18 Ekim 2010 Pazartesi

AYNA TUTUCUNUN MARİFETLERİ











Gibi değil. Gerçekti. Neyse ki, tam zamanında fark etti; aksi halde, hikâyeye bambaşka bir başlangıç yapabilirdi. Aklında, yüzünde acı çeker gibi bir ifade vardı, cümlesi geziniyordu örneğin. Yanılgıdan kıl payı kurtulmuş olması ve muhtemelen hikâyeyi de kurtarması, ona başından beri “ gibi” kılığında görünenin tümüyle gerçek olduğunun nihayetinde anlayabilmesiyle mümkün oldu.

Gibi, değil. Acı gerçekti. Oradaydı. Kendini sakınmaya çalışmıyor; somutluğuyla insanı yanıltıyordu. Süslenmemiş acı, görmezden gelinmeye yatkınlık taşır; salt oluş’un cazibesinin yokluğu, onu belli belirsiz kılar ve “ gibi” ye yakın durmasına neden olur. Sanısına gerekçe aranırken aklına bir çırpıda doluşuveren fikirler, hikâyeye nasıl başlayacağı sorununu çözmüyorsa da, rahatlamış hissetmesini sağlıyor. İyi bir giriş cümlesi bulmaktan olabildiğince uzak oluşunu ikincil bir soruna indirgiyor. Zihni, “gibi” sözcüğünün üzerine yıkılmaya meyilli ve huzur, gidip geliyor. Henüz başlayamadığı hikâyeden giderek uzaklaşıyor olduğunun bilinci kavurucu olmalıydı; fakat değil.

Bir insanın yüzüne baktı; gördüğünü “ acı gibi” nitelemesiyle zihnine yerleştirip, giriş cümlesi arandı. Ardından “ gibi”nin abesliği hikâyesini ters köşeye yatırırken, salt acı’yı anlatmaya çalışmanın gereği sorusunun arkasına gizledi kifayet korkusunu.

Neden gibi, diye düşündü. Neden gibi? Daha yakından bakabilme şansı olabilseydi, 
“gibi”nin tuzağından kurtarabilir miydi yakasını?

( Araya girmemeliyim belki. Belki de girmeliyim. Bilmeniz gerekeni, bildirmenin başka yolu olmadığından, belki’yi bir yana bırakarak belirtmeliyim ki, sorularını kendine yöneltmek yerine bana sorabilme cesareti olsaydı; ona söylerdim. Sorunun kaynağında, yüzümden yansıyanın acıya benzer bir ifade gibi görünmesinden çok, başkasının acısına bakabilmenin sanıldığının aksine bir cesaret değil bir yetenek oluşunun yatmakta olduğunu  uzun uzun anlatabilirdim ona. Bu zahmete değer birine benziyordu. O sormadı, ben de hınzırca bıraktım onu “ gibi”nin peşine. Zihinsel debelenişini izlemekten keyif aldığımı neden saklamalı? )

Hikâyeyi bıraktı. Yanılgısını yüzüne vuran çıplak sancıyla ilgisini kesti ve söz söylemeyi kesinliğin riskli sularından çekip çıkaran, açık kapıyı hazırda tutan “gibi”nin, ne şahane bir sözcük olduğunu düşünmeye başladı. İçten içe, farkındalığıyla kendisinden uzak düşen hikâyeden utanıyor ama kolay olanın cazibesinden kurtaramıyordu yakasını. Bir yandan da ifadesine “ gibi” makyajı yerleştirmiş yüzün sahibine kızıyordu. “ gibi” batağından çıkabileceğine dair umudunu yitirmeye başlamıştı ki, temel soruyu sorabilmeyi akıl edebildi.

Nasıl oluyordu da, bunca “ gibi” görünen şeyin gerçekliğini görebilmeyi, ayırt edebilmeyi başarabilmişti? Şaşkınlıkla ifadenin sahibine baktı yeniden ve onun gözlerinde muzır kırmızı bir parıltının arkasına saklanmış cevabı gördü:

( Başkasının acısına bakmak bir yetenektir, diyebilirdim ona. Ama, asıl büyük yetenek, bir başkasının acısını, o başkasına tüm ilkelliğiyle gösterebilmektir. Bir ayna tutucunun tüm mahareti aynaya bakanın, neye baktığını anlayabildiğinde kendine yönelttiği iltifatı alçak gönüllülükle kabulünde yatar. Ve evet, bir şey değil)

Tokat etkisi yapan farkındalığını, kaybettiği hikâyesini ve ayna tutucusuna duyduğu öfkeyi yanına alıp alelacele ayrıldı oradan. Gözlerinde kırmızı parıltılar dolanan ve hadsizliğini görmezden gelerek gülümseyen birinin iltifatı hak ettiğini düşünmüyordu.

( Ediyordum oysa. Hem de çok. Moralimi bozmadan, etrafa bakınmaya devam ettim.)

ÜçRenk Kırmızı