3 Kasım 2010 Çarşamba

İTİRAF EDEN AĞZIN YALNIZLIĞI: ÜLKEM



Kenti terk edeli kaç zaman geçti şimdi anımsamıyorum. Bana ait topraklardan çıkıp gitmeye karar verişimi bir çılgınlık anına bağlayanların çokluğundan haberdar oluşuma karşın, buna itiraz etmediğimi çok iyi anımsıyorum ama. Yola çıkmaya hazırlanırken arkamda hiçbir şey bırakmamaya kararlı, sakince toparlandım. Ülkemi terk ediyor oluşuma bir anlam veremeyenlere kulak asmadan yol hazırlıklarıma devam ettim. Sakin görünmeme rağmen içim kederle doluydu. Keder ve öfke.Yakıcı bir ikili. İçten içe yanıyordum ama bunu halkıma göstermeye hiç niyetli değildim. Halkım. Bir güruh. İçten pazarlıklı, nankör ve umutsuz halkım.

Yasaları çiğniyor oluşuma yönelik itirazlara yanıt vermedim. Gidiyordum işte. Suça verilecek en büyük cezayı vermiştim kendime. İtiraza ne hacet? Ülkemden, o hep sevdiceğim olan topraklardan sürüyordum varlığımı. Başka bir ülke aramaya dermanın da niyetim de yoktu. Bunu böyle demedim ama geride bıraktığım o sarı otlarla kaplı meraya. Başka ülkeler, başka yerler arıyorum, dedim. Senden daha verimli topraklar. Durup uzaktan bakacağım, seçtiğim toprağı uzun uzun seyredeceğim ilkin; sonra kararlı adımlarla toprağına basıp, bayrağımı dikip en yüksek tepesine yeni ülkemin, yüzünü vatanım ilan edeceğim. O da sevinçle kucak açacak varlığıma; sarıp sarmalayacak terk edişin okuyla yaralanmış bedenimi. Yaralarımı otayacak, sihirli merhemler akıtacak dudaklarından kanayan her bir yaraya. İçimdeki tarifsiz kederden ziyade o kara, kapkara öfkeydi dilimi zehirli bir yılana dönüştüren. Meşruiyetimi geçersiz ilan eden o sarı topraktan aldığım naçar bir intikamdı bu, biliyorum.

Gitmeden, yediğim onca dayağın utancını hafifletmek için, okkalı bir tokat da ben yapıştırmak istiyordum sadece. Amacına ulaşmayan o şamar en çok benim canımı yakmıştı yine de. Boynuma takacak güçlü bir muskayı nereden bulacaktım ki? Bu yüzden defteri, aşk’ı, hasret’i, ülkemin güzel gözlerini yazdığım defteri kararlılıkla çöpe attım. Yırtmadan, parçalara ayırmadan olduğu gibi, sokağın en kalabalık çöp bidonuna fırlatıverdim. Ayrılmadan yaptığım son iş bu oldu.

Yürüdüm, yürüdüm sırtımda yüküm; belleğimi geçtiğim dağ, ova, yayla ne varsa, boşalta boşalta yürüdüm. Geçtiğim ırmaklarda soluklanırken, kabuk bağlamaya yüz tutmuş yaralarımı yıkadım. Başkalarının vatanlarından geçtim yol boyu, harama yüz çevirmedim.

Sonunda bir ağaç kovuğu bulup oturdum. Dallarının arasındaki bir dolu canlıya kucak açmış, gönlü zengin, heybetli bir ağaçtı sığınağım. Beni kabul edişindeki tevazu, ruhumu minnetle doldurdu. Yüzüme bakmış ve anlamıştı. Bilgeliğinin önünde hürmetle eğildim.

Yıllar yılları kovaladı bu kabul edilişin ardından. Ben yaşlandım, yüzüme çizgiler doldu; bacaklarım inceldi, onlar inceldi ama içimdeki keder ve öfke dinç kaldılar. Bazen rüzgar – dost mudur, düşman mıdır hala bilemem- burnuma çok uzaklardaki yurdumun kokusunu getirir. Ülkemin o unutulmaz vanilya kokusunu alırım rüzgarın ellerinden; yayarım yaşlı bedenimin her bir yerine. Bütün gün oturur ellerimi koklarım. Böyle zamanlarda, ağacı paylaştığım küçük hınzır kuşlar benle eğlenmeye başlarlar. İncelmiş bacaklarıma bakıp, “ tahta bacak, tahta bacak” diye ötüşüp, uçarlar başımın üzerinde. Kızmam onlara, kızamam.  Artık başkasının yüzü, başkasının ülkesi olan o topraklara duyduğum özlemle yumar gözümü koku kaybolmasın diye dua ederim tanrılara.

Sonra daha fazla dayanamaz sırrı, o binlerce kez açık ettiğim sırrımı, fısıldarım hikmeti benden çok olan ağacıma:

   “ ülkemi ben terk etmedim…”

Ağaç anlamını çözemediğim sakinliğiyle sorar.

   “ çağırsa seni yanına? “

Gidemem, gidemem, gidemem.

Öfkelenirim konukseverliğini kötüye kullandığım hamime. Ve itirafçı olmanın öfkesiyle avazım çıktığı kadar bağırırım, sonrasında gelecek utancı hiçe sayarak.

Öyle bir ülke yok, hiç olmadı. Ben hiç sere serpe uzanmadım terli bedenimle o toprağın üzerine. Ellerim hiç dolaşmadı saman sarısı otların arasında. O vanilya kokusunu hiç almadı burnum. İnce uzun ırmak boyunca koşmadım asla; nefes nefese kalıp titreyen bacaklarımı fark edip gülümsemedim. Hiçbir zaman veda anlarında bir virüse dönüşüp onun bedenine sızmayı düşlemedim. Şiir şiir dolaştırmadım benliğimi peşi sıra. Bunlar hiç olmadı.

Hakikat… Hakikat…Hakikati söyle artık!

O kederli ve öfkeli hakikati!

Ben olmayan ülkemden kovuldum… Bilmediğim diyarlara sürüldüm.

İtiraf eden ağzın yalnızlığı işte bu sürgün yeri. Neden ?

Söz ortaklık kabul etmez (mi?) .

Üçrenk Kırmızı

                                                                   Lal