30 Kasım 2015 Pazartesi

GECE MONOLOGLARI

Ölüleri aldatamazsınız. Bir kez bile.  Bakışlarında biriktirdiğin nefrettin sana yük oysa ölünün donuklaşan bakışları size korku ve endişe nakşeder.  Hata bazen yerinde olmayı dileyen bakışlar ölüye tebessüm ettirir. Bakışlarımızla   aramıza  aldığımız  o korkunun biricik nedeni  acaba  ben ne zaman öleceğim’’  dır. Gelecekte olacağımız son halimizi görmek bizi daha çok geçmişe mi bağlıyor dersin.  Yok, işte geçmişten başak gidecek bir yerimiz. Ölüm, diri bir anlam kazanınca baktığımız ilk yer hep orası değil mi?

Her gün bıkmadan usanmadan kendine bakıyorsun. Uyanışınla birlikte soluğu aldığın yer buharlı bir gaz odası değil mi? Hayatımız boyunca neredeyse hiç şaşmadığımız biricik alışkanlığımız tek nedeni bir türlü hafızamıza yer edinemeyen görüntümüz.

 Cilalı nesnenin karşısında beliren şeye bir hayranlık mı yoksa kendini hatırlamak mı pek anlayamadım?  İnsan kendini unutur mu dersin? Sanmam. Hiç düşündün mü kendi yüzümüzü neden hatırlamadığımızı hatta düşlemediğimizi. Tıpkı sesimiz gibi yüzümüze de yakın değiliz. Dokunarak da hissedemiyoruz. Ezber bir elin kulak, burun, dudak üzerinde geçişi sıradan ve özensiz. Birbirlerini yabancılayan kemiğimiz ve etimiz.

Bak burada her şey sihirli sanki. Cilalı nesneler hiç ihtiyaç duyulmamış gibi. Toprak nasıl da sıcak sac da kavrulmuş ılımaya bırakılmış kundak yatağı gibi. O yüzden burada her şey sıcak ve yakıcı.  Tıpkı öfkemiz gibi yakıcı.   Her gerilmede şaha kalkıyor öfke.  Bedenleri güneşin kavuruculuğunda nasıl da vahşileşiyor gördün mü?  Tıpkı gergin yayların ucundaki ok gibiler…

Kolun omzundan sarkıyor diye her şeyini kabul ettiğim anlamını çıkarmıyorsun değil mi?   Güneşin altında bir köpek gibisin, dilin dışarıda inliyorsun sürekli. Karşından bir ahtapota benziyorsun. Öyle ki, korkudan sarıldığını öldürebilirsin. Bunun adı aşk değil. Sevgi de değil. Bunun adı  ‘’ boşluk’’  dipsiz bir kuyun ucunda düşmekle düşmemek arasında kalmak.  Soluğumu kesiyorsun, aşkımı bu kadar zavallı görmen seni lekeliyor beni değil.
Bak saçlarımı ıslatıyorum şehvetle. Sense kuru ve yabansın.  Ellerinle kaldırıp fırlattığın o şey seni günahsız kılmıyor. İnadın o kadar ağırlaşmış ki, beynin koyduğu o kışkırtıcı yasaklar seni terletiyor. Bak! Parmak uçlarımda sızan terin toprağı ulaşıyor. Aman tanrım toprağı yaran senin tuzun mu?

 Sana öyle çengeller taktım ki fakında değilsin. Keşke beynin sana emanet ettiği o kuşkuluğun peşinde gitseydin de kollarıma atılmasaydın.  Soluğunun kesilmesinin nedeni ben değilim. Aşkla cenneti bir arada düşlediğin için bana sarılıyorsun. Bunu biliyorsun değil mi?
Bak bakalım ceplerinde ne ver. Yüzünü görmekte bu kadar istekli biri neden onun içine bakmıyor? Ürküyle bakma ban öyle.  Kendinden uzak düşmen için, seniokadar çok mahrem bilgiyle doldurdum ki.

Geceleri acıdan uzuyordu kirpiklerimiz  katran karası  saçlarımızın gölgesi göz kapaklarımıza düşerken, gözbebeklerimizden vuruluyorduk ansızın. Ergin  bir bakışla büyümüştük oracıkta.  Pembe gözlüklü düş  gezginleri,dünyalarına  haz  katmak  uğruna  kilometrelerce yol tepmişlerdi. Ne göreceklerini  bilmeden hem de. İnce narın parmakları arasında  tutuğu mercekle, sanki yeni keşiflerin peşindeydiler. Hesaba katmadıkları bir şey vardı. Güneş.  O kadar dik vuruyordu ki toprak bile yılgınlaşmıştı. Yanlışlıkla bir yere tutsa büyüteci, yakıp kör edecekti.  Bu kara topraklarda ne arıyorlardı? Uzakların büyüsü mü çekmişti onları dersin. Karşı kıyılardan duyulan her sese kulak kabartmak ne kadar doğruydu. Yanılgıları duydukları sesten mi yoksa uzaktaki bakışların zihni aldatmış olması mı? Kim bilir renkleri, derileri, farklı olması cazibeyi artırmıştı.  Pembe gözlüklerin çerçeveleri,  yüzlerini kapatmıştı. Sadece burun delikleri ve ufacık bir dudak boşluğu bırakmıştı.  Koku ve görme yetileri onlara yetiyordu anlaşılan.


 Buradaki evler birer ölü müzesi gibiydi.  Şimdiye kadar içeri giren olmadı hatta geçenlerde eşikten adımını yanlışlıkla öteye atmıştı ki kör bir baykuş kafasını gagalamaya başladı. Peşinden gelenler eşikten bakıp geçerken giyotine iki cümle söylemeden edemiyorlardı.

Oysa giyotin öyle güzel ışıldıyordu ki karşıdan, neredeyse boynumuzu gönüllü uzatacaktık. Alınlarımızdan biriken terin emekle hiç mi hiç ilgisi yoktu.   Burası çöldü ve yakıcıydı. Hayır, bütün neden tercihlerimizden kaynaklanıyordu. Bak şunlara nasıl kaçışıyorlar. İklime yabancılık feci bir şeydir. Baksana şuraya. Sürünerek palmiyelere doğru kaçıyorlar beyinleri daha fazla dayanamadı çölün iklimine.



Baksana buraya kölelerin elinde ki yaprakları gördün mü?  Biriyle gölge diğeriyle de rüzgâr estiriyorlar efendilerine.  Sence bunlar rüya görüyor mu?  Sanmıyorum. Hiç umudum yok.
Umut mu? Onlar için umut mu ediyorsun, ne için? Bilmiyorum, içimdeki şu şey bunu emrediyor sanki varlığımın amacını hatırlatıyor bana sürekli. Tek nedeni bu.


 Demek ki içimizde köle-efendi durumu var. İp kimin eline geçerse o cambaz oluyor. Biz en iyisi ziyaretçilerimiz için, buzul bir çağ dileyelim.

Soluksuz Gri