8 Kasım 2012 Perşembe

İKİNCİ HARF: BACAKLAR


Siz, gireceğiniz bir ameliyat öncesi, o inanmadığınız tanrıya, sizi o ameliyat masasından kaldırmaması için dua ettiniz mi hiç? Ben ettim. Hem de yedi defa. Ama her uyandığımda, genzimi yakan narkoz kokusunu duyar duymaz, tanrının da artık bana hiç inanmadığına ikna oldum. Uzandığım her ameliyat masası, içine sığındığım dipsiz bir tabut oldu benim için.

Tam altı senedir, günlerimi bir tekerlekli sandalyenin üstünde, arka balkonundan ormanın, ön balkonundan denizin göründüğü bir evde geçiriyorum. Ev, fıstık yeşili bir binanın sekizinci katında. Ceyda’nın bütün ısrarlarına rağmen bu evi ve bu katı istedim; sırf dünyaya karışmak, aşağı inmek mümkün olmasın diye. Evin hemen ötesi havaalanı. Gün boyunca tepemden geçen uçaklara bakıp, onların hangi şehirden geldiğini ya da hangi şehre gittiğini tahmin etmeye çalışıyorum. Bazen o kadar kaptırıyorum ki kendimi, sanki o uçağın içindeymişim ve birazdan uçak zemine yapışınca, açılan kapılarından ben de inecekmişim gibi hissediyorum. Hatta gerçekten o ânı yaşıyormuş gibi, arada sırada tekerlekli sandalyeden kalkmaya bile niyetleniyorum. Bazı günler Ceyda’nın yanında yapıyorum bunu. Ceyda, “Niye böyle yapıyorsun Güner?” diyor. “Biliyorsun, istediğin an binebilirsin o uçaklara.” Biliyorum bunu. Biliyorum ama benim uçağa binmek gibi bir derdim yok ki. Kafamın içinde kurduğum evrende, dilediğim şekilde seyahat ederken, günlük hayatta aynı şeyi yapmaya çalışmak gereksiz geliyor sadece. Hem uçağa binsem, kalkıp başka başka şehirlere gitsem ne olacak ki? Bütün her şeyi böyle ayağa kalkmadan, alttan alttan izledikten sonra…

Ne tuhaf! Hayatta en çok güvendiğim organım bacaklarımdı. Çocukluğumda sokaklarda tazı gibi koşarken, bacaklarımdaki damarların basınçtan patlayacakmış gibi attıklarını hissederdim. Ne kadar yüksekten atlarsam atlayayım, bacaklarımın üstüne düştüğüm sürece hiçbir şey olmazdı. Komşumuz Nalan Teyze, “Kedi gibisin” derdi. “Ne yapıp edip, hep bacaklarının üstüne düşmeyi başarıyorsun.” Çocukluğum hep bacaklarıma güvenmekle geçti. Ağaçlara tırmanırken, bahçelerde top oynarken, buz kadar soğuk derelerde yüzmeye çalışırken… Aydın’daki evimizin ikinci katından bile, kapıdan çıkmak yerine, balkondan atlayarak çıkardım. Bakkal Numan Amca, her defasında, “Yaylandı yine bizim beygir” diyerek gülümserdi. İnsanın en güvendiği organının, onu yarı yolda bırakması ne kadar garip. Bazen “Keşke” diyorum, “En güvendiğim organım kalbim olsaymış.”

Lise yıllarımda da böyleydi bu, üniversitede okurken de. Trabzon’da, bahar ayları gelip de yaylaya çıkma mevsimi başladığında, okul arkadaşlarımla beraber tırmanışa giderdik. Bir kayadan bir kayaya atlayıp dururken, diğerleri nefes nefese kalır, ama benim bacaklarım yürümeye daha yeni başlamış gibi açıldıkça açılırdı. Onlar yaylaya çıkana kadar, ben aşağı iner, ardından yine onlara yetişirdim. Sonra üniversite bitince, önce kuru yük gemileri, kimyasal tankerler, hurda şilepleri girdi hayatımda. Ardından da limanlar ve tersaneler. Bacaklarım hâlâ sağlam ve çevikti. Gemilerin güvertesinde, iki bin tonluk vinçlerin, havaya kaldırdıkları parçaları indirmeye çalışırken, en önden giden ben olurdum hep. Ya da tersanelerde, sıfırdan üretilen gemilerin dayanıklılık testini kontrol ederken de. Bacaklarım vardı ve onlar kalbimin yerini tutuyordu sanki.

Bir sonbahar akşamı, Aliağa Limanı’nda, Rusya’dan gelen sıkıştırılmış tren hurdalarını kamyonlara yüklerken vazgeçtim bacaklarımdan. Ömrümün geri kalanında, ‘dünyanın en korkunç canavarı’ diye nitelendirdiğim o sarı vinç, vücudumdaki en güvendiğim organımı aldı benden. Bardaktan boşanırcasına yağan Ekim yağmurunun altında, gecenin karanlığını sisler eline geçirmişken, ilk önce gerilen çelik halatın gıcırtısını duydum. Gıcırtı arttı, arttı, arttı, arttıkça inceldi ve ardından bir çat! sesi. Pastan iyice sararmış o çelik halatın, uğuldayarak ve korkunç bir hızla üzerime geldiğini gördüğümde, bacaklarımla vedalaşmak için vaktim bile olmadı. Çok mu güvenmiştim yoksa onlara? Bu yüzden mi yerimden kımıldayamamış ve halatın bana dokunmadan yanımdan geçeceğini düşünmüştüm? Sadece o an değil, yıllarca düşündüm bunu. Ceyda’nın limana her gidişimde bana gitmemem için yalvarmasını, soğukta, yağmurun altında hasta olacağım diye korkmasını, bir gün o gemilerden birine binip gideceğim diye endişe etmesini… Oysa hiç söyleyemedim ona; dünyanın en güzel şeyiydi, o gemilerde hasta olduktan sonra gelip onun koynuna sığınmak ve nefesiyle kendimi iyileştirmek. İnsan bunun için bile bütün bir ömrünü hasta olarak geçirebilirdi.

O sonbahar akşamı, limanın çamurlu betonuna bıraktığım sadece bacaklarım değildi benim. Ceyda’yla yapmak için hayalini kurduğum onca şey, onu elinden tutup doğduğum yerlere götürme isteğim, onunla evlenmek için bir çırpıda yakıp yıktığım geçmişim, bana kırgın ölen babam, babamla benim aramda bir masa tenisi topu gibi gidip gelen annem, akrabalarım, dostlarım, çocukluk arkadaşlarım… Bütün hepsi, limanda betonların üstüne yayılmış o sarı çamurun içine karıştı. İşte bu yüzden, her ameliyat öncesi yalvardım tanrıya. O soğuk masalara her yatışımda, bedenimin de o masalar gibi soğumasını diledim. Çünkü belimden altı yoktu ve boyumla beraber kalbim de kısalmıştı durduğum yerde.

Şimdi bu balkondan, limana yanaşan gemilere baktıkça, inanılmaz bir pas tadı yapışıyor damaklarıma. Ardından kopan çelik halatların uğultusunu duymaya başlıyorum. Sanki kilometrelerce ötede değil de, burada, burnumun dibinde kopmuşlar gibi ürküyorum. İster istemez bacaklarıma gidiyor ellerim. onların yerinde olmadığını görünce de, o uğultuyu daha çok duymayı, halatların bir kez daha gelip, bu sefer belimden yukarı isabet etmesini diliyorum. Evin tavanı gittikçe üzerime çöküyor sanki.

Birazdan Ceyda gelecek. Yüzünde sokaklardan topladığı bir tebessüm, elinde marketten doldurduğu alışveriş çantaları. Yaklaşıp alnımdan öpecek beni yine. Yıllardır sormaktan yorulmadığı soruları soracak. “Nasıl geçti günün sevgilim?” Yalan söyleyeceğim her zamanki gibi. Kitap okuduğumu, film izlediğimi, balkondan mahallede oynayan çocuklara baktığımı söyleyeceğim. “Hadi” diyecek, “Sofrayı hazırlayalım. Kurt gibi acıktım bugün.”

Oturup kendi hayallerimizi yiyeceğiz afiyetle.

Aşkî

                                           Detail of Sterett-Gittings Kelsey, Alexandra of Middle