13 Ekim 2012 Cumartesi

İLK HARF: AŞK



Beni bileğimden öptü. Üç defa. Damarlarımda sessizce yürüyen karıncaların, o anda topluca kalbime göç ettiklerini duydum. Kalbim uyuştu, kasıldı, çocukların tepelerden aşağı yuvarladığı bir kamyon tekeri gibi sağa sola çarparak devrildi. Bileğimde dudaklarının serinliği, kulağıma eğildi ansızın. “Sevişmek ilkokula başlamak gibidir” dedi. “İlk dokunduğun an, ilk harfini öğrenmiş gibi olursun. Sonra sıra bütün alfabeyi sökmeye gelir. Sen okumayı öğrendikçe, sözcükler biriktirdikçe ellerinde, o eller bir gövdeyi okumayı da öğrenir zamanla.”

Beni bileğimden öptü. Karanlık bir odadaydık. Ancak onun gözlerinde görebiliyordum ışığı. O ışığı takip ettim. Kendi gövdesini gösterdi bana. Gövdesindeki sınır kasabalarını, hayvanların bile terk ettiği sisli dağları, o dağlarda rüzgârın sesiyle avunan ağaçları gösterdi. Bir ormandaydım sanki. Ellerim ilerledikçe terden ışıldayan teninde, o ağaçlara çarptı ellerim. Parçalandı, kanadı, dikenlerle kaplandı. Bir meyveyi koparmanın bedeli olmalıydı bu. Derken birbirine çarptı dişlerimiz. Çınlamanın sesini duydum. Suyu kurumuş bir kuyuya atılan taş gibiydi. Yavrusunu ağzıyla besleyen kuşlar gibi nefesini verdi içime. Tuttum, tuttum, tuttum. Kocaman bir suskunluğa dönüştürüp o nefesi, onun ağzının içine saldım yeniden.

Beni bileğimden öptü. Uzun, sessiz bir deniz gibi uzanıyordu yatakta. Göğüsleri yaralı bir hayvanınki gibi kalkıp kalkıp iniyordu. Paslanmış odun sobasın kenarlarından sızan ışık düşüyordu gövdesine. Önce tek bir noktada toplanıyor, ardından dağılıyor, yayılıyor, bütün bedenini bir yangın yeri gibi aydınlatıyordu. Hazırdım kendimi o ateşe teslim etmeye. Yavaşça uzandım yanına. Parmaklarım bacağı kırılmış bir at gibi süründü gövdesinde. Ateşi takip etti, kovaladı. Tam o anda, ateşe değdiğim anda anladım bu yangının sonsuza kadar süreceğini. “Sevişmek, bir yangıyla var olan ormanlar gibidir” dedi. “Eğer ormanı seviyorsan, yangına da katlanmalısın.”

Katlandım. Onun ateşiyle var ettim kendimi. Bütün sokaklarını ezberledim gövdesinin, bazı sokakların çıkmaz olduğunu bile bile. Gözeneklerine girdim, tüylerine üfledim, denizi ilk defa gören bir dağlı gibi, şaşkınlığımı bıraktım titreyen derisinin üstünde. Sayısız penceresi vardı, hepsinde denizi gördüm.

15 yaşındaydım onu tanıdığımda. Bana daha önceden yüzlerce kez seviştiğini ama aslında hiç dokunmadığını söylemişti. Dokunmadan sevişmek. Günlerce bunu düşünmüştüm. Gözlerini kapamadan uyumak, eline kalem almadan yazmayı başarmak, çeşmeyi daha açmadan su içmek gibi bir şeydi bu. Tanıştıktan 6 ay sonra, yağmurlu bir sonbahar günü, evine davet etmişti beni. Ve ben daha önce hiç sevişmemiştim. Saatlerce yan yana oturup denizi izlemiştik tahta kanatlı pencereden. Martılar denizin üstünde deli gibi dolaşıyor, balıkçı tekneleri yağmura direnmeye çalışıyordu. Yağmur damlaları cama vurdukça, içimde büyüyen bir sesi duymuştum. Damlalar camdan aşağı süzülmüş, derken başka başka damlalarla birleşerek, camın üzerinden akan bir nehre dönüşmüştü. Bir an o nehrin odaya sızdığını ve bizi de içine aldığını hayal etmiştim. Odun sobasından gelen çıtırtılar, ormanda yürürken üstüne bastığımız kurumuş dallara benziyordu. Etrafta ıslak tütün kokusu, duvarlarda yalnızlığın koyulttuğu sarı badanalar.

Saatlerce, hiç konuşmadan durmuştuk öyle. Ara sıra dudaklarına baktığımda, yavaşça açılan bir kapının varlığını sezmiştim. Yanımdaki ahşap sandalyeye oturmuş, tiril tiril elbisesinin üstündeki güller, renklerini odaya vermişti. Göğüs uçlarını fark etmiştim sonra. Elbisesini hafif kabartmış, aralarındaki boşluktan tekneler geçmişti. Benimse yüzümde sivilceler, dudaklarım; ilkokula yeni başlamış bir çocuk gibi heyecanlı.

Önce elleri değmişti dudaklarıma. Ağzımın etrafında dolaşmış, sanki bir gergefe bir iğde dalı işler gibi gezinmişti çukurlarımda. O bana dokundukça, sular altında kalmış bir şehre dönüşmüştüm. Sonra nefesini duymuştum yüzümde. Sudan yeni çıkmış bir yosun gibi kokuyordu. Dudaklarında balık pulları, ellerinde derisini kaldırıp atmış bir kirpi.

İlk önce ellerini tanımıştım onun. “Eller, en çok daha önce dokunmadıkları bir şeye dokunduklarında anlam kazanır” demişti. Usulca kaldırıp elimi sırtına dokunmuştum. Sonra da kulağına eğilip; “Artık benim ellerimin de bir anlamı var” demiştim. “Seninle sevişmeliyim” diye devam etmişti. “Hayır” demiştim, “Ben sadece dokunmak istiyorum sana.”

Beni bileğimden öptü. Üç defa. Aradan 17 yıl geçti, hâlâ ilk önce bileklerimden başlıyoruz sevişmeye. O bana her dokunduğunda, tanımadığı bir ormana gelmiş yabancı bir ağaç gibi oluyorum. Biraz sonra çıkacak yangını da biliyorum üstelik. Bildiğim bir şey daha var ama; bazı ağaçlar ateş bağımlısıdır. Alevlerin dili dolaştıkça gövdelerinde, onlar da başka gövdelere dolanırlar.

Beni bileğimden öptü. Onunla ne zaman sevişsem, ilkokula yeni başlayan bir çocuk oldum. Her defasında yeniden öğrendim harfleri onun gövdesinde. Harflerden sözcüklere, sözcüklerden cümlelere, cümlelerden sayfalara ulaştım. Binlerce sayfam var şimdi.

Beni bileğimden öptü. Bileğimden öldüm.



Aşkî


                                            Edward Steichen Princess Nathalie Paley, 1934