği hoşluk sanıp; hasırdan örülü, dayanıklı, dibinden çelik tellerle desteklenmiş o sepete doldurmamış, onlara aklımı takmamış ve adımlarımı durdurmuş: "Buradan öteye gidilebilecek hiç bir yer yok" un bilinciyle ayaklarımı şöylece uzatıp geriden gelenlere, yani ardımdan, sırtımı bir kayaya yaslayıp daha da ileriye gidenlere bakıyorum şimdi ise gülerek.


Bak, susturdum seni geveze kalabalık. Aha ha ha haaa!
Dilini yuttun evet. Söyle; “Dilimi yuttum, onu ısırıp kan içinde bıraktım” de bana önce. “Kıvranmasına, ağzımın içinde bir yılan gibi dolaşarak tıslamasına, dimağımdan damağıma, diş etlerime, yutkunmama karışmasına son verdim” de!
Ya da düşün ey ahmak! Hiçbir şey yapma düşün!

Yaşamıma giren herkese, gerçekten hem bana, hem de kendilerine göre, ‘iyi şeyler’ olabilecekleri kadar da şans verdim: 'iyi'. Anlamı  nedir ki bunun?
“İyi”. Gökler iyi midir mesela? Bazen masmavi olmaları, bulutları, yağmurları, kuşları ağırlamaları iyi bir şey midir ki? Benim göğüm iyi diyelim mesela, ama ya seninki? Seninki iyi midir? Aynı tondaki mavi, aynı hacimdeki bulut; birbirinin tıpatıp benzerleri olan kuşları da küme küme biriktirse seninki de: “Bana oldukça iyi gibi görünen kendi göğümün, sana kıpkırmızı kanları kusturmayacağı ne malum?”


Toprağın derinliklerine kök salmış ağaçlar iyi midir örneğin? Nedir ağaçları iyi kılan şey? İnsanın varoluşuyla birlikte kendini saflığa, durağanlığa, kadimliğe adamışlığı iyi midir ağacın? Umarsızca her mevsim yaşamdan ölüme koşan yaprakları, yıllar boyu varlığa, yıllar boyu yokluğa kucak açmış olması iyi bir şey midir? Yapraklarından birinin iyi olması veya tamamının, bir ağacı kökünden dallarına, kabuk bağlamış gövdesine, bahardaki donandığı çiçeklerine kadar olan bütünü iyi yapabilir mi? Nasıl kokar soluğu bir ağacın ve yahut sakin midir ki ağaç? Nedir fırtınanın karşısında yerden göğe eğilip bükülmesi, ayıca neye yarar, nedir ağacı iyi kılan şeyler öyleyse?


Upuzun bekleyişi, sessizliği mi? O halde sabra bile giydirilen ‘iyi’ denilen meşum, zamanın bir parçasına ilişiktir değil mi?


Kuşlar iyi midir acaba? Onların dünyaya bambaşka bir açıdan bakarak uçması, karaları, denizleri, kentleri ve ormanları, onları tıka basa dolduran insanları baştan aşağıya süzmeleri, iyi midir ey akıl?


Saf halinde yeni doğan, hayata hiç karışmamış, onunla derdi olmayan da kimdir? İyi midir bir bebek?

Nedir iyiyi 'iyi' yapan şey? Onun biricikliği, erdemle donanması, ahlaka düşkünlüğü ona duyulan ihtiyaç, ağlamak mıdır yoksa? Kimin çıkarı yoktur ki ağlamaktan? Ağlamak iyi midir?

Yumuşak yüzü, sarıp sarmaladığı ferahlığı, güveni, kaygısızlığı, doğruluğundan emin olduğumuz değerlerin toplamı bu kadar ‘iyi’ yapabilir mi bir kavramı? Ki doğru bile bu kadar hastalıkla yüklüyken.

Alelacele olduğu yerden, kendi gerçek doğasından koparıp sepetlerimize attığımız, bunu yapmakla onu, başka bir şeye dönüştürdüğümüz, beslendiği damarlardan koparıp çürümeye küflenmeye zorladığımız, onca yolu yürüdükten sonra açıp içine baktığımız, bir hiçe dönüştüğünü görerek acı acı gülümsediğimiz, bize katacağını sanarak bizi eksiltmesine izin verdiğimiz şey değil mi “iyi?”
Üremek iyi midir, sorarım sana?


İyiyi iyi yapan nedir ey sarsak akıl? O da bir delinin eğlencesi değil mi?


“İyilik yok. İyilik öldü. İyilik hiç var olmadı ki…"

Dört ekim on
Tenekeden Macivert  




                                                            Edvard Munch