21 Kasım 2010 Pazar

EVDEYİM



Ev, şehrin en eski yerleşim yerinde. Hani, iki kişinin yan yana zor geçtiği sokakları, fotoğrafçılar tarafından ısrarla ve de defalarca çekilen o eski yerde…
Eskiden dere akardı önünden bu evin. Daha sonraları üzeri kapatılıp geniş bir caddeye döndü. Dere kışları coşkun akardı. Dağdan inen sel suları, önüne ne var ne yok alır, önümüzden geçerdi. Karşıda oturan anneanneme gitmek için üzerindeki küçük taş köprüleri kullanırdık. Derenin kenarındaki sıra sıra ağaçların hemen yanından, sağa dönüp birkaç metre yürüdükten sonra tam tamına yirmibir basamakla evin bulunduğu sokağa çıkardık. Ve tekrar birkaç metre yürüyüş, bu sefer geniş üç basamak, sonra birbirine bakan üç kapı. Birisi bizimki. Bal rengi kapı, etrafı koyu kahve. İki kanadı olan, kanatlar arası tahtayla sabitlenmiş, oymalı. Önündeki seti aşıp, eğilerek girmen gerekir içeri. Çünkü kapı hayata açılır ve hayatta ev işleri yapılır. Bulaşık, çamaşır, yemek… şimdi bu kapı tek kanatlı, gri ve yine oymalı ama demir. 
Hayatta bir parça toprak. O bir avuç toprakta nasıl yetişir diye şaşırdığım kocaman bir asma. 
Eskiden oldukça ihtişamlı olan bu ev şimdi etraftaki derme çatma beton eklemelerle düzeltilmiş komşu evlerin arasında sıkışıp kalmış küçük bir ev görüntüsünde... Alt katta bir oda, mutfak. Üstte iki oda ve sonradan genişletilmiş önü kapatılmış bir salon. Eskiden hepimizin isteği kendimize ait bir odaydı ve merdiven basamakları adımıza ayrılmış küçük odalarımızdı. 
Çocukluğumun hayalet gibi dolaştığı bu evdeyim gene… kapıları teker teker açıp içeri giriyorum. her adımda bana ses veren, benimle konuşan basamakları çıkıyorum teker teker. her ses görüntü gözlerimde… ilk cenaze, ilk düğün, ilk bebek sesleri… yürümesem sesler kesilir mi acaba… bu uğultu gider mi kulaklarımdan. 
Yürümesem… 
" taşlara, ezmekten korkar gibi basıyorsun ayaklarını''  dedi bugün ablam. Dikkat ettim öyle basıyorum, hafiften, çekinerek…
            lal
                                                                    lal