6 Haziran 2012 Çarşamba

YAS GÜNLÜĞÜ




18 nisan cuma, 1980



Gece Halim’le Necla geldiler iş çıkışı. Önce sessiz sedasız oturduk. Bardaklarına doldurduğum çayı zorla bitirdiler. Halim sürekli bir şeyler söylemek ister gibi kıpırdadı ama bir türlü cesaret edemedi. Necla desen bambaşka bir yerde. Sıkıldığı belli ama açık açık söyleyemiyor. Halim sonunda dayanamadı.

“Bak Nurten”, dedi. “Üzgünsün, anlıyorum ama her şeye hazırlıklı olman lazım. Metin’den uzun bir süre haber alamayabiliriz. Sümerbank zaten kaynıyor. Her gün grev, her gün işine son verilen onlarca insan. Bunlar işi iyice azıttılar. Ortalık pek tekin değil yani. Her sabah polise uğruyorum ama kimse Metin’le ilgili bir şey söylemiyor.”

Benim tepki vermediğimi görünce sustu. Bir ara tekrar bir şeyler söylemeye yeltense de vazgeçti. Necla daha fazla dayanamadı odadaki gerginliğe.

“Geç oldu Halim. Kalkalım mı artık?”

Kalktılar. Halim kapıdan uğurlarken dönüp şöyle bir baktı. Kapıyı kapattıktan sonra sobaya iki odun atıp koltuğa uzandım.

Bugün sensizliğin üçüncü günü. İki gün fabrikada hayalet gibi dolaştım. Sonunda ustabaşı dayanamayıp izin verdi.

“Git birkaç gün kafanı dinle Nurten. Bu böyle olmayacak. Geçmiş olsun, ne diyeyim?”

Üç gündür sensizim. Üç gündür içime karlar yağıyor. Sonra da taşa dönüşüyor kar taneleri. Tam göğüs kafesimin ortasında inanılmaz bir ağırlık. Ya Halim’in dediği gibi senden bir daha haber alamazsam? Ya bir gün ziyaret edecek bir mezarın bile olmazsa. Bak Sabahat Abla’ya. Aylardır tek bir haber bile alamadı kızı Oya’dan. Polisler bir de dalga geçer gibi gelip gidip evde kızı arıyorlar. Günden güne eriyor Sabahat Abla.

Üç gündür yoksun. Beni bu şehirde, kendi ellerinle kurtların arasına bıraktın. Şimdi, penceresinden yalnız yanmış ormanların göründüğü eski bir eve benziyorum. Sensiz, dağların arasında denize varmadan kaybolmuş bir nehir gibiyim. Duyuyor musun nasıl kuruduğumun sesini? Geceleyin duvarlara söylediğim ağıtların sesini duyuyor musun? Ne bir damla su, ne bir lokma ekmek.

Ya senden bir daha haber alamazsam? Ya bir sabah uyandığımda artık seni unutmuş olursam?



19 nisan cumartesi, 1980



Yanımdan büyük bir gürültüyle geçiyor kalabalık ve tozlu atlar. Onların arkalarında bıraktığı bir dağda yitiriyorum yolumu. Bütün yollar kapalı şimdi, bütün yollarda hiç tanımadığım adamlar var. Sensizliği kalkıp bir çam ağacına anlatıyorum. Kendine batırıyor iğne yapraklarını. Ben bu şehirde artık denizsiz kaldım.

Sensiz, günler ağır ağır ilerleyen bir kervan hızıyla geçiyor. O kervan çocukluğumu taşıyor sanki hiç ulaşamayacağım bir yere. O kervan, yağmurlu yaz sabahlarında kurduğum düşleri taşıyor. Düştüm o toprak damlı evin tepesinden, kalbim kaç yerinden kırıldı bilmiyorum. Üstelik başımı kaldırdığımda bana göz kırpan yıldızlar, şimdi bir bir çekiyorlar perdelerini. Giderken neleri götürdüklerinin de farkındalar mı acaba?

Dördüncü gün bugün. Hâlâ bir haber yok senden. Sokak ortasında insanlar vuruluyor. Her gün bir cenaze çıkıyor mahalleden. Yok, böyle olmayacak. Şu küçük evin içinde kapana kısılmış gibiyim. Dışarı çıkmalı, fabrikaya gitmeliyim. Çalışmak biraz sakinleştirir belki beni. Hem arkadaşlar da merak ediyordur. Halim cesaret edip gelemiyor sürekli. Hem Necla’nın dili, hem takip ediliyorumdur belki korkusu… En iyisi kaldığım yerden devam etmek. Sanki seni hiç götürmemişler gibi. Sanki memlekete gitmişsin de birkaç gün sonra dönecekmişsin gibi. Gelirken tütün getirmeyi unutma sakın.



20 nisan pazar, 1980



Fırından taze gevrek aldım bu sabah. İki tane. Biri senin. Teneke tulumu da var, çok seversin. Halim de geldi kahvaltıya. Necla yoktu ama yanında.

“Bırak Nurten allah aşkına. Ne istediğini biliyor mu o? Ona kalsa hiçbir şeye bulaşmadan yaşayıp gidelim. Grevmiş, lokavtmış, işten çıkarmaymış, sendikaymış umurunda mı onun? Varsa yoksa rahatlık!”

“O da haklı aslında. Yani içine düştüğümüz duruma bakarsan…”

“Yapma Nurten. Salma kendini bu kadar çabuk. Tamam, en kötü duruma bile hazırlıklı ol ama umudunu da kaybetme. Bakarsın çıkar gelir yarın öbür gün.”

Halim gittikten sonra parka gittim. Bir banka oturup güvercinleri izledim. Dün yine bir sürü olay olmuş fabrikada. Sekiz kişinin daha işine son verilmiş. Sokaklar desen kan gölü. Acaba diyorum annemi mi çağırsam? Yok, o da olmaz. Seni görmeyince telaşlanır şimdi. Bir de onun üzüntüsünü çekemem. En iyisi yarın işe gitmek. Yoksa hafiflemeyecek bu yüreğimin ağrısı. Sensizlikten çok sıkıldım Metin. Nerdesin? Ne yaptılar sana? Neden gelmiyorsun?



21 nisan pazartesi, 1980



Fabrikaya döndüm bugün. Herkesin bakışı üzerimdeydi. Bir yandan acıdılar, bir yandan da umut vermeye çalıştılar. Bakışlarından anladım bunu. Herkes bir tedirginlik içinde. Kimin ne olacağı belli değil. Murat Hoca bir dernekten bahsetti. Kayıpların, fail-i meçhullerin filan araştırmasını yapıyorlarmış. Gönülleri avukatları filan varmış. Yarın öğle yemeğinde oraya gideceğim. Belki bir faydası olur. Hem böyle eli kolu bağlı oturmaktan iyidir.

Seninle ilk tanıştığımız zaman geldi bugün aklıma. Hani Körfez’de kayalıkların üzerinde oturuyordum. Rüzgâr tokamı uçurmuştu da alıp bana getirmiştin. Ne kadar utangaçtın hatırlıyor musun? Sonra konuşurken aynı fabrikada çalıştığımızı öğrenmiştik. Tesadüf işte. Genelde böyle olurdu zaten. Dokuma bölümünde çalışanlarla boyahanede çalışanlar ayrı servislerle giderlerdi. Yüzlerce kişi. Normaldi aslında hiç karşılaşmamamız. Sonra demiştin ya; buluşması gereken insanlar bir gün mutlaka birbirlerini bulurlar diye. Ama unutmuştun aynı insanların bir gün sessizce bırakıp gideceklerini söylemeyi.



24 nisan perşembe, 1980



Metin! Senden haber alamadığım her gün, bir ülke daha gömülüyor denizin diplerine. Yakında batık bir ülke müzesine dönüşecek dünya. Sesini duymadığım her gün, evrende, bilmem kaç ışık yılı uzaklıkta, bir yıldız daha düşüyor. İşte, henüz söylenmemiş şarkılar tanığımdır, ben seni tanıdığım gün, bütün kuşları saldım içimin mağarasından. Ve seninle yeniden karşılaştığım gün, limon kekikleriyle dolduracağım hayvanların rüyasını. Henüz yazılmamış şiirler tanığımdır; güneşle ısınan bir bahçe kadar aydınlıksın ve saçlarına küçük bir orman dolaşıyor geceleri. Beni o ormana al, o ormanın uykusunda bulayım hayatı. Aşkı böceklerden öğreneyim, geçmişimi kurumuş ağaç kabuklarından. Saçlarındaki ormanda bırakayım ruhumu. Uykunun en güzel yerinde sevinçten öleyim...

Gecenin sonunda gündüzün olduğuna seninle inanmıştım ben. Yoksun ve hayatın bir bacağı kısa şimdi. Yoksun ve binalar ancak bir yanındakine yaslanarak ayakta durabiliyor. Yoksun ve ağaçların rüyasına girdim dün gece. Onlara uzun uzun seni anlattım, yaralarımı gösterdim, ürktüler. Dallarıyla kapattılar gözlerini. Yoksun ve senden sonra kuşlar hep seni anlattılar, sanki tehlikeli bir masaldan söz eder gibi. Yoksun ve yarıda kaldı çocukluğa yolculuk, bahçeyi zehirli otlar bürüdü. Senden sonra her gün sayfada tek kalmış bir harf kadar ıssızlaştım ve bozkırın ortasında tek başına bir ev kaldım. Yoksun ve babalar eve dönmeyi unuttu artık...

Sen yoksun diye kepenklerini indirdi bu şehir. Bu binalar sen yoksun diye devrildi. Ağaçlar unuttu birbiriyle sevişmeyi, gemiler kayboldu uzak sularda. Ölüme yattı gizli masal kahramanları. Deniz çekti ayaklarını kıyıdan. Damda uyuyan çocuklar yıldızlara gitti. Sen yoksun diye çatladı toprağın teni, mutluluk uzak bir ülkeye taşındı. Sen yoksun diye yeni bir harf ekledim bugün alfabeye...



30 nisan carşamba, 1980



Artık aklımın sınırlarını zorladığı yerdeyim. Annemler öğrenmiş gittiğini. Sabah onun sesiyle uyandım. Bir yandan beni teselli etmeye çalıştı, bir yandan da ‘ben sana dememiş miydim?’e getirdi lafı. Hiçbir şey söylemeden öylece dinledim. Beni düşünüyor, biliyorum. Günden güne eriyorum çünkü. Çok zayıfladım Metin. Kibrit çöpüne döndüm. Fabrikada herkesin bakışları değişti. Artık ağlarmış gibi bakıyorlar suratıma. Halim de olmasa ne yapacağım bilmiyorum. Dün yine derneğe gittim. Avukatlarla konuştum. Halen bir haber yok senden. Öfkelendim biraz. Sonra da kızdım kendime. Yani aylardır, yıllardır kayıp olanları düşününce… Bir kadın vardı dernekte. Tek kelime Türkçe bilmiyor. Habire ağlayıp ağıt yakıyor. Koynunda saklıyor oğlunun fotoğrafını. Renkli şalvarındaki güllerin hepsi solmuş.



23 mayıs cuma, 1980



Bahçende bir ağaç bile olsam yeter bana. Evinde bir oda, odanda bir eşya, eşyanın üzerinde bir toz zerresi bile olsam yeter. Kâğıdında bir harf, kadife ceketinde bir renk, masanda bir kalem, mutfakta bir çatal-kaşık sesi, pencereden aşağı süzülen bir yağmur damlası, sobanın içindeki bir köz tanesi bile olsam yeter... Sokağında bir lamba, lambada solsun bir ışık huzmesi, o ışığa tutunmaya çalışan bir sinek bile olsam yeter. Ayakkabının tabanında bir çivi, vişne kurusu gömleğinde bir düğme, düğmede bir delik, suyun üzerinde yüzen bir ağaç kabuğu, rüzgârda uçuşan bir yaprak kırıntısı, banyodaki fayansın kırılan yeri bile olsam yeter… Yeter ki yaşadığını bileyim. Yeter ki bir harf olsun sesini duyabileyim.



19 haziran perşembe, 1980



Derneğe uğradım yine. Oğlunun arkasından ağıt yakan anne hâlâ oradaydı. Orada yatıp kalkıyor sanki. Bense her geçen gün umudumu kaybediyorum. İnan, artık ölünü bile bulmaya razıyım. Yeter ki seni görebileceğim, seninle konuşabileceğim bir yerin olsun.

Halim de iyice kesti umudunu. Necla’nın zaten varlığı bile belirsiz. Halim dört dönüyor etrafımda. O olmazda dayanamazdım herhalde. İnsana en olmadık zamanda bile yaşamı hatırlatabiliyor.



5 temmuz cumartesi, 1980



Bugün işten de çıkardılar. Zaten sen gittiğinden beri hayalet gibiydim. Var mıyım, yok muyum belli değildi. Kim bilir, belki böylesi daha iyidir. Hem daha rahat ararım seni. Ben de o yaşlı kadın gibi dernekten çıkmam gerekirse. Halim de hiç yalnız bırakmıyor zaten. Ben nereye gidersem peşimde. Benimle ilgilenmekten kendisini bile unuttu. Necla’dan da ayrılmış. Neymiş, kıskanıyormuş Halimi benden. Benim şu halimi görse ne derdi acaba?



21 temmuz pazartesi, 1980



Bugün yolda yürürken birini gördüm. O kadar benziyordu ki sana. Koşarak yanına gittim. Sarıldım boynuna. Adam çok şaşırdı. Baktım, senin şaşkınlığın değildi o. Sen şaşırdın mı yeni bir türkü öğrenmiş gibi olurdun. Özür diledim adamdan. Körfez’e indim yine. Kayalıklarda oturup uzaklara baktım. Sanki gemiler seni getirecekmiş gibi. Sanki martıların kanadından kayaların üstüne inecekmişsin gibi. Her şey bana o kadar yabancı ki.



29 temmuz salı, 1980



Halim de uğramaz oldu kaç gündür. Bugün fabrikaya gittim. İşten ayrılıp Manisa’ya dönmüş. Hiç haber vermedi oysa. Bir şeye mi kızdı acaba? Hiç böyle yapmazdı. Ortalık berbat. Her gün ölüm haberleri geliyor. Gazeteler bile kıpkırmızı.



16 ağustos cumartesi, 1980



Bugün siyah bir poşet içinde kanlı eşyalarını bıraktılar kapının önüne. Artık her şey dalında kuruyup kalmış gül gibi kokuyor.



Kahverengi


                                                                    ÜçRenk Blanch