24 Ekim 2010 Pazar

MUTLULUĞUN HARFLERİ. Bir


Aklımın çentilmiş, yontulmuş, kısmen delik deşik ve yer yer mutedil oyuklarında saklanan, hiçbir zaman üzerinden aksayan ayağımla atlayıp da geçemediğim. Bir dostun ince ince kırmızılarla süslediği, salkımları saçaklara, yeşilleri tanelere bezediği anılarım vardır benim.


Ah! Unutur muyum sahi, kahvenin her türlüsünü yasaklamışlardı küçüklerine eskiler.


Kendimizi büyük, en büyük daha da büyük hissettiğimiz anlara kavuştuğumuzda, onlarla da artık aramızda fark kalmadığını, acı acı yudumlarken keşfettim.


Annem babamın başına eğilmiş, bir eliyle yüzünü, diğer eliyle dizini dövüp dururken, gözleri ilk ıslandığı yerlerinden fırlamış, geçmişe, anılara, sevişmelere, bize; erkek kardeşime, kız kardeşime, hepimizin doğumuna, evimizin yeni açılan odasına, bin bir kat merdivenlerle çıkılan, sonrasında göçüp gidilen o sonsuzluğa kaptırırken kendini.


Ve ben hiç farkında olmadan tam yedi kaşık şekeri ekleyivermişim suluboya kahveme.


Sizin anlayacağınız, ilk kez böyle bir zamanda tanışmıştım ben kahveyle. Çok eski zamanlardı, çok. Koyuydu yüzü. Acıydı tadı. İçindeki kaşık çaya neyi yapıyorsa, kahveye de aynısını yapıyordu isteyerek, bilerek. İşte o an ben, bir tutamaca sarınıp acılardan çıkabilmeyi; karmakarışık olanın içinden çekilip, damlaya damlaya, bir köşeye konulup unutulabileceğini anlamıştım insanların.


İşsizdi benim babam daha doğrusu biz öylesini bilirdik, öylesini söylerdik ortalık yerde. Yıllar sonra, gidenlerin arkalarında bıraktıklarını okuyup anlamayı becerdiğime inandıkça, doğduğum büyüdüğüm evin; eskimiş, yıpranmış, en nihayetinde bakımsızlıkla baş edilemeyip, saçma sapan bir lümpene satılmış duvarlarını, bir gece gizlice yıktım.


Çivit mavisi, Çingene moru, şampanya veya şempanze sarısı, mutluluk yeşili, kırağı, farklı farklı tonları, bütün ırmakları suyun, lüzumsuz ve anlık gelen, birden bire duvarları, birden bire camları, birden bire bütün bir evi kuşatan; sonra o öfkeyle yalpalayıp toza dönüşen bordo.


Tırnaklarımdan sökülürken vahşiliğim, her katman anı olup dökülüyor üstüme. Geçmiş gözlerimden, geçmiş alnımdan, saç diplerimden, burun deliklerimden; önce nemlenen, sonra koy verdiğim ve arkasından bile bakmadığım, şırıl şırıl akan gözyaşlarıma birikiverdi.


Güçsüzdü benim babam. Her baba gibi o da, çocuğunun biriktirdiği anılar çoğaldıkça gücünü kaybedenlerdendi. Bir zamanların koskocaman, bir zamanların büsbüyük adamları, sizler onlara yetişmeye kalkıştığınızda, hiç bir yere kaçamayacaklarını anlarlar, siz büyümeye devleşmeye ve kocamanlığa giden yolda adımlarınızı şaşırdıkça, onlar da bir köşeye büzülüp, yeniden çocuk olmaya kalkarlar, türlü türlü hayaller, önünüze büyük adam işleri kurarak onları size yutturmaya kalkardı, Öylesini kuranlardandı babam da işte.


Sıkışınca ağlardı, biraz da küçüldükçe


Yıllar sonra annemi, yıllar sonra kardeşlerimi, arkadaşlarımı, dostlarımı, sevdiklerimi, içimdeki duyguları keskinleştirip, onları birer birer doğramaya kalkışınca fark ettim delirmekte olduğumu.


Babam işsizdi. Babam güçsüzdü. Elimdeki tırpanı, anılarımın üzerlerine hırsla savurup doğradıkça ben de anlıyordum artık nasıl delirdiğimi. Evet, evet deliydim ben. Aklımı uçsuzluğa, edimlerimi bucaksızlığa terk ettikçe, eylemlerim duruluyor, sakinleşip ferahlıyordum. Şimdi önümde açılan kapılar; hiç olmadığım kadar özgür, hiç olmadığım kadar keyifli, hiç bilmediğim kadar deniz.


Artık yaşam denilen o çamurdan derede, saçma sapan çırpınmaları bırakıp, deliliğin masmavi denizlerinde enginlere, yitirdikçe kendimi bulduğum tapılası akılsızlığa doğru kulaçlar atıyordum.


Bir taraftan koca deniz, bir taraftan koyu kahve, birinde tuz çığırtkan, birinde şeker oysa: Kuşatılıp bırakılan, sarılıp sarmalanan sonra yine. Çığlıklar, gümbürdeyen davullar, beynimin kıvrımlarıyla dans eden çılgınlıklar. Lanet olsun değişik hal ve gidişlere bağlı törenlerin ortasından üremek denen şeye.


İçime batan çocuk, dışıma kaçan adam.


Uyanıyorum sonra o derin uykulardan. Ellerim tırnaklarım, bakıyorum her biri kan. Olmasa çoğalmasak yitip gitsek diyorum.


Elimdeki teneke, çalarsam davul gibi, bakıp bakıp haykırıyorum içimdeki seslere;


"Babanız yok. Babanız öldü. Babanız hiç doğmadı ki!


Susun artık! Susun artık! Susun lütfen, susun, susuuuun!..”


Tenekeden Macivert



                                                                  Chagall