26 Ekim 2010 Salı

PENCERE ÖNÜ KONUĞU


Kalkıp pencereden dışarı baksa, onun orada olduğunu, o iki kestane ağacı arasındaki beton duvara yaslanmış beklediğini görecekti. O gözlerini penceresine dikmiş olacaktı ve elindeki sigaranın ateşi karanlık sokakta parlayacaktı. Niye kalkıp bakayım ki, diye düşündü, orada olduğunu biliyorum. Günlerdir, hatta neredeyse aylardır orada. Her gece. Her gece bekler orada, elinde hiç sönmeyen sigarası, pencereme dikilmiş bakışlarıyla oradadır hep. Hiç uykusu gelmez mi, diye sormuştu başlangıçta kendi kendine, hiç uyumaz mı, düşleri yok mu; düşleri tarafından büsbütün terk edilmiş biri midir yoksa benim gibi. Işığımın sabaha kadar sönmeyeceğini anlamadı mı daha, bir tür güvensizlik midir onu yağmur çamur demeden penceremin altında bekleten? Varlığı, o iki kestane ağacı arasındaki varlığı tedirginlik vermiyor artık ilk gecelerdeki gibi. Artık pencereden yarı belime kadar sarkıp gitmesi, beni rahat bırakması için kah yalvarıp kah küfretmiyorum. Yalnızca arada bir başımı uzatıp sezdirmeden bir göz atıp  çekilmekle yetiniyorum. Gitmeyecek, hiç gitmeyecek biliyorum, bu kah koşar adım, kah yüzyıllar kadar uzun sürede sabaha varan geceler var oldukça o da var olacak.

Birkaç kez aklından aşağıya inip onunla konuşmayı, neden gecelerine ortak çıkmaya kalkıştığını sormayı geçirmişti, bir kere de ayakkabılarını giymiş, çıkmak üzereyken vazgeçmişti. Bunun yerine, üzerine “Yukarı gelsene” diye yazdığı kırmızı bir kağıt atmıştı ona. Eğilip kağıdı almış, okumadan katlayıp cebine koymuştu o da. Hiç okumadan. Önce kızmıştı bu davranışına, ama sonra düşününce, okusaydı bile gelmeyeceğini anlamış ve daha önce hiç duymadığı bir rahatlamanın bedenini sardığını hissetmişti. Bir dönem sürdürdü ona kırmızı kağıtlar atmayı. O hep aynı ağır hareketlerle eğilip aldı kağıtları, hiç bakmadan katlayıp cebine koydu. Adamın paltosunun büyük cebi o kağıtlarla dolmuş, küçük bir çuval gibi görünmeye başlamıştı. Kırmızı kağıtlar bitmek üzereydi artık, sonuncusuna ani bir kararla “yaşamım boyunca tek bir gerçek çingene görmediğim de doğru,bu kenti terk etmeye hiç kalkışmadığım da..”diye yazdı. Bu anlamsız görünen cümlelerin kendisinden çıkışıyla rahatladığını hissetti, nedenini bilmeden. O gecenin ardından sık sık kendini onunla ilgili bir hayal kurarken yakalamaya başladı. Yakalandığına mı utansın yoksa öyle bir hayal kurduğuna mı, bilemiyordu.

Bir gece sigaram biter  (sigara konusunda asla tedbirsiz olmamıştı) çaresiz ondan bir iki sigara istemek için yanına giderim. Elinden tutup , yukarı çıkarır ve onu yatağıma yatırırım. Yatmalısın, aylardır o duvara dayanan bacakların bak nasıl da yorgun düşmüşler, seni taşıyamayabilirler günün birinde ve ben , pencere önü konuğum olmadan gecelerimi  sabaha nasıl vardıracağımı bilemem. Uzan hadi. Sesini çıkarmadan uzanır yatağa. Onu seyrederim, ona ömrüm boyunca gördüğüm en güzel çiçeğe bakar gibi, mor çiçekler veren dev bir küçükorospuya bakar gibi bakarım. Hiç konuşmaz, zaten istemem konuşmasını, öylece yatsın yatağımda, bacakları dinlensin , hatta uyuyabilir isterse. Ben de yanına uzanırım, başımı göğsüne gömerim, belki ben de uyurum, uyurum değil mi? Ya da belki çay demlerim, yok yok çay olmaz, iki şekerli bol köpüklü kahve daha iyi. Sessizce içeriz kahvelerimizi. Fincanını ters çeviririm, falına bakacağım senin, derim, gülümser, gülümser mi? Yok, hayır henüz değil. Tebessümleri boşa harcamamalı. Fincana bakarım ciddiyetle, bir roman görürüm orada. Okumamalıyım, o romanı okumamalıyım. Dayanamaz okurum. Ne güzel yazmış, ne güzel. Hiç böyle güzel yazılmış bir roman okumamıştım, derim ona. İşte tam zamanı: Gülümser. Gülümser, yüzüne yayılır gülümsemesi, sakalının arasında dolaşan gümüş rengi bir ırmak olur, dişlerinde lezzetli bir yemeğin kalıntıları ve gözlerinde odaya dolan aydınlığın kaynağı. Öyle mutlu olurum, öyle çok sevinirim ki, eğilip onun, o mütemadiyen sigara içmekten yorulmuş dudaklarından öpmek isterim. Usul usul eğilirim.....


Şiddetli bir tokat yemiş gibi irkildi. İşte yine yakalamıştı. Kızardı, aynaya bakmasına gerek yoktu. Kulaklarına kadar kızardığını biliyordu. Başını bir süredir okumadan yalnızca bakmakta olduğu kitaba eğdi yeniden. Okuduğu sözcükler tenine değmeden yanından geçip gidiyordu. Hiçbirinin anlamını bilmiyordu, unutmuştu. Belki hiç öğrenmemişti. Fincanın içindeki romanı anımsadı. Ne güzel romandı, diye düşündü, ne güzeldi.

   Kalkıp penceren dışarı baksa, onun orada olduğunu, o iki kestane ağacının
   arasındaki   beton duvara yaslanmış beklediğini görecekti. Oturduğu yerden kalkıp
   pencereye yaklaştı. Gözleri önce sigarasının kırmızı ateşini, sonra da diğer elinde
   tuttuğu bir tomar kırmızı kağıda eğilmiş başını seçti. Sigara paketini aradı gözleriyle,
   dokundu, boşalmıştı. Hiç sigarası kalmadığını fark edince, ”usul usul eğilirim ve onun
   o mütemadiyen sigara içmekten yorulmuş dudaklarından öperim.” diye fısıldadı.

    Lila Gam
                                                                  
                                                                  Gustav Klimt