4 Aralık 2015 Cuma

OYUN

Oyun başlayalı çok olmamıştı ben vardığımda ya da oyunun başlangıcıyla ortası arasında ayrımsanacak bir fark yoktu. Bu da handiyse aynı anlama geliyordu, benim gibi dışarıdan gelen bir yabancı için. Başlangıç, orta, sona yakın, başa yakın; hepsi aynıysa bunların; oyunu oyun kılan tek bir işaret kalıyordu geriye. Oyunun sonu. Sonu olsun ki ayırt edebilelim oyunu hayattan. Zaten yeni gelenler ayıramıyordu, oyunu oynayanlarla izleyenleri. Peki eski gelenler! Onlar…
Öyle ki herkes oynuyor sanılıyordu ilk bakışta. Bu farksızlık beni bile kuşkuya düşürmüştü önceleri. Oynuyor muydum, izliyor muydum? Yoksa izleniyor mu?  Görünüşte izliyordum, ama bazı oyuncuların bana karşı tavırlarında onların beni oyuncu olarak gördüklerini seziyordum. “Bir oyun” diyordum içimden, “sezgilerin öngördüğü ham hayaller üzerine inşa edilebilir mi?” ya da…
Peki ya izleniyor olmak! Bir öznenin gözbebeğinin arkasına düşen ters bir görüntü olmak! Ürkütücü olan izlenmek değildi elbet, eğer oyuna dâhil olduğuna eminsen. Korku kuşkunun bebeğiydi, en sığ oyunda bile. Keşke…
Herkes biliyordu oyunun sonunun “Bittiiii” bağrışıyla geldiğini. Ben de herkesin bildiğini biliyordum. Birisi bitti diye bağıracaktı; ama öyle az uz değil, çok bağıracaktı, boğazını yırtarak, ciğerlerini ağzına dayayarak, sırtıyla göğsünü birleştirerek. Bitti diye bağıran çıkmadığına göre oyun devam ediyor olmalıydı. Ne zaman başlamıştı oyun, soracak kimse olmadığı için bunu da bilemeyecektim. Oyun sırasında oyunculara oyun hakkında soru sormak yasaktı. Belki de oyundaki tek yasak buydu. Bir de oyun kelimesini alenen kullanmak, oyundan başka bir şey ima etsen bile…
Oyunun önceden belirlenmiş bir adı var mıydı? Kurallarının yazılı olduğu bir yer? Dışarıdan gelenleri sorgusuz sualsiz aralarına almalarına bakacak olursak onlar kuralların açık ve seçik olduğunu düşünüyor olmalıydılar. Benim de aynı sonuca ulaşacağıma inanıyorlardı belki de. Yoksa biri durur, bana oyunun kurallarını anlatırdı, hiçbir soru işaretine yer bırakmaksızın çizerdi sınırları. Koşuşturmaca sırasında oluşan kaostan yola çıkarak da birtakım sonuçlara varılabilirdi tabii ama; aynı koşuşturmadan soru işaretlerine de varılabilirdi. Demek ki emin olmak değildi oyunun amacı, kuşku duymak, kaygılanmak ve ürkmekti. Belki de…
Adı neydi oyunun? Körebe ile saklambaç arası bir görüntüsü vardı, adı körebaç olabilirdi pekâlâ. Bir ebe vardı, kaçışanlar. Ebenin gözleri hep bağlıydı, diğerleri hep kaçıyor, hep savruluyor, hep saklanıyordu.  Savrulanlar eninde sonunda saklanıyordu, saklananlar eninde sonunda intikam alıyorlardı. Bunu oyun öncesi hayatımdan biliyordum. Ebe yavaştı yürüyüşünde, ama sabırlıydı, vakurdu. Süre sınırının olmamasını sonuna kadar lehine kullanıyordu. Tüm deliklere giriyor, sokaktaki duvarlar boyunca değneğiyle dolanıyordu. Düşeyazdığı zaman bileyazıyordu, bileyazdığı zaman koşayazıyordu, koşayazdığında da yine düşeyazıyordu! Yakalanmamanın kurallarını herkes biliyordu ama en çok ebe biliyordu. Görünen oydu ki ebe sadece kuralların değil, kuralları koyan büyük zihnin art niyetinin de farkındaydı. Böylece etrafından dolanabiliyordu engellerle karşılaştığında. Oyunun yazılı olmayan kurallarının var olduğu söylentisi söylenti olarak kalmalıydı çünkü…
Bu yüzdendi ebelikten vazgeçmeyişi. Belki de ebeye mahsus bir yol açılıyordu oyunun başında. Ebe olsun, ebelikten zevk alsın, oyundan hemen caymasın diye. Öyleyse, bildiğim tüm diğer oyunların aksine, tüm oyuncuların ebe olmak için yarışmaları gerekmez miydi? Bilmek değilse neydi amaç? Oyunun tanımını yapamamak rahatsız etmiyorsa onları, nedendi bunca tantana, bunca gürültü, bunca kovalamaca birbiri ardına? Ebenin oyuna bakışı muhakkak farklı olmalıydı, çetin bir denizde ilerleyen ufak bir balıkçı kayığıyla devasa bir yük gemisi aynı olur muydu hiç?
Oyunun bildiklerimin dışında kuralları var mıydı yok muydu? Benden başka rahatsızlık duyan yoktu, anlaşılan. Benden başka oyunun bitmesini isteyen de yoktu. Oyunun bitmesini istemem bile yetti, oyuna dâhil olduğumu anlamam için. Herkes istiyordu ama belli etmiyordu, tıpkı benim gibi. Oyun, kendini oyunun parçası yaptığın anda başlıyordu. Parça olmak da bir işe yaramakla mümkündü. İşe yaramak, yani oyunda rol almak, oyunun sınırlarını kendi sınırların kabul etmek, kendi sınırlarını oyunun sınırlarına indirgemek. Sınır varsa sınırın ardı da vardır. Ya yoksa…
Oyun zevkliydi. Geniş bıyıklı, kocaman kulaklı, kır saçlı ebenin havada savrulan uzun değneğinden kaçarak sığındığım bu duvar dibinde kalbimin atışlarını dinlerken fark ettim bunu.  Belki ilk çağlardan kalma bir ölüm kalım savaşını andırdığı için, belki orta çağın şövalyelerine gönderme yaptığı için, belki de arkamızda kalan kaleye  –bir zamanlar orada yaşadığına inanılan güzel Godiva’ya– sırtımızı dayadığımız için, denizlerden gelen uzun soluklu meltemlere benzeyen içten bir serinlik vardı oyuncuların yüzlerinde. Bir de, evde kalmış yaşlı kızların memelerinin arasında, yaldızlı kâğıtlara sarılıp saklanılan kokulu sakızların, bir gün gelecek olan Don Juan kılıklı sevgiliye verileceğine dair umuttu oyuncuları hevesli yapan. Kim bilir…
Duvarın dibinde beklerken bir düdük sesi geldi sokağın göbeğe açılan geniş ağzından. Ebe, çıkardı gözünü bağlayan kızıl çaputu; herkes saklandığı yerden neşeyle çıktı, hoplaya zıplaya ilerlediler. Yolun bittiği yere, onlarca farklı tadın sunulacağı, hararetle hazırlanan dev sofraya yöneldiler. Öyle ki ben de koyuldum yola, bedenimi çevreleyen sele kapılarak, yanımda beliren her oyuncunun benimle aynı düşünceleri paylaştığını sezerek. Herkes bendi, ben herkes.  Kural yoktu, akıntı vardı. Akıntı karar veriyordu hıza ve ivmeye, akışın yönüne, yönelene ve yönelinene.
Kimse benden farklı değildi, ne benden üstün ne benden eksik. Hepimiz o eski kale kapısını geçip, aynı Marco Polo öyküsüne inanıp, aynı İndoçin tütsülerinin çıkardığı dumanı içimize çekerek düşmüştük bu yola, koyamasak bile başımızı. Ben baş koymağa mı geldim ki başkalarından böylesine bir diğerkâmlık bekliyorum? İntizar en büyük ayıbımdı, asla vazgeçemediğim. Vazgeçmeliydim ama! Hepimiz aynı eksiklik ve bilgisizlik kaygısıyla dâhil olmuştuk oyuna. Oyunun oyun olduğunu bile bile girdik içine, ne için olduğunu bilemesek bile. Belli ki oyunun ne için olduğunu içeriden görebilirdik ancak, her ne kadar içeride olduğumuzu asla bilemeyecek olsak da.  Madem muallaklıktan beslenen bir yargısızlıktı oyunu oyun kılan, mademki oyun oyuncuyu kuşkuda bıraktığı sürece oyundu, mademki oyun oyunculardan bağımsız bir akla sahipti, oyuncular yok olduğunda yok olan ve madem ki…
Hep birlikte yemeğe gittik, güle oynaya, kahkahalar atarak. Demek bir ara verilmişti yemek için ve düdük yemeğin işaretinin işaretiydi. Çünkü yemeğin işareti oyuncuların kolektif akıllarıydı ya da akıllarda yanan bir ışık, duyulan bir ses, karmaşık bir şebekenin bilinç gibi algılanmasının getirdiği kaçınılmaz yanılgı. O görülmeyen, hissedilmeyen, bilinmeyen güç; oyuncuların bireyler olarak akıl sır erdiremeyeceği ince sızı.  Ancak yine de birkaçı bir araya gelirse. O da belki, yani…
Yemek şendi, şakraktı, güzeldi. Oyuncular için oyundan başkası yoktu sanıyordum, ama var olduğunu öğrenmek sarsmadı beni. Belki de düdüğün keskin sesiydi beni rahatlatan. Rengin değiştiğinin, güneşin battığının, çocuğun uyandığının ilanı gibi bir ilandı bu, yaygarayı andıran. Düdük netti, bıçak gibiydi, yarım bırakmayacak kadar istikrarlıydı. Yemekten sonra düdük tekrar çaldı, oyun kaldığı yerden devam etsin diye herkes çabucak ayağa kalktı. Ebe, kızıl çaputunu taktı; maskesini kafasına geçirip performansına devam eden bir palyaço gibi. Oyuncular sağa sola koşuşturmaya başladılar, bayram sabahında hediye avına çıkan çocuklara taş çıkarırcasına. İyi ama hatırlamayacak mıydı ebe az önce kimin hangi delikten çıktığını? Yoksa bu da oyunun bir parçası mıydı?  Unutmak da oyunun bir parçasıysa, hatta şartıysa, neden oyunda olduğumuzu da unutup rahata ermiyorduk? Evet, evet öyle olmalıydı. Unutmalıydık. Her şeyi, herkesi unutmalıydık. Affetmeliydik bize kötülük yapanları ve acımalıydık onlara, kasabın koyuna acıması kadar ama… Sağ yanağımıza şamar atanlara sol yanağımızı… Ve hatta!
Yok ama; oyunda olduğumuzu unutursak oyunun dışını da unuturduk. Yani hayat ile oyun arasındaki çizgi kaybolurdu. Var mıydı öyle bir çizgi? İçimden bir ses “Geç kalıyorsun.” dedi. Koştum ve saklandım ilk bulduğum kovuğa. Yanımda bir çocuk belirdi, şirin mi şirin, parlak mı parlak, gözlerinde evrenin karmaşası. “Unut.” dedi bana. “Unut ki oyun hiç bitmesin, unut ki oyun hayatı taklit edeceğine hayat bir oyun olsun.” Çocuğun başını okşadım titreyen ellerimle. Geriye dönüp sokağa girdiğim kale kapısına baktım sanki kapının berisinde beni bekleyen bir şeyler varmış gibi. Çocuk “Sen de biliyorsun.” dedi. Uzaklara baktım anlamazlıktan gelerek. Oyun bitmeliydi yoksa her şeyin oyun olmasına katlanmak zorunda kalacaktım. Oyunun her şeyim olmasına dayanamayacağımı bilsem de…
Saklandığım yerden çıktım ve bağırdım. “Bittiiiiii!”, “Bittiiiiii!”. “Oyun bittiiiiiii!”. Ben böyle bağırınca tüm oyuncular yerlerinden çıktılar, şaşkın ya da pişman görünmüyorlardı. Olağan bir sonu karşılıyormuş gibi bir halleri de yoktu. Sonra ebeyi gördüm uzaktan ağır ağır bana doğru yaklaşan. Bir yandan da gözlerini kapayan çaputu çıkarmaya çalışıyordu. Yanıma vardığında açıktı gözleri, ışıl ışıl parıldayan ama gri bir sinsiliği derinlerde tuttuğunu da saklamayan.
Bir anda ne olduğunu anlamadan etrafım sarıldı. Diğer oyuncular ellerimi, kollarımı tuttular. Ebe; kızıl çaputu kafama sardı, gözlerimi kapadı, sıkı sıkı bağladı. Elime değneği zincirleyip kilit taktı. Sonra sesler duydum, çığlıklar, bayram coşkusunu anımsatan türküler.  Kaçışıyordu anlaşılan az önce elimi ayağımı tutan oyuncular.  Ben ne yapacağımı bilmeden kımıltısız durdum olduğum yerde. Beklediğim bir yönergeydi, bir sesti belki.  Nihayet geldi beklenilen, her bekleyene nasip olmayan. Usul usul üfledi kulağıma, okyanuslar üzerinde esen belli belirsiz bir yel gibi. Bir şey demedi ama ben anlamıştım anlamam gerekeni.
“Artık oyun sensin.” demişti titrek bir ses,   “Ne izleyensin ne de izlenilen. Oyunun ta kendisisin. Aramıza hoş geldin.”

  Lacivert